Acil Durum: Yeni Kötü Günlerde Tasarım

KORHAN GÜMÜŞ

Bir virüsün fail olarak insanlığın durumunu değiştirebileceği fikri hiç hesapta yoktu (belki birtakım öngörü sahibi araştırmacılar hariç) ve topluluklar 19. yüzyıldan günümüze uzanan bir süreçte geliştirilen sağlık teknolojileriyle salgınların kontrol altına alındıklarını zannediyorlardı. Sorun şöyle de tarif edilebilir: Sağlık teknolojilerinin dışındaki alanlar ile bağlar kurulmadan riskleri azaltmak mümkün olabilir miydi? Virüslerin insan hücreleri ile ilişkiye girerek zarar vermesi gibi, afetler de kolektif yapıların en zayıf yerlerini bularak, onlarla etkileşime girerek darbelerini vurdular.

Ortaçağ'daki "kara veba"da olduğu gibi insanlığın geçmişte başına gelen felaketlerin "otomatik olarak" kapitalist modernleşmenin kollektif yapılarının ya da eylemselliklerinin mutasyonuna yol açmadığını, insanlığın (bile bile) kendi yok oluşunu hazırlayabileceğini söyleyenler var. Bu kontrol-dışı kalma konusunu tetikleyen şeylerden biri de şehirlerin özel durumu ya da kendi özel kırılganlık koşulları.

Virüs bilinmese bile en azından İstanbul gibi bir şehri yıkabilecek bir deprem olma ihtimali biliniyordu ve felaketi önlemek için hiçbir şey yapılamadı. Buna karşılık küresel finans sermayesine yatırım yapmaları amacıyla sunulan köprüler, havalimanları, kentsel dönüşüm projeleri ekonomik kaynakları yutarak tam da felaket ortamının hazırlayıcıları halini aldı. Uçaklar uçmasa da, köprüler kullanılmasa da onların parasını halk ödeyecek. Bu yatırımların karları güvenceye alınmış durumda. Ama işsiz kalan insanlara devletin ödeyecek parası yok.

Bu yüzden iktidar kısa bir süre içinde eski güzel günlere dönüleceği hayalini kurmak zorunda. Kendisi bile buna inanmasa da. Tıpkı krizin başlangıçlarında uçak biletlerindeki KDV'yi azaltarak, konut kredilendirme koşullarını değiştirerek bu krizle baş edebileceğini sanması gibi. Bu yaklaşım şöyle formüle edilebilir: "Merak etmeyin devletimiz sizin için gereken her şeyi yapıyor, siz yalnızca evlerinizde bekleyin" ya da "Bugün yaşadığımız olağanüstü koşullar yakında sona erecek. Biz de bıraktığımız yerden devam edeceğiz." İktidar cephesinde bir hafta öncesine kadar yaşanan felaketin bir fırsat olduğunu söyleyenler dahi olabiliyordu.

Diğer bir ihtimal ise olağanüstü koşullar öyle beklenmedik sonuçlara gebe ki ve bunlar gerçekleştiğine göre, bir daha asla geçmişe dönemeyeceğimiz. Bu felaket (ve kapıda olan diğerleri) bildiğimiz her şeyin değişmesini gerekli kılabilir. Ayakta kalabilmek için her şeyi gözden geçirmek, yeniden yapılandırmak zorunda kalabiliriz. Biz istemesek de. Ürkütücü olan olağanüstü olanın olağan duruma dönüşmesi, yani sürekli olma ihtimali, yeni felaketlerin de kapıda beklediği.

Fotoğraf: Doğukan Bilgin

Eski güzel günlerden değil, yeni kötü günlerden hareketle
İstanbul yalnızca deprem gibi bildiğimiz değil, virüs gibi bilmediğimiz afetlere karşı en kırılgan şehirlerden biri. Şehrin neden felaketlere karşı kırılgan hale geldiğini sorgulamak gerekiyor. Şehri "nesne" olarak değerlendiren entelektüel devlet sınıflarının mekanı "eyleyen" olarak kavrayamadıkları açık.

Şehirlerdeki değişim sunulduğu gibi hiç şüphesiz basit bir teknolojik yenilenme değildi, ulaşımla ilgili kararlarda olduğu gibi, ya da göçlerin sonucu da değildi. Şehirler, ulus-devlet politikaları ile düpedüz bastırılmış, inkar edilmiş olanın semptomatik etkileri ile biçimlendi. Ulus-devletlerin bir idrak sorununun olduğunu söylemek mümkün. Siyasal mücadelelerin yarattığı yıkımları görmek ve kendisini gözden geçirmek yerine tam tersini yaptıklarını (bu gelişmelerden beslendiklerini) söylemek mümkün. Bu nedenle asıl tehlikeleri idrak sorununun yarattığı söylenebilir.

Ulus-devletin sekülerleşmemiş iktidar aygıtının içindeki bir imtiyaz alanı halini alan ve bir seçkincileştirme aracı olarak işlev gören, kapalı uçlu, nesneleştirici tasarlama ideolojisi ve de alt sınıfların, işaretsizleştirilen kitlelerin semptomatik varlığıyla ulus-devletler, kolektif hayatı körleştirdi, göz göre göre kendi yok oluşunu hazırladı.

Bu yüzden mücadeleler, yaşanan gelişmeler şehirleri iyileştireceğine daha kırılgan hale getirdi. Ulus-devletin şehir düzeni içinde sesi çıkamayan topluluklar dışlandılar, şiddet gördüler, doğdukları yerleri terk etmek zorunda bırakıldılar ama bir taraftan da bu mücadelelerle imkanlar elde ettiler, hayatlarını değiştirdiler. Şehirsel politik alanı biçimlendiren bu mücadelelerin bu koşulları değiştirdiği söylenebilir mi?

Bu ihtimale karşı felaket-sonrası kalıntılar, kurumlar, pratikler, toplulukları geçmişe geri dönebileceğine inandırmaya çalışırlar. Modernleşme içinde nasıl yok edilen hep yaşıyor gibi gösterildiyse, bunu başarabileceklerini hayal ederler. Tıpkı savaşlardaki gibi. Savaşlar kazanılır ya da kaybedilir. Ama ölenlere ne yaşadıklarını kimse sormaz. Tarihte iktidarların bir önceki hayatlarını hatırlamaları gibi. Hatırladıklarının ölmüş olması, yalnızca yaşıyor gibi gözükmesi asla fark edilmez. Sorun bir daha asla geçmişe dönülemeyecek olması değil, iktidarların geçmişe döndüklerini iddia etmeleridir. Bu durumda geriye bir ihtimal kalır. Hayaletlerle aynı evde, aynı dünyada yaşamak. Bu yeni bir şey değil, dünyanın büyük bir bölümü, insan olanlar, olmayanlar zaten sürekli savaşlara malzeme olarak sürüldüler, kırımlara uğradılar, felaketler yaşadılar. Normal olan, onlar için ölümdü, yıkımdı, acıydı...

İdeolojinin amacı işaretsizleştirdiklerini, temsil ettiklerini değil; kendisini, yani soylulaştırıcı eylemsellikleri yeniden üretmektir. Piyasa ilişkileri ve iktidarın imtiyaz alanı içinde "uykuya yatmış" gibi gözüken işlevlerin felaket anında bağımsızlaşmaları, araçsal perspektiflerden uzaklaşmaları, kopmuş olan bağları kurmaya çalışmaları ihtimalinden söz etmek istiyorum. Bu ihtimalin arka planda kalmasının kapitalist modernleşmenin ideolojisiyle ilişkili olduğunu varsayıyorum. Bir tasarımcı, konuştuğu insanları nasıl işaretsizleştirmeden ilişki kurabilir? Bu soruyu "sosyal mesafelenme-uzaktan çalışma" ile "uzaktan çalışamama, uygulama ile temas" arasındaki ilişki üzerinden yanıtlamaya çalışacağım.

Oyunun kuralının bozulduğu yer
Ulus-devletlerin bir "idrak sorunu" olduğunu söylemiştim. Bunun nedenleri üzerinde durmak gerekiyor. Genelde imtiyaz sahipleri, kendilerini korumak için anlama tekelini ellerinde tutarlar, paylaşmazlar. Egemenler işaretsizleştirilenlerden ayrı bir dünyada yaşarlar. Kırımlar, şiddet, yoksulluk, hastalık içinde yaşayan insanların, malzeme gibi savaşlarda cephelere sürülen erlerin, insan-olmayanların ne yaşadıklarını bilemezler, bilmek de istemezler. Biliyorum, imtiyaz sahibi olmuş, gücü ele geçirmiş sembolik sermaye sahipleri için bu ihtimalin ne kadar tahammül edilemez bir şey olabileceğini. Ancak iyileşmeye doğru adımlar atmak için bu ihtimalin de dikkate alınması gerekebilir. Bu nedenle İstanbul ile ilgili hazırlanan planların ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmak gerekir. Nesneleştirici bilgi kurumları bir tür anlama tekeli yaratarak şehri bir nesne olarak biçimlendirmeye çalıştılar. Topluluklar ile temas halinde olan siyaset kurumları ise bu bastırılmış olandan hareket ettiler. Bu yüzden şehirsel mekan soylulaştırıcı bir iktidar mücadelesinin sahnesi oldu. Örneğin, İstanbul'da sağ partiler tarafından inşa edilen Boğaziçi'ndeki köprüler yeni imar hareketlerine elverişli araziler yarattı. Bu nedenle İstanbul sonuçta yalnızca deprem gibi bildiğimiz değil, virüs gibi bilmediğimiz afetlere karşı da en kırılgan şehirlerden biri.

Olağan koşullarda yoksulların yaşadığı bir mahalleyi yatırımcılar eşliğinde dönüştüren piyasa mimarlarını ele alalım. Onların muhatapları doğal olarak bölgede yaşayanlar değil, işverenleridir. Bu ilişkinin olağan koşullarda yarattığı yıkımları, haksızlıkları görünmez kıldığını ve tasarımcıların piyasa kurallarına göre iş yaptığını varsayabiliriz. Peki, olağanüstü koşullarda bu ilişki nasıl kurulacak? Hala hayatın normale dönüp ilişkilerin aynı şekilde, yeniden kurulacağını bekliyorsak, bunun cevabı basit: Olağanüstü koşulların geçmesini, inşaat piyasasının yeniden harekete geçmesini bekleriz. Çünkü profesyonelliğin getirdiği koşul budur.

Hiç şüphesiz herkes gibi onlar da kırılganlaşmıştır. İşlerini, sağlıklarını kaybedebilirler. Ancak durumlara göre kırılganlık biçimleri de farklıdır. Uzaktan çalışma yöntemlerini benimseyerek projelerini, işlerini hazırlayabilenler, işlerini sürdürenler olabilir. Ya da iş, gelir, sigorta, sağlık, emeklilik güvencelerine sahip olanlar da hariç tutulabilir. Onların durumu geçici inşaat işlerinde günlük yevmiye ile karın tokluğuna çalışan işsiz amelelerden farklı olabilir. Olağanüstü koşulların yarattığı kırılganlıkların nedenleri ayrıca olağan koşullarda hiç dikkatimizi çekmeyen eşitsiz durumların içinde gizlenmiş olabilir.

Yaşadığımız olağanüstü koşullar hayatımızı nasıl etkiliyor? Çalışma ortamları, ekonomi etkilendiği için dolaylı olarak etkilenmiş gibi gözüküyor. "Evde kal uyarısını dinledik, zaman geçirmek için kültür ve sanat programlarını izliyoruz" ya da "Biz zaten geçici olarak evden çalışıyoruz" diye cevap verenler olabilir. Evet, işyerine gitmek zorunda olmadan çalışma imkanı olanlar için bu, önemli bir değişiklik. Ama burada işine gitmeden hastalarına yardımcı olamayacak sağlık personeli, doktorlar gibi acil durum yönetim planları hazırlanmadan yönetilemeyecek kamusal alanlar yok mu? Buna kamusal alandaki mesafeleri aşma deneyimi de denebilir. Madem enfeksiyondan korunmak için sosyal alanda mesafe kurmak zorunda kalınıyor, bilgi paylaşımında, kamusal deneyimde, işleyişte niye tersi yapılmasın?

Zanaatkarane emeğin tekrar görünür olması
Kapitalist modernleşme ile birlikte toplumsal hayatın zanaatkar emekten sıyrıldığı düşünülür. Mekanların, gündelik kullanımdaki eşyaların, insanları kuşatan şeylerin zanaatkarane bir emekle üretilmedikleri, hazır yapıma dönüştükleri görülür. Peki, gerçekten öyle midir? Bu görüntünün yanıltıcı olabileceğine dair çok işaret var. Modernleşmenin emeğin zanaatkarane olanını yıkmadığı, yok etmediği, onu başka bir yere yerleştirdiği, hatta gözleri kamaştıracak kadar değerli kıldığını düşünmek mümkün. Çünkü sembolik sınıflar gibi topluluklar da onun içinden dünyaya bakmaya başlar. Onun aracılığıyla dünyayı kavradıklarını düşünürler. Tasarımcı da eğer sorgulamazsa, araçsal ilişkiler içinde kalırsa, ona baktığında başka şeyleri, eşyaları, mekanı görür ama onu görmekten yoksun kalır. İktidar ve piyasa bağımlısı tasarımcılar, plancılar çoğu zaman farkında bile olmadan kendilerini bilen konumuna yerleştirmekle diğerlerini, başkalarını (üstelik de kendi inisiyatifleri, çabaları ile) edilgen nesnelere dönüştürürler. Zannedersem şimdi, felaket anında, her şeyi gözden geçirmek için bu zanaatkarane emeğin tekrar görünür olmasına ihtiyaç var. Felaket-sonrası sembolik üretim hala ayakta kalacaksa bu, kendisinin bir zanaatkarane uğraşla gerçekleştiğini her adımda göstermesi ve ilişki kurması sayesinde olabilir. Tıpkı şu anda koronavirüsle mücadele eden bilim insanlarının yaptıkları gibi. Kendisini görünmez kılarak, ilahi bir kudret kazanmış, imtiyaz sahibi bir otorite olarak değil; sınırsız bir çabayla araştıran, sorgulayan, öğrenen, paylaşan, ilişki kuran bir zihinsel emek olarak.

Bilginin ciddiye alınması
Eşitlikçi bir kamu düzeninin nesneleştirici bir bilgiyle kurulamayacağı söylenebilir. Sembolik sınıfın işaretsizleştirici eylemsellikleri ile bastırılmış olan semptomatik varlığı, bir şekilde politikayı biçimlendirdi. Kamu gücünü kullanarak oluşturulan kapalı uçlu süreçler neoliberal, çığrından çıkmış politik kararları, düzeni motive etti. Bunu idrak edemeyen imtiyaz sahipleri başlarına geleni anlayamadılar ya da anladılar da kendi ayrıcalıklarını yeniden üretmek için gene bildik nesneleştirici iktidar ve muhalefet kanonlarının içinde kaldılar. Şehirlerin neoliberal dönüşüm hikayesi tam da bunun örnekleri ile dolu. Kamu yönetimleri spekülatif sermayenin hizmetine girdiler ve şehirlerini pazarladılar. Şimdi yeni İstanbul Havalimanı'nı, ya da 3. Köprü'yü, Kanal İstanbul'u bir düşünelim. Onların şehrin ayaklarına takılmış prangalar gibi bir işlev görecekleri kesin.

"Bilimi dinlemek gerekiyor." Bu söz bugünlerde çok duyuluyor. Demek ki siyasetçiler, toplumlar onu isterlerse dinliyorlar, istemezlerse dinlemiyorlar. Bu söz ile zannedersem kast edilen şu: Bilgiyle toplulukların ve temsilcilerinin, yani siyasetçilerin teması kopmuştu. Peki neden kopmuştu? Bunun üzerinde düşünmeye çalışalım.

Güç ilişkilerinin yerini diğerkamlığın alması
Neler gerçekleşmekte? Öncelikle ulus-devletlerdeki "Merak etmeyin, gerekli olan her şeyi biz sizin için düşünüyoruz" diyen popülist politikaların çökmesi. Artık politikacıları hamaset kurtarmıyor. Zor koşullar nedeniyle piyasacı eğilimlerin, imtiyazcı ilişkilerin, özel çıkarların dizginlenmesi, kamu yapılarının yeniden güçlendirilmesi. Kamuda patronaj ilişkilerinin zayıflaması. Yönetimlerin yeniden araştırmacılığa, deneyselliğe dayanan bilgiyi ciddiye alması. Bunlar önümüzdeki süreçte önemli bir değişimin işaretleri olabilir. Nihayet, yönetimlerin politik temsil biçimlerinin değişmesi. Kitlelere karşı daha hesap verebilir olma ihtiyacı. Toplulukların kamuyla daha somut taleplerle, sağlık, ekonomik koşullar üzerinden ilişkilenmesi, yeni temas biçimleri.

Küresel işbirliği ihtiyacı, yerelin ilişkilere açılması
Kamunun zayıf noktası geçmişten kalma, kapalı uçlu kapasiteleri. Yıkıcı olan zaten bu. Acil durum yönetim planı, bilgi paylaşımı, görünürlük, altyapının gözden geçirilmesi, yönetimler arası haberleşme, mahalli dayanışma ağlarının, eylem planlarının açık ilişkilerle, köprüler kurularak oluşturulması. Felaketlerle baş etmek için küresel ölçekte bir işbirliği, dayanışma ihtiyacı ortada. Tıp alanında yaşanan gelişmeler de, politikalar da ulus-devlet yapılarının kapalı kamusal alanlarını, imtiyazcı, soylulaştırıcı işlevlerini bir anda geçersizleştiriyor. Dolayısı ile koronavirüs-sonrası mekan dediğimizde, şu anda tıbbi alanda yaşananlar acaba bu ikinci ihtimale bir cevap olabilir mi? Felaket, farklı birçok soruna yol açmış ve açıyor olsa da şu anda en büyük sorumluluk sanki onların üzerindeymiş gibi gözüküyor. Tıp alanında çalışan uzmanlar kadar yönetim işlevleri de artık açık olmak, bağlar kurmak zorunda.

Sonuç: Felaket-sonrası
Felaket ortamında oluşan "istisna hali" eğer işaretsizleştirici yapıların işleyişine teslim olunmazsa, hiç de tepeden inmeci bir karakterde yönetilemeyebilir. "İstisna hali" tasarlayıcı kamu düzeninin (ya da hayalinin) olağan bir işlevi olabilir. Her şey böyle bir durum başa gelmeden, ilk aşamalarından itibaren yönetilemiyor olabilir. Aşırılıkçı kapitalizmin yarattığı sonuçlar büyük ölçüde ulus-devletin bastırmış olduğu kolektif yaşamın bir işlevidir. Bu gerçek, oyunun kuralını ifşa ettiği için hiçbir zaman söylenmez, baskılanır. Tıpkı diğerleri gibi. Bunlar şehrin imar planlarıyla düzenlenebileceğini dikte eden eylemselliklerin bastırmış olduğu sınıfsal çelişkilerin semptomatik bir geri dönüşüyle gerçekleşti. Bu nedenle kurumların işleyişinde otomatizasyon süreçleri yanında deotomatizasyon süreçlerini harekete geçirmenin yollarını aramak gerekir.

Olağan olan, işaretsizleştirici olandır. Felaket, olağanüstü olan, hep başkalarının yaşadıklarıdır. Onlar, onların yıkımları zaten hiçbir zaman görülmez, her zaman bastırılmıştır. Bu nedenle felaket, felaketin görünmesinde, dile getirilmesindedir. Bu yüzden görüldüğünde, dile getirildiğinde oyunun kuralı bozulur. Sorun felaketten sonra, yeni kötü günlerde geçmişin bir hayalet olarak yaşıyor gibi kabul edilmesidir. Bu sayede, zaten hayaletten başka bir şey olmayan kapitalist modernleşme her seferinde oyunu yeniden kurar. Bu, onun en iyi bildiği şeydir. Kapitalizm bir hayaletten başka bir şey olmadığı için hiçbir zaman ölü olduğunu bilmez, kolayca başka bir hayalete dönüşüverir. Bu felaket-sonrası değil, felaket-ötesidir.

İdeoloji bir makine gibi, bildiğini yapar, bildiği gibi gösterir. Ne olup bittiğine, eylemselliklerinin işaretsizleştirdikleri ile etkileşimine dair bir aklı yoktur. "Şu anda geçici bir durum yaşıyoruz. Gereken neyse biz zaten yapıyoruz. Bitince olağan, yani normal hayatımıza geri döneceğiz..." Yaşadığımız olağanüstü halin kapitalizmin bu kriz tarifine uyup uymadığı belli değil. Ürkütücü olan belirsizlik. Başımıza ne geleceğini bilmeyiz. Bu nedenle yönetimler (ideoloji de diyebiliriz, yani kurumlar, eylemsellikler) bunu örtmek için bize sürekli bildiğimizi söyler. İşte bu nedenle şiddet ve otoriterlikten başka bir şey bilmeyen yönetimler için savaşlar, yıkımlar olağansa, yeni kötü günlerin kamu düzenini kuracak olan failler koronavirüs gibi felaketler değil, ancak işaretsizleştirici eylemsellikleri değiştiren güçler olabilir.

İçinde bulunduğumuz belirsizlik koşullarında geçmiş güzel günlere dönme hayalleri kurmanın, kolektif yapıları felç ederek büsbütün savunmasız bırakabileceğinden kuşku duyuyorum. Bence bu iş böyle bitmeyecek. Bitmemesinin nedeni de virüsler, felaketler değil, bizzat kendi eylemliliklerimiz olacak.