Kirli deniz kokusu, vapur sirenleri, rüzgarla dalgalanan bayrakların hışırtısı, inilip çıkılan köprü basamaklarındaki ayak sesleri…
Özdeş ile tekdüze arasında salınıp durur tekrar ve ritim.
Dünyada bırakılmışların, insan ve kurumların, ışık ve hayallerin eşlik ettiği Louis Kahn, mimarın ötesinde bir figür.
Casa Batllo’nun tavan pencerelerinden merdiven kovasına vuran bu ışığın ağaç yapraklarından süzülen ışıkla bir alakası var.
Hangisi hangisiydi tam hatırlayamıyorum. Deniz mavi olduğu için mi gök maviydi, yoksa tam tersi mi?
Sürekli doğal olanın karşısına bir canavarmışçasına koyup durduğumuz beton bir anda doğanın bir taklidi gibi çıkıveriyor karşımıza.
Bir şehri şehir yapan nedir? Bu fotoğrafı ilk gördüğümden beri bunu düşünüyorum.
Cem Sorguç ile sohbet ederken aklımda sürekli şu soru olur: söyleyecek mi, yoksa susmaya devam mı edecek?
Bu fotoğrafı gördüğümden beri aklımda sürekli aynı kelime dönüp dolanıyor: samimiyet.
On dokuzuncu yüzyılın sonları, tüm dünya hareket halinde. Buhar makineleri, demir çelik fabrikaları, arabalar, insanlar… Sesler değişiyor şehirde, boyutlar da, malzemeler de.
Çok iyi bildiğimiz dedektiflik filmlerinin birinden bir sahne.
Barselona’da Gaudi’nin binalarını kendi bağlamları içerisinde gördüğümde mimarlık tarihi derslerinde yaşadığım şaşkınlık ve hayranlık yerini “olması gereken olmuş işte” hissine bırakmıştı.
İstanbul’dan Adalar’a doğru giderken yerleşimlerin İstanbul siluetine bakan yüzlerini hep garipserim. Şehirden kaçıp adaya varsan da ondan kurtulamamak! Ne yaman çelişki...
“Sanatların sentezi” vizyonu için ihtiyacı olan “rengin müziği”nin gösteriminin yapılabileceği bir mekandı.