Absürt ile gerçek arasında salınmak için harika bir egzersiz.
Olması gerektiği gibi olmayanların beklenmedik uyumuyla birlikte.
Mimar Dimitris Pikionis’in Atina’daki Philopappos Tepesi’ne çıkan yol için tasarladığı kaldırım döşemesine ve onun üzerine düşen ağaç gölgesine bakıyoruz.
Scarpa’nın yıllarca birlikte çalıştığı marangoz dostu için tasarladığı mezartaşından bir detay.
Hurma ağacının gölgesi bir kemere düşüyor, kesiti boyunca uzanıp yan duvara taşıyor.
Bir şehri kıymetli kılanın ne olduğuna ya da kentlerin nasıl olması gerektiğine dair yaygın kanı tıpkı dünyadaki her şey gibi değişip duruyor.
Kirli deniz kokusu, vapur sirenleri, rüzgarla dalgalanan bayrakların hışırtısı, inilip çıkılan köprü basamaklarındaki ayak sesleri…
Özdeş ile tekdüze arasında salınıp durur tekrar ve ritim.
Casa Batllo’nun tavan pencerelerinden merdiven kovasına vuran bu ışığın ağaç yapraklarından süzülen ışıkla bir alakası var.
Hangisi hangisiydi tam hatırlayamıyorum. Deniz mavi olduğu için mi gök maviydi, yoksa tam tersi mi?
Sürekli doğal olanın karşısına bir canavarmışçasına koyup durduğumuz beton bir anda doğanın bir taklidi gibi çıkıveriyor karşımıza.
Bir şehri şehir yapan nedir? Bu fotoğrafı ilk gördüğümden beri bunu düşünüyorum.
Cem Sorguç ile sohbet ederken aklımda sürekli şu soru olur: söyleyecek mi, yoksa susmaya devam mı edecek?
Bu fotoğrafı gördüğümden beri aklımda sürekli aynı kelime dönüp dolanıyor: samimiyet.
On dokuzuncu yüzyılın sonları, tüm dünya hareket halinde. Buhar makineleri, demir çelik fabrikaları, arabalar, insanlar… Sesler değişiyor şehirde, boyutlar da, malzemeler de.