Tefrikamızın dördüncü bölümünde Sevinç Hadi, Türkiye'ye döndüğü yıllarda kent planlama çalışmalarını ve Şandor Hadi ile birlikte yürüttükleri ofis düzenini anlatıyor.

Aydan Volkan: Türkiye’ye dönüyorsunuz 1962’de. Döndüğünüzde neler oldu? Esasen siz Türkiye’nin, hatta dünyanın kırılma noktası olan 1960’ta mekan değiştirmiş durumdasınız. Döndüğünüzde nasıl bir Türkiye vardı? Gittiğinizden çok farklı mıydı?
Sevinç Hadi: Ben giderken ihtilal olmuştu tabi. Gazeteler geliyordu ben Almanya’dayken ve neler olduğunu öğreniyordum. Türkiye’ye döndüğümde İstanbul’u çok çamurlu gördüm. İstanbul çok güzel derler ya; Marmara’dan gelirken bir yığın gibi adeta. Yapılar, aralarındaki mesafeler, derinlikler, yollar, ağaçlar sezilmiyor. Gri-bej donuk bir yığındı şehrin silueti. Karaköy ile Azapkapı arasında Fermeneciler’de Haliç kıyısından bakınca eski İstanbul’un silueti müthiş olmasına rağmen Süleymaniye’nin etekleri karmaşık, bozuk, acımasız yapılarla Haliç’e kadar iniyor. Bu durum gün ışığında açık seçik gözler önünde. Tabii İstanbul’un başka başka, parça parça değişen, heyecanlı olduğu kadar kurak yüzleri de var. Bir uçtan bir uca 120 km veya bugün daha fazla. Ne olacak bu?

AV: O zaman da mı öyleydi? 1962’de döndüğünüzde bunu mu hissettiniz?
SH: Evet, tamamen, öyle hissettim. Fakat İstanbul o zaman küçüktü ve çok fazla yer biliyordum. Şimdi hiç bilmiyorum.

Sait Ali Köknar: O silueti gemiyle mi gördünüz?
SH: Evet, gemiyle gelirken gördüm.

AV: Son 5-6 yıldır kendimde, Türkiye mimarlığında ya da Türkiye yazılı basınında da eleştirdiğim bir şey var: Biz mimarlık dediğimiz zaman tekil yapılardan bahsediyoruz. Yani mekan kavramımız parsel ve tekil yapı bazında. Halbuki Sevinç Hanım’ın mekan kavramı, daha o yıllarda parselin ötesinde; daha şehirle alakalı. Mimarlığı algılayış ya da bakışınızda çok yer değiştirmenin, çok yer görmenin getirdiği bir etki olabilir mi?
SH: Şüphesiz etkisi olmuştur. Yerleşimler hep ilgimi çekiyordu, yeni bir yer, yeni meydanlar, yeni sokaklar, yeni evler görmek bana müthiş keyif veriyordu. Türkiye’ye döndüğüm günlerde biraz da tesadüf ama, ilk yaptığım işler yerleşim ve planlama ile ilgili oldu. İller Bankası Genel Müdürlüğü, 20 şehrin imar planını yaptıracağını duyurdu. Bunların içinde Tatvan ilgimi çekiyordu. İller Bankası Planlama Dairesi’nde örnek çalışma Köyceğiz’i tetkik ettikten sonra şehircilik çalışmasına talip oldum. Bana Batı Anadolu’da Kula yakınındaki Selendi ile Aydın çevresinde Horsunlu şehir planlama işi verildi. Tatvan’a gidemedim ne yazık ki. Selendi evleri, namlı Kula evlerine benzer. Bu işlerin şehir planlamasına hazırlık faslı olan analitik çalışmalar henüz bitmişti ki İller Bankası, Göreme’de Kapadokya bölgesinin önemli duraklarından, Avcılar (Maçan) kasabasının planlama işini verdi bana. Esas turistik olan kiliseler bölgesine iki kilometre uzaklıkta, çok müthiş bir yerdi. Ben 7-8 kere gittim o zaman o taraflara.

AV: Siz o zaman otobüsle mi gidiyorsunuz oralara?
SH: Tren, otobüs, özel araba vs. Hatta bir seferinde de Ersen Gürsel ile gitmiştik Göreme’ye. Belediyede müthiş ikramda bulunuyorlar tabi. Bana geceleyin orada kalmam için yastıklar, yorganlar getirdiler, kanaviçe işlemeli. Işığı bile olmayan çatı arasında da Ersen’i ağırladılar. İşte kadın olmanın farkı! Orada, dışarıda dolaşırken baktık biri okul bahçesinde büst nedir diye öğrencilere soruyor. “Büst nedir, söylesene ulan!” diyor.

SAK: Erol Akyavaş anlatan.
SH: Evet.

SAK: Of! Kaya Otel’in inşaatının başında herhalde.
SH: Hikaye şöyle… Erol Akyavaş, doktor olmak için Amerika’ya gitmiş. İmtihan yapmışlar, sen demişler mimar olursun. O böylece başlamış, mimarlık tahsilini yapmış. Sonra, hem Kapadokya kiliselerinde sanat tarihiyle ilgili araştırma yapmak, hem de Türkiye’de askerlik görevini, o zaman ona eşdeğer sayılan ilkokul öğretmenliği ile yerine getirmek için Göreme’ye gelmiş.

SAK: Bu Kaya Otel öncesi bir hikaye mi?
SH: Evet, tanıştığımızda Kaya Oteli’ni çiziyordu orada. Akşam evine davet etti, projeyi gösterdi. Louis Kahn’ın öğrencisi olduğunu anlattı.

SAK: Bu planlamaları İller Bankası için yaparken nerede çiziyordunuz, çalışıyordunuz? İstanbul’da bir yeriniz mi vardı?
SH: Tabi, serbest mimarlık bürosu kurdum.

AV: İstanbul’da mı kurdunuz?
SH: Evet.

AV: Neredeydi ilk büronun yeri?
SH: Büronun yeri mi? Evdeydi.

AV: Çok güzel, ev-ofis dediğimiz şey.
SH: İş hanı falan değildi, tabi evdeydi. Evde çalışıyordum.

SAK: Orada tek başınıza, yardımcınız olmadan tek başınıza çiziyordunuz yani?
SH: Evet, öyle.

SAK: Araştırma yerine gidip, geri gelip topladığınız bilgileri değerlendirip çizerek.
SH: Evet, böyle beş iş yaptım. Göreme’yi yaptım sonra İstanbul’da Şile’yi verdiler. Sonra Develi’yi verdiler, Kayseri yakınında. Hem yerel karakterleri hem de değişik zamanlar içinde gelişmiş mimarileri tanımak çok öğreticiydi. Memleketimizde 7 iklim bölgesinden bahsedilir. Fakat bir iklim bölgesi çok değişik karakterleri de gösteriyor; ovası başka, dağı başka, malzemesi başka, ekonomisi başka.

Sevinç Hadi Göreme imar planlaması sırasında
Nevşehir ili Avcılar Kasabası İmar Planı
Sevinç Hadi'nin Şile İmar Planı çalışması sırasında
Şile İmar Planı
Şile'de Kumbaba'ya sal ile geçiş
Sevinç Hadi Şile Kumbaba'da

AV: Sevinç Hanım, bu sizin mi, yoksa o dönemin özelliği mi? Meşhur mimarların ofislerine gidiyor, başvuruyor, çalışmaya başlıyorsunuz; Almanya’daki hocanıza mektup yazıyor, gidiyor orada çalışıyorsunuz. Ankara’ya planlamaya gidip gencecik bir mimar olarak proje istiyorsunuz. Bu, dönemin jargonu mu, bunu herkes mi yapıyordu, yoksa size özel bir davranış mıydı?
SH: Benim arkadaşlarım da böyle şeyler yapıyorlardı herhalde.

AV: Şimdi ben Ankara’ya, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na, değil 20 küsurlu yaşlarda şimdiki yaşımda gidip “Ben geldim, planlamayla ilgili bir şeyler yapıyorum.” desem hangi kapıyı çalacağımı bilemem ya da çaldığım kapı da beni dikkate almaz belki de. Değil mi? O dönemle alakalı bir şey sanıyorum.

SAK: Şöyle bir fark var bir de: Okumuş kişiyle bürokrat birbirini uzak görmüyor, birlikte çalışıyorlar. Diyorsun ya “Beni herhalde dikkate almazlar.” Öyle bir his yok herhalde o zaman. Fark bu.
SH: Vallahi bir yerden döndürüldüğümü görmedim. Girişmek, didiklemek, denemek içimi rahatlatıyordu.

AV: Yani siz 1962’de Almanya’dan döndünüz ve şehir planlama işlerine başladınız Ankara’da. Sonra?
SH: Evet, ondan sonra da Prof. Nezih Eldem’le çalıştım. Taşkışla içinde birinci katta Nezih Bey’in yaptığı Mimarlık Fakültesi kütüphanesi vardı, bu sefer denize bakan tarafta İnşaat Fakültesi kütüphanesi için bir proje ve uygulaması isteniyordu zemin katta. Sonra orası Mimarlık Fakültesi'nin periyodik kütüphanesi için kullanılmaya başlandı. Ben Nezih Bey’in öğrencisi de olmuştum. Çok isteyerek grubuna girmiştim. O zaman söylediklerini yeterince değerlendirdiğimi düşünemem; projemde işleve uygun birtakım ilaveler yapmıştım. Nezih Bey onları çok güzel hizaya getirmişti. Sonraları Nezih Bey ile çalışırken onu daha yakından tanıma şansını ve fırsatını buldum. Ve Nezih Bey beni çok sevdi, ben de onu çok sevdim. O kütüphaneyi yaptık, çok güzel oldu. Çok heyecan verici bir çalışmaydı. Çok kısa sürede çizildi ve şantiye şefliği de bana aitti.

İTÜ Taşkışla İnşaat Fakültesi Kitaplığı
İTÜ Taşkışla İnşaat Fakültesi Kitaplığı; çizim: Sevinç Hadi

SAK: O kütüphanede büyüdük biz.
SH: Demir işlerini yapan Niko Usta gelmişti, rafları taşıyacak konstrüksiyon monte ediliyordu. Üst kat için ben bazı şeyler teklif etmiştim, Nezih Bey de iyi bulmuştu önerilerimi. Çok güzel çalışmıştık birlikte. Niko Usta benim dediğimi yapıyordu sonra Nezih Bey bir şey söylediğinde de “Hayır öyle yapmam Sevinç Hanım’ın söylediğini yaparım.” diyordu. Nezih Bey de “Ya ben hocayım beni dinlesene!” diyordu. Çok tatlı bir çalışmaydı.

AV: Şandor Bey ile yollarınız nerede kesişti? Nasıl bir kesişme oldu? Bir ofiste birlikte mi çalışıyordunuz?
SH: Biz birbirimizi tanıyorduk zaten okuldan, sonrasında da arkadaştık.

AV: Ondan önce sınıf arkadaşı mıydınız?
SH: Hayır değildik. Üniversiteyi aynı okulda okumuştuk. Şandor öğrenciliğinde benim kadar yer değiştirmemiş, liseyi Saint Michel Lisesi’nde, ondan önce de Yeşilköy Pansiyonlu İlkokulu’nda okumuş.

SAK: Yapmayın, ben oradan mezunum! Adı sonra Yeşilköy Halil Vedat Fıratlı Pansiyonlu İlkokulu oldu.
SH: Şandor, ilkokuldaki resim öğretmeni Zakire Öğretmen’den hep minnetle bahsederdi. Şandor’un yeteneği ve ilgisini fark edip onu sahne tasarımı yapması, bahçe düzenlemesi için teşvik etmiş, ona fırsatlar vermiş. Balerin Ninette de Valois’nın oynadığı sahneyi düzenletmişler okulda. Şandor’un babası 1930’larda Macaristan’dan Türkiye’ye gelen uzmanlardan. Anadolu’da çalıştığı dönemlerde aile İstanbul’da iken onu karşılamaya Tophane’ye rıhtıma gidermiş. Şandor defalarca Güneysu vapurunu, bacalarını, filikalarını, vinçleri ve kaptan köşkünü gözlemlemiş. Sonra da kaldıkları yerde muşambanın altındaki kartonları keşfedip gemi maketleri yapmış defalarca. Ve onlarla mutlu olmuş. Zaten Şandor çok mutlu bir adamdı, özgüvenli, umut doluydu, çabuk kırılmazdı. Tabi ki endişe ederdi, ama sorgulardı. Kendinden emindi, çok emindi. Bir şeye bakardı şöyle, “Ben yaparım!” derdi.

AV: Bir okulda bir gün konuşmaya çağırmışlardı, dedim ki “Bugün ne eksiğiniz var derseniz, ‘Ben yaparım!’ eksik.” Şandor Bey’in ve sizin kulaklarınızı çınlattık. “Ben yaparım!” demek insanın bir anda kendisine güven duymasını sağlıyor.
SH: Ben yaparım diyor ama bir de ben bile yapamam diyor. Onu da söylüyordu, çok güvenle hem de. “O kadar güzel ki breh breh! Ben bile yapamam!” derdi. Yapabiliyorsa yaparım, yapamıyorsa yapamam der. Mesela tonet iskemleler, 1964 yılında almıştık, hasır tabi patladı. Hasır örenler var, vermedik onlara. Gittik aradık hasır bulduk geldik, sabaha kadar bir tanesini ördü. Yalnız kenar çerçevede daha kalın, daha geniş hasır var, o bizde yok, eskisini aynen yerine yerleştirdi. Sabah tamamdı hasır örgü işi. Bir başka tonet koltuk iskeletine kendinin özel teknikle imal ettiği halkalar ve halka içinde halkalar vasıtasıyla deri yüzeyler de katarak yaptığı çok özel yorumu da ifade edebiliriz. Bir keresinde Riva’ya gitmiştik, herkes denize girip çıkıyor. Akşam saatinde el ayak çekildi, karanlık basmak üzere ve araba çalışmadı. Şandor arabayı çalıştırdı ve yaptı. Nasıl yaptın dedim, “Arızanın bulunduğu yerin başlangıcına giderek.” dedi. Makine, motor bilgisinin inceliklerine sahip olmasa da kurduğu düzgün mantık sıralaması ve el becerisi sayesinde işi halletti.

AV: Şandor Bey’le ilk önce iş mi ilk önce aşk mı?
SH: Yok canım iş değil, aşk tabi.

SAK: Sonra evlendiniz. Bu dediğiniz hikayede bana ilginç gelen, aranızdaki profesyonel ilişkinin ortaklık gibi olmaması, esasen ikiniz de kendi işinizi yapıyorsunuz.

AV: Mesela böyle bazı eş, ortaklı şirketler var Türkiye’de. Şaziment Hanım ve Neşet Bey ya da Altuğ Hanım ve Behruz Bey. Onlarda hep birlikte hareket etme eylemi var. Oysa sizde 20 yıl boyunca, Milli Reasürans’a kadar herkesin kendi işi ve kendi defteri var. Bazı işlerde birliktesiniz. Sanki belli bir süre ofis paylaşıyor gibisiniz, iş ortaklığı değil de. Sevinç Hadi’ye gelen işler var, Şandor Hadi’ye gelen işler var. Herkes birbirine destek oluyor. Bazı işler ortak geliyorsa beraber yapılıyor.
SH: Hani bir Karadeniz türküsü var ya “Sırtındaki sepetin ben olayim hamali”, işte aynen öyle. Biz birbirimizin işini de yaptık. Birisi bir şey mi yapıyor? Öteki onun işine doğal olarak katıldı. Birbirimizin ismini ortak olarak yazmadık. Şirket olmadık. Benim defterim ayrıydı, onun defteri ayrıydı. Sonradan, Milli Reasürans’ı yapacağımız zaman anonim şirket kurduk, 1985’te.

AV: Ama sonuçta tek ofis mekanı vardı 1964-1986 arasında.
SH: Tabi birlikte çalışırdık, her şeyi beraber yapardık. Birbirimize bağlıydık. Zamanımızı birleştiriyor, bir arada çalışıyorduk ama o kendi işini, ben kendi işimi yapıyordum. Bazen de birbirimize yardım ediyorduk tabi, o çok önemli. Bir de bir yere bir şeyi ortak mı yapıyoruz, birimizin adını yazardık, diğerimiz boşuna uğraşmasın isterdik. Halbuki yazmak lazımmış. Neyse, geçti o günler.

Sevinç ve Şandor Hadi'nin birlikte çalıştıkları ofis
Sevinç ve Şandor Hadi'nin Kilyos yolundaki Bilekçi Çiftliği'ni ziyareti
Sevinç ve Şandor Hadi'nin Sümela Manastırı ziyareti

SAK: Arkasındaki telif meseleleri açısından mı?
SH: Telif meseleleri açısından, evet. İşi yaparken iş sahibi gibi davranmak lazım. Öyle duyguların yeri yok. Doğrudan doğruya iş sahibi olarak davranmak lazımmış. Biz sanki elimizde bir oyuncak, onunla oynarmış gibiydik. Ama ciddi davranıyorduk elbette, çok ciddi davranıyorduk. Çok sorumluluklarımız vardı, mutlaka onları yerine getirmeye çalışıyorduk. Fakat sen-ben davası asla olmadı aramızda. Ama konkurlara beraber imza attık tabi. Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesini birlikte yaptık, ikimizin de adı geçti orada.

SAK: 20-25 yıllık ofis ve ofisteki hayatı da merak ediyorum. Uzun uzun masalarda büyük aydıngerlere çizilen bir dönem. Ofiste yemek pişer miydi örneğin? Oradaki hayat nasıldı? Kullanılan araçlar, çalışanlar, onlarla ilişkiler… Mimarın hayatının geçtiği yer ofis mekanı.
SH: Mimarın mekanı önemli, evet. Ben önce evimde çalışıyordum, Şandor ise Beyazıt Meydanı inşaatında. Bu meydanın hikayesini biliyor olabilirsiniz. Turgut Cansever’den istediği şartlarda, istediği bir kadro ile çalışabileceği çok hızlı bir çalışma bekleniyor. Cansever, “Bana bir kişi yeter,” demiş, Şandor’u düşünerek. Çünkü Şandor onun bürosunda öğrenciyken de çalışmıştı. Sonra Şandor, Turgut Bey’in o işi projelendirmesi kabul edildikten sonra hem proje çiziminde, hem şantiyenin mimarı olarak çalıştı orada. Beyazıt Meydanı inşaat işi tamamlattırılmadı ama Şandor, İbrahim Yolal Müteahhitlik firmasının mimarı olarak çalışmaya devam etti. Bandırma liman inşaatı, Petlas Fabrikası, Çukursaray Restorasyonu, Gebze tren yolu inşaatı, Haliç’te zahire depoları… Şandor bu firmada zamanı istediği gibi kullanırdı. Yüklenici İbrahim Yolal bunu zaten kabul etmişti. Şandor’dan bir şey isteyecekse, bizi yemeğe davet ederdi, “Siz ikna edersiniz” derdi bana. Levent’te kızı için yaptırdığı camide, son cemaat mahallinin rüzgara karşı kapatılma detayı, mevcut hasır deposuna avluda yere yayılan hasırların tekerlekli levhalara altı hep altta, üstü hep üstte kalacak şekilde yerleştirilmesi... Böyle, adeta Bauhaus detayları uygulandı. İbrahim Yolal ile Şandor arasında işler hep karşılıklı saygı ve güven içinde ilerliyordu. Şandor’un keyifle çalışmasına olanak sağlıyor ve coşkusuna fazlasıyla yanıt veriyordu. Ardından Beyoğlu’nda Pera Palas’tan İstiklal Caddesi’ne çıkan Balyoz Sokak’ta köşedeki İbrahim Yolal Han’ın restorasyon projelerini yaptı, binayı sağlamlaştırdı. Şandor’a orada büyük bir yer verilmişti, bürosu oradaydı. Ben Şile İmar Planı'nı orada yaptım mesela.

SAK: İki kişi miydiniz?
SH: İki kişiydik, sonra Şandor o zaman Abide Sitesi’nin işini almıştı. Yapılmadı ama çok kapsamlı projeleri hazırlandı, çizimleri yapılırken çalışanlar olmuştu. Mesela Cafer Bozkurt, öğrencilik yılları olabilir.

AV: En çok kaç kişilik bir ofis oldu?
SH: Dört-beş kişi çalışıyordu.

AV: Sizin dışınızda mı dört-beş kişi? En çok böyle bir sayı mıydı?
SH: Sürekli böyle değildi. Ben size bir Macar yemeği anlatayım. Kendi yağıyla kavrulmak denen şey. Pilicin yağları alınıp eritilince sıvı yağ oluyor. Sonra soğan, paprika, kemik ve et parçalarını kavurup kaynar su, en sonra da galuşka denen gözenekli hamur toplarını ilave edince lezzetli bir yemek ortaya çıkıyor. Birçok mutfak kültüründe kendi yağıyla kavrulmak denen şeyi biz orada tatbik ettik. Kendi kendimize çalışıyorduk çoğunlukla. İş yoğunlaşınca destek alırdık. Mesela ben Doğan Tekeli’nin yazısında okudum, sekiz kişi ve sekiz masa vardı diyor. Bizde öyle bir şey yoktu. Bir kişi mi lazım bir, üç mü lazım üç masa.

AV: İş bazında büyüyüp küçülen bir ofisten bahsediyoruz yani.
SH: Kendimiz çok çalıştık ve mesela maket bürosuyla hiç tanışmadık. Şandor yetkin eliyle zanaat işlerini de, sanat işlerini de son derece rahat ve ustalıkla yapardı. Biz maketi, yalnız bitmiş projeyi veya fikri sunmak için değil, çalışmak için, seçenekleri de denemek için yaptık.

AV: Zaten o kadar elinden geliyor ki sizin Tuzla’daki evde de Şandor Bey’in zanaatkarlıkları var.
SH: Şöyle söyleyeyim, kendisinin ifadesidir: “Fırçanın en ince uçlusundan inşaatın en kaba işçiliğine kadar her şeyi yapabilirim.” diyordu. Bu arada kendisinin mimarlıktan önce resim ve heykel çalışmaları olduğunu söylemeliyim. Ayrıca özel bir mimari uygulama olarak işçiye tuğla duvar örmeyi gösterecek ve o duvar çıplak kalacak, yani tuğla duvar örgüsü görünecek. O yüzden her sırada ip çekiliyor. Her sıranın harcını, her akşam fırça ile ıslatıp daha prizini tam yapmamışken eğri bir demirle bastırıp, harcı ezerek düzeltip sonra üstteki sıraya geçmek gibi sabır ve emek isteyen uygulamaları vardı.

SAK: Uygulama projelerini de oldukça detaylı çiziyordunuz o zaman?
SH: Evet, oldukça değil tam detaylı çiziyorduk. Şandor sabah, şunu çizeceğim diye karar verirdi, akşama bitirirdi.

SAK: Aydan sen çiziyor musun şu sıralar? Ne kadardır çizmiyorsun ya da?

AV: Herhalde bir beş yıldır el ile teknik çizim yapmıyorum. Eskiz yapıyorum, detay eskiz/el çizimi ile yapıyorum ama bilgisayarda çizmiyorum.
SH: Şandor, bilgisayar dönemini görmedi. Milli Reasürans işimizin yarısında, inşaat mühendisimiz Metin Erdemli bilgisayarla çalışmaya başladı. Biz ise hiç başlamadık, her şey elle çizildi.

AV: Peki birlikte iş yaptığınızda ya da çalıştığınızda birbirinizi hangi konularda tamamlıyordunuz? Şandor Bey’e olan katkınız neydi? Onun size olan katkısı neydi?
SH: Bir birliktelik, düşünceler, heyecanlar, zaman akıp giderken birinin diğerinin filtresi olması. Ömer Kanıpak’ın dediği gibi karşılıklı motor ve vites olma durumu. Bir gün ona, seninle çalışırken yaptığımı beğenmezsin diye korkuyorum, demiştim. O da “Asıl ben korkuyorum.” diye cevaplamıştı. Şunu da ekleyebilirim: Milli Reasürans yarışmasında ele aldığımız iki seçenek için Şandor sordu “O mu, bu mu?” diye. Ben eyvanlı dedim, o ise “ama kaybedebiliriz” dedi. Ben de, ilk defa mı kaybederiz; eyvanlıyı yapalım, sonra kaybedelim, dedim. Yarışma sonuçlarının ilanından sonra tanıştığımız ilk günlerdeydi, Milli Reasürans T.A.Ş. Genel Müdürü Cahit Nomer, hoşsohbet bir eda ile sordu: “Kuzum kim düşündü bu boşluğu, bu köprüyü yapmayı?” Şandor’un cevabı: “Bunu asla öğrenemeyeceksiniz.” Ben de şimdi bu etki konusu için, nasıl-ne kadar, bunu asla öğrenemeyeceksiniz, diyorum.

Madem Şandor’dan konuşuyoruz, biraz daha devam edelim. Şandor Hadi’nin vefatından (26.03.1986) sonra Taşkışla 109 No.’lu amfide İTÜ Mimarlık Fakültesi ve Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nin ortak kararı ile bir anma toplantısı düzenlendi. Sergi afişine “Bir Seçkin Mimar” yazılarak bir sergi açıldı. Serginin anı defterine aziz dostumuz ressam mimar Cihat Burak “Şandor altın şarkısını söyledi, altın gibi kalbiyle, altın tarlaya gitti.” yazdı. Cihat Burak “Şandor” ismini Fransız dilinin fonetiği ile harmanlayıp “Chant d’or” altın şarkı ve “Champs d’or” altın tarla çevirisi ile her zamanki zarif ve naif yorumunu yapmıştı.

AV: Benim ortağım çok iyi malzeme ve detayını bilir; noktasal presizyonları daha iyidir, hemen görür. Ben üst ölçekten bakıp detaya inmeye çalışırken Selim detaydan yukarıya gelir ve biz ortada buluşuruz. Diyelim bir okul projesi geldi, ben daha vaziyet planı ölçeğinde bakarken Selim o sırada sıraların boyutu ve miktarında olabilir. Sizin çalışma yöntemleriniz nasıldı?
SH: Bazen alt üst olurdu iş, en baştan başlardık. Şandor’un detay bilgisi, tesisat bilgisi müthişti. Hatta ben, sen bu kadar tesisatı nereden biliyorsun?, derdim. “Atla deve değil merak etme sen de yaparsın.” demişti. Şandor’un vefatından sonra Milli Reasürans işinde, hakikaten atla deve değilmiş, anladım. Tesisatçılar soruyorlardı ben hemen bir çıkar yol bulabiliyordum.

AV: O zaman Şandor Bey detayları iyi çözen bir durumdayken siz bütün o parçaları toparlayansınız gibi algılıyorum. Bu hissim doğru mu?
SH: Şandor bana “Sen hiçbir şey yapmasan da şurada otur.” derdi. Konuşuyordum çünkü tenkit ediyordum, bir çıkar yol buluyorduk. Hatta şöyle bir şey anlatmıştı; bir mimarın bürosuna ara sıra biri uğrarmış, onlar da bu kişiye maaş verirlermiş ama gelip konuşuyor sadece, sonra gidiyor. Çünkü o konuşma çok işe yararmış. Şöyle bir şey olmuştu; annem vefat etti tabi çok üzgünüz. Ben evdeyim, büroya gitmiyorum. O zaman Ankara Adliye Binası yarışmasına başlamıştık. Şandor “Ben de evde çalışacağım, sen ne istersen yap.” dedi. Yarışma alanı dar, uzun bir arsa, şimdi yapılan adliye binasının yeri. Caddeye cephesi az ama derinliği var. Yarışma şartnamesi “bir giriş yapılacaktır” şartıyla başlıyor. Gün boyunca 10 bin kişinin girip çıktığı binada tek giriş! Nasıl olur? Biz ticaret, ağır ceza, sulh hukuk mahkemelerini ayrı girişlerle bir avlu etrafında birleştirelim dedik. Avlunun karakterinde her taraftan ayrı ayrı girme özelliği var. Fakat birinci cümle “bir giriş olacaktır” diyor. Bu cümleye bakarak Şandor çiziyor, 1/200 ölçekte çiziyor hem de. Gidiyor geliyor, bakıyorum. Bir küçük defter, krokiler çizmiş ben de karıştırıyorum. Biri için, bunu neden yapmıyorsun diye sordum. Önde ticaret mahkemeleri, arkada ağır cezalar hep avlu istiyoruz ama girişte kalabalığı toparlayan bir konferans salonu var. “Sen de hiçbir şey beğenmezsin!” dedi, çıktı gitti. Sonra geldi, tamam onu çizelim dedi, başladık, onu yaptık. İkinci olduk biz. 26 proje iştirak etmiş, herkes tek kapı fikrine bağlanarak o dar uzun binayı yapmış. Fakat Umut İnan avlu yapmış, çok akıllıca bir şey. Sonra biz Ankara’da karşılaştık konuştuk, “Hiç farkında değildim o cümlenin.” dedi. Yarışma jürisinde sanırım Maruf Önal’dı, Şandor sormuş “Neden böyle tek giriş yapın dediniz?” diye. “Farkında değildik öyle mi yazmışız?” demiş. Bazen jürinin söylediği kendisini bağlamıyor.

Maruf Bey de “Siz de iki tane kapı yaptınız.” demiş. İki tane rüzgarlık yaptık başka çaresi yok ki! Tek rüzgarlıktan girer mi o kadar kalabalık? İstemezlerse kapatırlar zaten ikincisini.

Duruşma salonu, hakimler, savcılar, kalem, sekreterlik bölümü ile ağır cezalarda çok yoğun bir program var. Birinci olan proje (şimdi yapılan nasıldır bilmiyorum) kalem-sekreterlik kısmını açık banko şeklinde yapmıştı. Açık banko ile alandan çok kazanç elde ediliyor. Yarışmalarda daha az alanlı çözümler projenin kazanması için avantaj sağlıyordu. Ağır cezada sekreterlik kısmı açık banko olur mu? Oradan bir dosya kaybolsa insanın hayatı değişir. Biz hepsini kapalı kutular halinde halletmiştik. Onlar da biraz azaltmışlar biz de biraz azaltmışız ama onlarınki daha fazlaydı çünkü açık banko. O garipti, fakat avlu fikri iyiydi.

AV: Ben de yıllar içinde yarışmalarda benzer şeylerle karşılaştım. Bir şartname çıkarılıyorsa bunun jüriyi bağlaması gerektiğini düşünenlerdenim. Yoksa bütün tasarım hikayesini alt üst ediyorsun ya da tasarımcıyı engelliyorsun.
SH: Aslında bu yarışmaların mimarı da, mimariyi de çok baskı altında tutan bir tarafı da var, Bayındırlık Bakanlığı yarışmalarının mesela, çatı meyilleri vs. Katıldığımız bir başka yarışma vardı, Sivas Hükümet Konağı. Sivas’ın tarihi hükümet konağı da konuya dahil edilerek onun çevresi yapılıyordu. Onun karşısındaki arazi için açılan belediye yarışmasında Yaprak Ataman birinci olmuştu ve yapıldı o bina. Yer görme mecburiyeti vardı, gittik gördük. Tarihi binanın bir tarafında belediye binası ve nikah salonu diğer tarafında ana cadde ve arada yarışma alanı vardı. Yer seçiminde nikah dairesi tarafına nüfus dairesini, diğer tarafa da adliyeyi yerleştirdik. Yani bir tarafta gelin alayı ve davetlileri ile yeni doğan bebeğine kimlik alan babalar, diğer tarafta hüzünlü, telaşlı giren çıkanlarla belli bir yoğunluğu olan adliye gibi bir senaryo kurguladık. Bütün projeler arasında bir tek biz belediye tarafına koymuşuz hükümet konağını. Kalan 56 projede öbür tarafta. Jüri; çevre, ölçek, sürprizli mekanlar, Anadolu kentlerindeki dolaşımın yapıda tekrar ettirilmesi gibi konularda methiyelerle dolu bir rapor yazmış ve projemizi ikincilik ödülüyle değerlendirmiş ama bir yandan da bu kadar kişi bu tarafta yaptığına göre doğrusu budur herhalde demiş, nikah salonu ile adliye binasının yan yanalığını tercih eden 56 projenin fikrine ağırlık vermiş.

SAK: 1960’tan 80’lere kadar birlikte çalışmalarınızı sınıflandırabilir misiniz geriye baktığınızda? Yaptığınız mimarlığı nasıl tarif ediyordunuz? Buna karşı bir farkındalığınız var mıydı yoksa içinizden gelerek mi devam ediyordunuz?
SH: Yapının bulunduğu yere, kullanıma, gereksinimlere, elverişliliğe ve kamuya karşı sorumluluk duygusu taşıyorduk. Düşüncelerimiz hep sadelikten yanaydı. Az sözle anlamlı konuşmak gibi, az çizgiyle gerisindeki söylemleri ve yaşamı ifade etmeye, dile getirmeye çalışıyorduk. Mesela konstrüktif eleman yanında bölücü duvarı da ayrı ayrı ifade etmek. Hatta bunu bir nevi ahlak meselesi olarak ortaya koyduk.

SAK: Dürüstlük gibi öyle değil mi? Fonksiyonel, malzeme, inşaat detayı dürüstlüğü üzerine kurulu bir anlayış. Bunun adının “bilmem ne -izm” olmasıyla ilgilenmiyordunuz.
SH: Aslında her şeyi bilinebilir, fark edilebilir kılan modernizm etkiliydi şüphesiz. Başka “-izm” yoktu bize göre. Evet, malzeme çeşitlemesi ile bir şeyler elde etmeye çalışmadık. Bazen yerin malzemesini kullanmak, daha sade olmak veya tek malzeme kullanmakta ısrar… Tabi işin içinde ekonomik olma durumu da var. Özetlersek, kolonsa kolon, duvarsa duvar, açıklıksa gereken genişlik ve yükseklikte gerçek ifadeler. Mesela şu oturduğumuz yerin salonunda taşıyıcı kolonların kendini ifade etmesi için beyaz alçı sıvalı dolgu duvardan derin fugalarla ayrılması, kolon yüzeyinde ise değişik mermer pirinci karışımla koyu, sert sıvanın taraklanması ile farklı bir doku elde edilmesi gibi uygulamalar yaptık. Mozaik sıvalı, düşey taraklı kolonlar nerdeyse yarım asırdır hiç bozulmadan duruyor.

Bir de esneklik, çok maksatlılık, daha eklersek elverişlilik için uygulamalarımız oldu. Örneğin, zemin katta odayı balkon haline getirmek için güvenlik amaçlı demir kafesleri yukarı aşağı hareketle ortadan kaldırıp, cam doğramayı da sağa, sola kaydırıp açarak bir esneklik kazandırmak. Kafes demiştim, kafes sevgimizi ifade için buna değindim.

AV: Peki, diyelim ofise yeni bir iş geldi ya da yarışmaya hazırlanıyorsunuz; tasarımın bir durma noktası vardır ya o anda kim dur diyordu?
SH: Hep son dakikasına kadar kullanıldı vakit. Kalemi elimizden bırakmak istemezdik. Zaman bizi mecburen durdururdu. Birçok şeyi aramak, başka şıklarla denemek… Hatta çalışıp göndermediklerimiz de vardır. Mesela İran’da Tahran Pehlevi Ulusal Kütüphanesi mimari proje yarışması için çalışmıştık ama nedense göndermedik.

SAK: Duruyor mu o çalışmalar, atıldı mı?
SH: Biraz tarumar olmuşları var ama bir kısmı duruyor evet. Maalesef iyi bir arşivimiz olduğunu söyleyemem. Beykent Üniversitesi’nde çalışırken bir sergi istemişlerdi, 2003-2004 yıllarıydı. Otuz panoluk, A0 boyutunda çalışmıştık. Sadece sergi hazırlığı da değildi, fotoğraflar çekildi, çizimler yapıldı. Bir de daha öncesinde Milli Reasürans Sanat Galerisi’nin ilk sergisi yapının mimarisine aitti, o sergi için arşivi tarayan bir çalışma yapıldı.

SAK: Mimarlık yapma şeklinize benzeyen mimarlıklar görüyor musunuz? Yapamıyorlar mı diyorsunuz yoksa “bu ne kadar iyi” dedikleriniz de çıkıyor mu?
SH: Her okuma, dolaşma, her bakış, her seyahatte hep mesleki açıdan bakıyor insan, o bakımdan gezmek eğitiyor. Bazen hayran oluyoruz bazen olmuyoruz. Elbette, o günlerden bu yana, hayranlıkla izlediğim pek çok mimari eserle karşılaştım. Bunların bir kısmının çalışma yöntemlerinin bizimkinden farklı olduğu aşikar ama sonuç hayranlık verici.Bana da Şandor’a da çok etki eden, yaptıklarımızda da benzerlikler var, Aalto’yu çok takip ettik. Turgut Bey, Nezih Bey… Nezih Bey’in yaptığı gibi yaptığımı düşünmüyorum fakat onun düşünceleri beni etkiledi. Nezih Bey gibi eleştirmek, onun gibi başlamaya çalışmak... Bir düğüm noktasını çözmeye çalışırken bir fikir ortaya çıkarmak. Nezih Bey müthiş bir adamdı. Çok sanatkardı, malzemeyi çok iyi bilirdi, öyle güzel neticelere varmıştır ki yeri okuyarak. Biliyorsunuz Nezih Eldem Harbiye’de Askeri Müze projesini yaptı. Konferans salonu oturma yerleri sahneyi ve çevreyi çok rahat izleyebilecek bir eğimle düzenlenmişti, hatta sahne yoktu. Burası bir geniş boşluk. Konuşmacılar, ekranlar, hepsi zengin olanaklı bir geniş mekan boşluğunda yer alıyor. Bu alanın ardındaki hareketli düzenek açılıyor, Mehter Takımı aynı kottaki bahçeden bu mekana giriyor. İki ileri bir geri adım adım o mekana akıyor. Ne muhteşem an, ne büyük ustalık! Evet, Nezih Bey’in dersleri de böyle heyecanlar aşılayacak şekilde idi.

Prof. Nezih Eldem ve eşi Eda Hanımı Tuzla’daki evimizde birkaç gün ağırlamak mutluluğunu yaşamıştık. Ev yeni bitmişti. İmtihan verecektik. Nezih Bey elinde suluboya takımı ile gelmişti. Evin etrafında şöyle bir dolaştı ve her gün öğleden sonra saat üçte seçtiği tipik noktada resmi tamamladı. Resim evimizi çok hoş aksettiriyordu. Yalnız bizim için değil, resimden anlayan kişiler için de çok değerli bir eser oldu.

Bir başka özel anı: Nezih Bey yine Tuzla’da doğum günü pastasının süsünü yapmak istedi. Kabuğu soyulmuş bademleri papatyaların taç yapraklarına benzeterek biçimlendirdi. Göbeklerine, oradaki tek marketten bulabildiğimiz renkli şekerleri yerleştirdi. Kâğıt helvadan kelebekler yaptı. Keyifle, gayet sevecen, hoş sohbet ve neşeli kişiliği ile.

Nezih Eldem'in yaptığı Tuzla'daki evin suluboya resmi
Nezih Eldem doğum günü pastasını süslerken
Tülin ve İmre Hadi doğum günü kutlaması sırasında

SAK: Nezih Bey çok da titiz, bütün Anıtkabir’in işlemelerini ona çizdirmişler.

AV: Tülin ve Cem İlhan’la da proje yaptınız mı?
SH: Tabi yaptık, yarışmaya girdik. Bandırma Cin Çukuru, TBMM Kütüphane, Arşiv, Genel Sekreterlik, Ziyaretçi Kabul Binası proje yarışması, Dalaman Havaalanı yarışmalarına katıldık. Bir-iki uluslararası yarışmaya da çalıştık. Büyük Mısır Müzesi’ne de çalışmıştık. Geleneksel Mısır mimarisindeki bir takım unsurları projede yeniden ifadelendirmeye çalışmıştık, örneğin rampaları. Ayrıca kumul dürbünü olarak isimlendirdiğimiz bir konsept projeyi yönlendirmişti. Yarışma ardından basılan kitaba da dahil etmişlerdi projeyi.

AV: Şandor Bey ile olan çalışma yönteminiz ile Tülin ve Cem ile çalışma yönteminiz benzerlik gösteriyor mu?
SH: Benzerlikler de var, farklar da. Onlar benim çalışmamı çok detaycı buluyorlar çünkü ben 2000 ölçekte de 1000 ölçekte de detayları düşünmeye başlıyorum; onlara sormak lazım. Ben her noktayı uzun uzun düşünürken onlar sonuca doğru ilerlemeyi seviyorlar. İstanbul Art News’te yapılan bir söyleşide benim için düşüncelerini yazmışlardı.

SAK: Bu sıralar takip ettiğiniz, ismini tanıdığınız, şunları iyi yapıyor, şunları beğeniyorum dediğiniz var mı?
SH: Var elbette, hem yurtiçinde hem yurtdışında çok güzel şeyler yapanlar var. Eskiden olduğu gibi bugün de, fazlalıklardan arınmış ve insanları kaynaştıran işler hoşuma gidiyor. Turgut Cansever’in Demir Tatil Köyü’nü zaten çok beğeniyordum. Sonradan Emine Öğün ve Mehmet Öğün’ün Aman Rüya Oteli’ni gördüm. Farklı detaylarla çok asildi. Serhat Akbay’ın Urla’daki bağ evi, bürosu, oteli doğa ile kaynaşmış, hep birlikte köye canlılık getirmişler. Hasan Çalışlar ve Kerem Erginoğlu’nun Tuz Ambarı ile eski esere verdiği yeni can. Ertuğ Uçar ve Mehmet Kütükçüoğlu’nun Galatasaray’daki düşey yapı elemanı ile o köşeye anıtsal kimlik kattığı Yapı Kredi Binası, SALT Galata, Nevzat Sayın ve Bünyamin Derman’ın eserleri, Tülin Hadi ve Cem İlhan’ın Gölcük Vehbi Koç Vakfı Yaşam Merkezi -ama gerçekten yaşam merkezi- ilk anda aklıma gelen ve beğendiğim yapılar. Bununla beraber, son yıllarda, çok taze yapılar olmasa da, yurtdışında görüp çok beğendiğim, beni heyecanlandıran yapılar oldu. Le Corbusier’nin Boston Carpenter Center Sanat Okulu, Aalto’nun Helsinki Konser Salonu, Renzo Piano’nun Amsterdam’daki Nemo Bilim Merkezi’nin neşe saçan, öğreten meyilli aktif çatısı, Norman Foster’ın Reichstag Kubbesi, Rem Koolhaas’ın Villa D’alava Evi, Gunnar Asplund’un Stockholm Halk Kütüphanesi, RCR Arquitectos’un Barselona’daki Medyatek ve Yaşlılar Kulübü binası, Jorn Utzon’un parça parça kayalıklara serpilmiş yazlık evi çok hoşuma gitti. Bir de, Oscar Niemeyer’in Rio de Janeiro’daki müzesi. Charles Corea’nın New York’taki Birleşmiş Milletler Binası civarındaki kimlik taşıyan Hindistan Binası ve Kevin Roche ile Joe Dinkelo’nun Newyork Ford Vakfı Binası, bal dök yala-zemin çiçekler içinde. Bunlara ilaveten Louis Kahn’ın Pera Müzesi’ndeki sergisinde de vurgulanarak anlatılan eserleri… Elbette çok daha fazlası var.

Etiketler:

İlgili İçerikler: