Bana öyle geliyor ki, Başdiyakoz karakteri üzerinden “Kitap, mabedi öldürecek.” diyen Hugo’nun kayıt altına aldığı tarihsel dönüm noktası, “mimarlığın yok oluşu”ndan ziyade, mimari üretim süreçlerinin iki boyutlu bir görselliğe hapsolunmasıyla ilgiliydi.
Paris’teki 1830 Devrimi esnasında yazmaya başladığı Notre Dame’ın Kamburu romanında Victor Hugo, Başdiyakoz’un kişiliği üzerinden mimarlık ve onun ortadan kayboluşu üzerine birtakım fikirler geliştirir.
Yine geçen ay bu köşede yer alan yazının bıraktığı yerden devralayım. Evet, 15. Venedik Bienali’ne üç aydan kısa bir süre kalmasına ve Türkiye’yi temsil edecek serginin İKSV tarafından oluşturulan seçici kurulca yaklaşık üç ay önce belirlenmiş olmasına rağmen sergi projesinin ne kavramsal ne de fiziksel ayrıntıları halen kamuoyuyla paylaşılmış değil.
İfade özgürlüğümüzün otorite tarafından sınırlandığı bu karanlık günlerde, küçük mimarlık dünyamızın ufak kederlerinden dert yanmak biraz anlamsız.
Geçen ay bu köşede İstanbul’dan “Yedi Otoyollu Şehir” olarak bahsedilen yazının bıraktığı yerden devam edeyim.
Bir zamanlar, Roma ve Kudüs gibi, yedi tepeli diye tanımlanan İstanbul'un peyzajı bugün, başka bir biçime büründü.
Söze, geçtiğimiz ay bu sayfalarda da bahsi geçen Christopher Alexander ve kendisinin “A City is Not a Tree” (Kent Bir Ağaç Değildir) makalesiyle başlayayım.
Toplumsal olarak kabul görmeyen kirlilik, çevremizin bir parçası. Sadece fiziksel mekan açısından değil, aynı zamanda kişilerin davranışları açısından da.