Söylemsiz Vaatler
Geçtiğimiz günlerde Yem Yayın’dan çıkan Loft’u, yazarı Ece Ceylan Baba ile konuştuk ve gayrimenkul pazarlama metinlerinin şaşırtıcı vaatlerine değindik.
Güzin Öztok: Loft kitabınızın oluşmasını sağlayan motivasyonunuzla başlayabiliriz. Kitabın ana çıkış fikri neydi?
Ece Ceylan Baba: İstanbul’un değişimini, dönüşümünü, bütün projeleri yakından takip ediyorum. Yaklaşık dört sene önce bir uçak yolculuğunda gazeteleri karıştırmaya başladım. Konut ilanlarından gazetelerin hiçbirini okuyamadığımı fark ettim. Sonra ilanlara bakmak zorunda kaldım. Hepsi aynı şeyleri vaat edip aynı sanal ortamları yaratıyor: çiçekler içinde, havaalanına beş dakika gibi. İstanbul içinde başka şehirler ve yaşamlar vaat etmek. Neden böyle şeylere gerek duyuyoruz? Satmak için mi sadece? Ama satmak içinse bugüne kadar satılanlar nasıl satılıyordu? İşin pazarlama kısmından ayrılan ve vaat edilen mimari kavramları not etmeye başladım. Pazarlama kavramlarını ayırdım çünkü o benim mesleki alanım değil. Bir de loft daire, 0+1.5, 0+1 rezidans, konut, teras ev gibi mimari tipolojilerden söz ediliyor, ben de bunların gerçek kökenleriyle ne kadar bağdaştığını araştırmaya başladım. Öncelikle loftu seçtim çünkü çok ön plana çıkmıştı. İki türden loft çok ciddi anlamda anılmaya başlamıştı: Bir tanesinde projenin adı loft değil ama içinde loft daire diye satılan bir konut tipolojisi var, diğerinde de projenin adı Loft. Bu iki tipolojiyi incelemeye başladım. Beni öyle başka bir yere götürdü ki bundan makale yazarım diye düşünürken konu iyice derinleşti. Aslında araştırılmadığını fark ettiğim özgün bir noktaya da vardı çünkü kitabın sonunda gerçek loftun İstanbul’da hiç olmadığını söylüyorum. Ben bunun devamını getirmek istiyorum. Loft bu kavramlardan sadece bir tanesi. Şimdi başka bir şekilde anılan ama aslında karşılığı olmayan başka bir tipolojinin kökenine inerek çalışmama devam etmeyi planlıyorum.
GÖ: Ben de Google’a loft mimarisi yazdım ve karşıma çıkan pazarlama başlıkları çok eğlenceliydi. Dediğiniz gibi bir sürü konut projesi çıkıyor ama bir tanesi şaşırtıcıydı: “Eğitim dünyasında loft mimari dönemi başlıyor” diye bir başlığı var. Loft tipolojisinde bir okul inşa etmişler.
ECB: İronik değil mi? Yani eğitimde loftun hiçbir ilgisi yok. Tam da böyle yaklaştım mevzuya, yani mimarsınız ve belli alanlarda belli bilgileriniz, donanımınız var ve bu bir çeşit yalan dünya. Hatta panelin sonunda da sektörün önde gelen bir ismine de sordum, o da satın alanların bu pazarlamaya inanmadığını belirtti. Bence bu kıymetli bir veri. Çok da gerçekleri yansıtmadığını bildiğimiz bir mekana sahip olma eğilimi olması da araştırmaya değer bir konu kanımca.
GÖ: Niye bu yapılıyor o zaman?
ECB: Örneğin Amerika’da tarihi olmayan bir şehir yeniden pazarlanmaya çalışılsa sonradan eklemlenmiş bir şeylerin üretilmesinin bir mantığı olabilir diye düşünüyorum. Dubai, Doha örneğinde olduğu gibi. Mecbursunuz; çünkü orada bu yok. Bir şey üreteceksiniz ki pazarlama argümanı olarak kullanın ama İstanbul’da bizim böyle bir şeye ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum. İstanbul zaten kültürel kökeni, tarihi kökeni, kent belleği birikimi olarak çok zengin bir kent. İstanbul’da bunların bu şekilde eklemlenmeye çalışılıyor olmasını eleştiriyorum.
GÖ: Bir de işin ilginç yanı, bu metinlerde loft tipolojisinin tarihini anlatarak başlıyorlar. “İlk kez Amerika’da 1960’larda sanatçılar eski ve kullanılmayan yapıları dönüştürmüş ve kendilerine pahalı olmayan yaşam alanları oluşturmuş, biz de bu tipolojiyi inşa ediyoruz” diye cümleleri var projelerin. Oysa ki, bu mekansal içeriklerin oluşumu bambaşka şekilde gelişiyor. Tarihsel süreci anlatan içeriği hiç almayıp projeye başka bir isim koysalar belki bu kadar garip olmayacak. Sizin bu şekilde dikkatinizi çeken anlatımlar ya da proje örnekleri nedir?
ECB: Kemerburgaz’da yapılan iki tane konut projesi var, isimleri Loft. Ancak loft ile hiçbir mimari ya da düşünsel bir birlikteliği yok, sadece adı loft. Kullanıcıyı çok yanlış yönlendiriyoruz. Kente çok enteresan etkiler, yeni eklemeler yapıyoruz ve bunların ömrü en az 50 yıl. Kentin tarihine çok ciddi derin çizgiler atıyoruz diye düşünüyorum. Loftu araştırmaya Sanayi Devrimi’ni çok etkin yaşamış kentleri araştırarak başladım çünkü sonuçta sanayi yapısının dönüşmesi gibi bir durum söz konusu, onun soylulaştırılması hikayesi aslında loft. Almanya en hızlı sanayileşen ülke olduğu için Avrupa’da en çok Berlin’de örnekler var. Hollanda’da iyi örnekler var ama hiç örnek olmayan çok enteresan bir kent var: Paris; oysa Fransa da Sanayi Devrimi’ni çok iyi ve verimli yaşadı. Çok fazla sanayi yapısı var ama bunların hiçbiri ilk soylulaştırma evresinde lofta dönüşmemiş. Loft, yüksek tavanlı, biraz daha zanaatkar üretime el veren üretim binaları. Fordist Dönem başladığında kent dışına büyük fabrikalar kuruluyor ve bu yapılar terk ediliyor. Sanayi daha makine etkin hale geliyor. Bu yapılar da atıl olarak kent içinde kalmış oluyor. İlk önce sanatçılar ve bohemler hem yaşamak hem de üretmek adına buralara yerleşiyorlar. Yerleşmelerinin tek sebebi finansal çünkü buralar terk edilmiş olduğundan ya kira ödemiyorlar ya çok cüzi bir kira ödüyorlar. Böylece bu tipoloji doğuyor. Fransa o kadar sanata ve sanatçıya değer vermiş ki tarih boyunca sanatçılara ihtiyaç duydukları mekanları sağlamış. Paris’in çeperlerinde sanatçı köyleri var. Buralarda insanları hem barındıran hem de çalışmalarına olanak veren mekanlar zaten devlet tarafından kurgulanmış, o nedenle Fransa’da hiç loft örneği yok. İkinci soylulaştırmadan sonra New York’ta ve ondan sonra Berlin ve Londra’da loft artık bir konut tipolojisi olarak biraz daha özenilen bir meta oluyor. Beyaz yakalılar, sanayi kentlerinin çeperlerindeki sanayi binalarındaki yöneticiler kent içinde alternatif bir yaşam tarzı aramaya başlayınca ikinci soylulaştırma dönemine giriliyor çünkü loftlar pahalılaşmaya başlıyor. Bu dönemden sonra Paris’te örnekler ortaya çıkıyor. Bu da bence çok enteresan bir veri çünkü zaten devlet sanatçıya destek olmuş, onu hiç sokakta bırakmamış, onun için mekanlar üretmiş ve böyle bir ihtiyaç da doğmamış. Oysa loft, ihtiyaç üzerine doğan bir şeydir.
GÖ: Peki loftun İstanbul’da ilk çıkmaya başladığı dönemi söyleyebilir misiniz?
ECB: Levent Loft ile başladı her şey. Levent Loft bence bu anlamda en öykünülebilecek örnek İstanbul’da çünkü oranın kökeni bir sanayi yapısı. Evet 1950’lerden kalma değil, Sanayi Devrimi ile bir ilişkisi yok ama adının loft olma mantığı bir parça kurulabilir. Çünkü eski bir sanayi yapısı yıkılmış ve yeni bir yapı yapılmış. Loft, en azından esinlenme unsuru olarak kullanılmış. Bazı yapısal elemanlar da tavan yükseklikleri ve pencere tipleriyle lofta öykünüyor ama lofttaki bohem tarzı hiç yaşatamıyor. Yine lüks ve pahalı bir tipoloji sunuyor ve her şeyden önce yeni bir yapılaşma ama gerçekten lofta en benzeyebilecek ilk örnek.
GÖ: Tipolojik olarak diyorsunuz değil mi?
ECB: Mimari öğelerin kullanımı olarak, tipoloji olarak değil. Sonuçta tipoloji olarak benzemesi için dönüşmesi lazım ama Levent Loft, dönüştürülmüş bir yapı değil. Gerçekten Türkiye’de loft yok. Zaten Osmanlı İmparatorluğu Sanayi Devrimini ıskalıyor, o dönemde her şeyi ithalat ile çözüyor. Cumhuriyet Dönemi’nde de genel siyasi politika İstanbul merkezli değil, Anadolu merkezli. O nedenle o dönemde zaten İstanbul’da sanayi yatırımı yapılmamış o yüzden de dönüşebilecek yapı stoğu hiç olmamış.
GÖ: Bu pazarlama dilini oluşturan inşaat yatırımcıları, iletişim firmalarıyken mimarların da açıklamalarında bu dili devam ettirmeleri ilginç. Bunun için ne söylersiniz?
ECB: Ben ihtiyacımız olmadığına inanıyorum. Yani olmayan bir şeyi var etmeye çalışmak ya da varmış gibi göstermek gereksiz. Zaten dünyanın en iyi şehirlerinden biri burası.
GÖ: Bir yandan söylemler bir yandan da mekanlar birbirine benzemeye başlıyor. Sanki hepsini aynı kişi yapıyor. Bu aynılık kullanıcıları da aynılaştırabiliyor.
ECB: Tahsin Yücel’in Gökdelen diye bir kitabı var. Ben İstanbul’la ilgili dertlenmeye o kitapla başladım diyebilirim. 2073 yılındaki İstanbul’un halini anlatıyor. Tarihi Yarımada ve Cihangir’de deli diye tanımlanan bir adamın eski evi dışındaki bütün her yer yıkılmış. Diğer bütün yapıların hepsi sadece renkleri farklı olan aynı dikdörtgenler prizmasıyla gökdelenlere dönüşmüş. Manhattan gibi İstanbul’da bir gride oturtmuşlar. Bana o kadar o yönde gidiyoruz gibi geliyor ki şimdi tekrar oraya dönüp düşündüğümde gidişatı görmüş diyorum. Yatırımcı gözüyle baktığımda da bu alana kaydıkça satış çok daha zorlaşıyor bence çünkü aynılarla mücadele etmeye başlıyorsunuz. Onun yerine biraz daha yüzümüzü kente dönsek çok daha kullanıcı dostu mekanlar üretebiliriz.
GÖ: Bununla birlikte “biz daha lüksüz”, “bu daha da ‘loft’ bir loft” gibi oluyor artık o argümanlar.
ECB: Evet ironik, loft pahalı bir şey olmamalı, lüks bir şey hiç olmamalı.
GÖ: Sizin kitabınız da incelediğimiz kadarıyla gerçek lofların mimari nitelikleri neler?
ECB: Sanatçılar yaşam tarzlarıyla loftların içeriğini farklılaştırıyorlar. Sanatçı bir lofta yerleştiğinde maddi gücü yok, ısınması gerekiyor. Havalandırma kanalını açıktan asıyor onu örtmeye çalışmıyor ya da ısıtma tesisatını açıktan yapıyor. Su tesisatını örtmüyor sadece ihtiyacına cevap verecek kadarını içeriye koyuyor. Sonra mekana başka mobilyalar ekliyor vesaire. Sonra bir anda 1950’lerin sonunda film ve reklam sektörünün çok ilgisini çekiyor bu mekanlar. Çünkü mekanlar o kadar güzel kişiselleştirilmiş ki bir anda film setleri haline geliyor ve filmler çekilmeye başlanıyor. Üzerine hikayeler kurgulanmaya başlıyor ve sonra popüler oluyor. Popüler olduğu anda da biraz daha entellektüel olan ama maddi gücü de olan orta sınıf yönetici grubun dikkatini çekiyor ve ondan sonra ikinci soylulaştırma dönemi başlıyor. Bu insanlar, mekanları o kadar kötü dönüştürüyor ki örneğin; zemindeki yerinde dökme mozaiğin üstüne parlak granitler gelmeye başlıyor, açıktan giden havalandırmaları alçıpanlarla, kartonpiyerlerle kapatmaya, pahalı lüks avizeler asmaya, içine şömine koymaya başlıyorlar. Ondan sonra loft, postmodernist bir dokunuşla başka bir şeye dönüşüyor. Şu anda ele alınan loft da o loft zaten. Loftun kökenine inmeden neye benzediğine şöyle bir bakıp bir asma kat, yüksek bir tavan, şık bir şömine, güzel granit mermer ya da mermer kaplamalarla eklektik bir mekana dönüşüveriyor. Bizim Türkiye’de kopyalattırılan loft da o loft, yani sahte.
GÖ: Mekanlar birbirine benzediği gibi kelimeler de birbirine benzemeye başlıyor. Mesela “inovatif”i bütün projelerde kullanıyorlar. Bu elimdeki proje metninde “klasik mekan algısını değiştirecek” demiş, ne kadar büyük bir vaat. Klasik mekan algısı ne, onu nasıl değiştiriyor? Bu açıklanmıyor. Konsept sürekli “yepyeni bir konsept”. “Loft mimari dönemi: bir dönem bitti, bir dönem başladı” vs argüman olarak kısır bir döngü aslında.
ECB: Ben burada şöyle bir özeleştiri de yapabilirim. Panelde Faruk Çelik de bunu aktarmaya çalıştı ki bence doğru ve güzel aktardı: Türkiye çok hızlı ve kontrolsüz dönüşüyor. Bunu durdurmak ütopik bir şey. Ama bu dönüşümü ne kadar az zararla atlatırsak herkes için o kadar faydalı. Şimdi yatırımcı bir projeyi geliştirmek isteyerek fikri üretiyor, bir mimari gruba projeyi hazırlatıyor, satışa çıkmak için bir ajansa ya da bir iletişimciye projeyi teslim ediyor. Projeye sonradan bir konsept giydiriliyor. Konsept özgün fikirdir. O fikir üzerine mekan kurgulanır. Örneğin artık Londra’daki birçok mimarlık ofisinin sözleşmesine girmeye başladı. Pazarlama ekibinizi baştan belirleyin, baştan bizimle çalışın diyorlar. Çünkü evet bu da bir gerçek: Mimar tasarlıyor, birisi de satıyor. Yani satanı da düşünmek lazım. Burada bir müzeden ya da müzede satılan bir şeyden söz etmiyoruz. Mimar “İlk fikirden itibaren benden sonra teslim alacak ekip de benimle birlikte çalışsın.” demeli, böylece o zaman fikir ve argümanlar birlikte oluşturulur, çok daha tutarlı bir noktaya varır.