Teknoloji Etkisi

AYÇA VURAL-CUTTS

Mimarlık tarihinde Crystal Palace kadar önemli bir yer tutan çok az yapı bulunur. 1851 yılında Joseph Paxton tarafından tasarlanan bina, ilk büyük dünya fuarına ev sahipliği yapmak için Londra’da Hyde Park’ta inşa edilmiş. Binada benzeri görülmemiş ölçekte demir ve cam kullanılmış. Bu boyutta dünyada bir ilk olan bina, Sanayi Devrimi teknolojisinin örneklerini sergilemek için dünyanın dört bir yanından gelen 14.000 katılımcıya ev sahipliği yapmış. İç yüksekliği 39, uzunluğu 564 metre olan 92.000 m2‘lik sergi alanı, dönemin eleştirmenlerine göre “tüm gezegen kadar geniş görünüyordu”.

Crystal Palace, sadece inşa tekniği yönünden değil, aynı zamanda yepyeni bir mekan deneyimi sunduğundan kullanım açısından büyük bir dönüm noktası yaratmış. Paxton, binayı sadece bir sergi alanı olarak ele almamış; peyzaj, heykeller ve renkleri kullanarak herkes için dev bir eğlence mekanı olarak tasarlamış. Taşıyıcı sistemin narinliği ve doğal ışığın etkisiyle sonsuzluk izleniminin hakim olduğu iç mekan, bir katedral ya da tapınağa has bir şekilde sunulmuş. Mavi, kırmızı ve sarı renkli taşıyıcı sistem iç mekana bir sanat eseri etkisi katmış. Yapay öğelerin yanında ağaçlar ve çeşmeleri kullanarak mekanı doğallaştırmış ve sihirli bir dünya, bir başka deyişle ilk tema parkını yaratmış. Crystal Palace, o dönemde üretilebilen en büyük boyuttaki cam levhaların modüler olarak bir araya gelmesinden oluşmuştu. Binanın geometrisi, şekli ve boyutu, doğrudan camın boyutlarıyla ilişkiliydi. 1900’lü yıllarda daha büyük cam levhaların üretimine olanak veren teknolojilerin gelişmesi yeni bir mimarlık anlayışını ortaya çıkardı ve camı modern mimarlığın temel malzemesi haline getirdi. Peter Behrens’in 1909 tarihli AEG fabrika binası 100 metre uzunluğunda, 15 metre yüksekliğindeki cam cephesi ve çelik taşıyıcı sistemiyle mimariye köklü değişiklikler getirmişti. AEG binasından önce pencereler taş binalardaki basit açıklıklardı sadece; cam olabilirlerdi ama camın kendisi aslında önemli değildi. Behrens, AEG binasında ilk defa cam, çelik ve betonu birlikte kullanarak kalıcı bir etki yarattı.

Joseph Paxton tasarımı Crystal Palace dış mekan; Read & Co. Engravers & Printers
Joseph Paxton tasarımı Crystal Palace iç mekanı; McNeven J., The Foreign Department, Ackermann’ın renkli litografı
Mies van der Rohe tasarımı Seagram Binası; fotoğraf: Ken Ohyama
Frank Gehry tasarımı Guggenheim Müzesi, Bilbao; fotoğraf: Diego Zingano
Le Corbusier tasarımı Villa Savoye; fotoğraf: valueyou
Le Corbusier tasarımı Notre Dame du Haut, Ronchamp; fotoğraf: Robert Voors

Behrens’in bürosunda çalışan Mies van der Rohe, mimarın AEG binasıyla başlattığı şeffaflık fikrini ileriye taşıyarak çelik ve cam teknolojisine daha iyi cevap verecek yeni bir tip bina arayışıyla Amerika’da gökdelenler tasarladı. New York’taki 1958 tarihli Seagram Binası ile mimariye yepyeni bir dil getirdi. Cam cephe sisteminin asıldığı çelik iskeletten oluşan bina, zarif ama güçlü mimarisiyle “az çoktur” felsefisini en iyi şekilde yansıtır. İşlevsel estetiğin en güzel örneklerinden biri olan yapı, aynı zamanda standardizasyon ve seri üretimin de ilk örneklerinden.

1920’lerde ise Le Corbusier, modern sanayileşmenin getirdiği zorluklara ve seri üretime cevap verecek yeni bir mimari dil yarattı. Le Corbusier, standardizasyon ve seri üretimi kullanarak yeni beton yapı teknikleriyle “yaşamak için makineler” yaratmaya başladı. Maison Dom-Ino, şemasıyla başlayarak Paris’in içinde ve çevresinde bir dizi ev tipolojisi geliştirdi. Le Corbusier’nin villaları, betonarme teknolojisinin etkileşimini ve mimarın mimari düşüncesinin devamlılığını ifade etmekteydi.

1931 tarihli Villa Savoye, muhtemelen Le Corbusier’in en tanınmış villası. Le Corbusier, Villa Savoye’da yaşam makinelerinin temel ilkelerini “Beş İlke” ile belirler: Pilotilerle binanın yeryüzünden kaldırılması, bir bahçe ve teras görevi gören işlevsel düz çatı, taşıyıcı perde duvarsız serbest kat planı, uzun yatay pencereler ve serbestçe tasarlanmış cepheler. Bu özellikleriyle Villa Savoye, 20. yüzyılın en önemli evlerindendir ve uluslararası modernizm üzerinde büyük etkisi olmuştur.

Le Corbusier, 1955 tarihli Notre Dame du Haut Ronchamp isimli şapelinde ise teknolojinin sınırlarını zorlayarak betonun akışkanlığını adeta sanatsal bir değerle ifade eder. Ronchamp’ın heykelsi formu, standardizasyon ve seri üretim üzerinde estetik bir kontrol sağlar. Binanın en çarpıcı kısmı, gökyüzüne doğru açılan eğimli çatısıdır. Kavisli çatı ve duvarlar arasındaki 10 cm’lik boşluk, çatının yüzmekte olduğu hissini yaratır ve ışığın içeriye süzülmesini sağlar. Biçimsel ve teknik olarak uygulaması oldukça karmaşık olan binanın programı oldukça basittir ve iç mekana saflık hakimdir. Ronchamp, Le Corbusier’in diğer eserlerinden radikal bir şekilde farklı olsa da, aynı sadelik ve açıklık prensiplerini korur.

Mimaride teknoloji etkisi sadece inşaat teknolojilerinin ve malzemelerinin değişmesini içermez. Gelişen bina teknolojisinde bilgisayarların tasarıma entegrasyonu da devrim niteliğindedir. 1959’da başlayıp 1973’de tamamlanan Sydney Opera Binası, tasarımın bilgisayar programı tarafından test edildiği ilk yapılardan. Ove Arup’un Jørn Utzon ile beraber prekast beton kabukların tasarımını geliştirdiği projede mühendislik ekibi Arup, taşıyıcı sistemin hesaplarında erken bilgisayar teknolojisini kullanmış. 1982’de ise IBM, CATIA (Conception Assistée Tridimensionnelle Interactive Appliquée) mekanik tasarım sisteminin ilk versiyonunu açıkladı. CATIA’nın keşfi, Frank Gehry'nin daha yaratıcı olmasını ve Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’nin gerçekleşmesini sağladı. Günümüzde parametrik ve bilgisayar destekli mimarisiyle zaman zaman eleştirilen Zaha Hadid’in binaları mimari okullarda öğretilmekte, üç boyutlu yazıcılarda maketler yapılmakta, bilgisayar programlarıyla mühendislik ve çevresel etki analizleri incelenmekte, robotlu inşaat teknolojileri geliştirilmekte.

Mimarlık tarihin etkisinde, estetik değerlerler çerçevesinde şekillenir; kültürel bir ifade ve teknik bir başarıdır. Ancak, mimarinin gerçekleşmesinde ve anlaşılmasındaki en önemli bileşen teknolojidir. Teknoloji mimari hayal gücünü biçimlendirir ve yapıda kullanılan malzemeleri, mimarinin sınırlarını belirler. Teknolojinin avantajları bizi, yeni düşünce ve üsluplara yöneltir. Bugün, mimari projelendirmenin Rönesans mimarlığıyla ve hatta 20 yıl öncesiyle bile aynı olmadığını görüyoruz. Bilgisayarların tasarıma entegrasyonu daha kolay, daha hızlı ve daha doğru bir şekilde karmaşık binaları inşa etmemizi sağladı. Günümüzde dijital bilgi yoluyla binaları temsil ya da ifade etmenin, üretmenin ve inşa etmenin yollarını buluyoruz. Bilgisayarların desteği, temel tasarım prensipleriyle birleştirildiğinde yüksek kaliteli, sürdürülebilir bir mimari yaratabilmemizi sağlıyor ve mimarlığı tüm topluma faydalı bir disiplin haline getirmeye aracılık ediyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: