AKM’yi Konuşturmak: AKM Bize Ne Söyler?

KORHAN GÜMÜŞ

Ne tuhaf değil mi? Meydanın bir tarafında bir cami yükselirken tam karşısında Cumhuriyet döneminin simge binası AKM yıkılıyor. Sanki karşı karşıya gerçekleşmekte olan bu iki olayda, bu iki yapı bir tiyatro sahnesinde bir değişime işaret eden hareketli dekorlar gibi yer değiştiriyorlar. Biri yıkılırken diğeri yükseliyor. Acayip bir ana tanıklık ediyoruz.

AKM gibi peşkeş çekilen şehrin limanı içinde yatırımcılara yeni imar hakları kazandırmak için yok edilen antrepolar ve ofis binaları; bunların yanında Yolcu Salonu, Paket Postanesi gibi tescilli yapılar; büyük dönüşüme yer açmak için yıkılan İstanbul Modern, bir türlü yapılmayan Frank Gehry'nin kültür merkezi (Suna Kıraç Kültür Merkezi); ne olacağı belli olmayan ve yıllardır şehrin merkezinde “kara delikler” gibi duran endüstriyel alanlar, tersaneler, gaz fabrikaları… Bu dönüşüm içinde yok edilen şehrin en değerli mimari kapitali, modern mimarlık eserleri... Bunların her biri tanımsız kalan müşterek alan kavramına işaret eden ve aynı zamanda şehrin siyasal hayatından alınıp bilinçaltına itilmiş konular.    AKM ile Taksim Camisi'nin bu açıdan ortak noktaları çok. Tıpkı Taksim Camisi gibi, AKM de son perdede muktedirlerin oyun sahnesinde yer aldı. Bu yüzden bugün bu simgelerden biri yıkılırken diğerinin inşa edilmesi de çok şaşırtıcı değil. Çünkü aynı hat üzerinde yerleştirilmişler ve aynı işlevi görüyorlar. (Strateji değiştiğine göre bu sahnedeki aktörler de farkında bu durumun.) Şöyle bir düşünün: Eğer AKM bir dekora dönüşmeseydi, Taksim Camisi de böyle olmayacaktı. Taksim Camisi dünya mimarlık tarihinde belki Ayasofya kadar önemli bir yer tutacaktı. Belki de yıkımlara yol açan ulus-devletlerin kriz çağında kimlikler meselesini çözmüş bir ülke olarak siyaset tarihindeki yerini alacaktı.

Yeni AKM'nin ne olacağını, neye benzeyeceğini medyada az çok gördük. Ancak bu projeyi hangi kurumsal yapının yöneteceğini, nasıl finanse edileceğini hala bilmiyoruz. Bu durumda ancak tahminler yürütebiliyoruz. İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti seçildiğinde kamu gücünü kullanan, devlet içine yerleşmiş imtiyaz sahiplerinin nasıl paniklediklerini ve bu girişimi başlatan bağımsız girişimin üzerine nasıl çullandıklarına yakından tanık olan bir kişi olarak şunu soruyorum, öncelikle: “AKM'yi kim yönetecek?” “Elbette ki Bakanlık.” Bu cevabın ne anlama geldiğini artık biliyoruz: Siyasal patronaj altında ayrıcalıklı piyasa aktörleri. Bu süreçte AKM bir kere değil, iki defa yıkıldı. AKM devlet içi çekişme sürecinde tıpkı Taksim Camisi gibi bir ideolojik dekora dönüştü. Buyurgan, köktenci resmi kültür modeli, modernliğin kodlarını tersine çevirdi. Modernlik, aksi yönde bir mesaja dönüştü, üst sınıfların kodu halini aldı. Bu algının oluşumu yalnızca "ideolojik manipülasyon", "kandırmaca" olarak açıklanamaz.

Karşımızda görünürlük kazanan bu durumun arkasında daha kompleks bir yapı olduğu açık. Bu nedenle de şehirde olan biteni anlamak için hep bir adım geri çekilmek, yaşanan görüntünün şehvetine kapılmak yerine, sakin bir şekilde ne olduğunu anlamaya çalışmak gerektiğini düşünüyorum.

  AKM BİR KERE DEĞİL, İKİ DEFA YIKILDI 
Şehirsel imgeler böylesine düz bir anlam kazandığında, temsil edilenler temsil edenin içine çekilir, temsilin gösterilen tarafı boş kalır. Yıkma takıntısı ile yıktırmama takıntısı birbirini motive eden iki güç olarak karşımıza çıktı. AKM de bu çatışma ekseninde bir dönüşüm geçirerek bir kalıntı simgeye dönüştü.  

"Muhafazakar milli sağ" ile "modernist milli sol" arasındaki çatışmanın bu semptomatik görüntüsü, çoğu zaman temsilin kodlarını tersine çevirir: Modern olan, halka yukarıdan bakan üst sınıfların kodu olur, cami ise kapitalizmin ezdiği halkın. AKM de modern bir kültür merkezi olarak hayatına başladı, bu temsil sahnesinde kendisinden beklenen refleksi veremediği için modernist bir dekor haline geldi.  

Güya onu korumak için mücadele veriyormuş gibi kendisini gösteren ve devlet içine yuvalanmış sembolik sermaye sahipleri militer güçlerle işbirliği yaparak onun imgesini ellerine geçirdiler. Böylece siyasal iktidardan önce AKM'yi onlar yıktılar. Önce modern bir kültür ve sanat merkezinin bir iktidar simgesi olarak sahipleri tarafından birinci yıkımı (öz-yıkımı) gerçekleşti. Siyasal iktidar da kendisini kanıtlamak amacıyla önüne konan bu rahatsız edici kalıntıyı ortadan kaldırdı. Bu konuda da siyasal iktidarla karşı karşıyaymış gibi gözükürken aslında anlaşmış oldular. Böylece AKM modernlik sorunsalının izlerini taşıyan bütün anlamlardan sıyrıldı ve (tıpkı karşıtı gibi) bir ideolojik bir işlev kazandı. AKM de bu karşıtlık ortamında kamusal alanda kimliklere biçim vermeyi, tasarlamayı amaçlayan bir idealin kalıntısı olarak yer aldı.  

Ulus-devletin temsil sahnesi, otoriterleşen merkeziyetçi neoliberal devlet-sermaye iktidarının öngörünüm bölgesine yerleştirildi, tıpkı şehri oryantalist yapılarla süsleyen 20. yüzyıl başında küresel sermayenin yaptığı gibi. Bu görüntünün arkasında imtiyazcı sermaye daha rahat iş görmeye başladı. Büyük mücadelelerden sonra bu alandaki strateji tamamen değişmiş oldu.

Görünen failler "kutu gibi binayı beğenmeyen, modern mimarlıktan hoşlanmayan", siyasal iktidar (ya da "muhafazakar ideoloji") ile AKM'yi bir kutsal yapı olarak gösteren eski imtiyaz sahipleri, bu süreçte mimarlık söyleminin iktidar söylemi ile yer değiştirmesini sağladı. Bu temsil sahnesi, kültürel karşıtlık sorunu gizleme işlevi gördü. AKM üzerindeki çatışma, iktidar bloğunun dokunulmazlığını tahkim etti. Bu strateji şöyle formül edilebilir: “Sahneyi (cepheyi) siyasetçiye bırak; onunla uğraşmak yerine kendi işlerinle uğraş!” 28 Şubat “postmodern” darbesi devlet içindeki güçlerin idareye el koymadan "ayar" vermesini, ordunun tehditle siyaseti “dizayn” etmesini hedefliyordu. Bu strateji başarısız oldu, çünkü mağdurların temsilini güçlendirdi, siyasal iktidarın reformcu bir karakter kazanmasına, AB ile ilişkilerini güçlendirmesine yol açtı. Bu yüzden bu strateji gözden geçirildi. Günümüzün iktidar güçleri ise bu dersi çalışmışa benziyorlar. Böyle bir hata yapmak yerine siyasal sembolik alanı bir kutsal bagaj olarak, mağdurları temsil ediliyormuş gibi göstererek iktidarlarına dahil ettiler. Eşitsizliği yaratan sistemi güçlendirerek, kendi sürdürülebilirlikleri için otoriterleşmeyi pekiştirdiler.  

AKM’NİN ÖNCE BİR İKTİDAR SİMGESİ OLARAK ÖZ-YIKIMI GERÇEKLEŞTİ
İktidar göründüğünden daha komplike bir yapıdır. İktidarın içindeki siyaset çekirdeğinin temsillere ihtiyacı vardır. Bu temsiller olmadan kendisini gösteremez, kanıtlayamaz. Siyaset iktidar bloğunun bir parçasıdır. Sembolik şiddeti üreten koşullar nedeniyle devlet-sermaye iktidarının oluşturduğu yapının içinde yer alır. Bu yapının yarattığı eşitsizlikleri, krizleri saklama işlevi görür. Bunun için sembollere ihtiyacı bulunur. Böylece sistemin mağdurları da kökenleri karartılarak doğrudan iktidarın içine dahil olur. Düşünce alanına musallat olmuş olan güçler, her alandan, her görüşten insanları, hatta muhalefeti bile devlet iktidarı alanı içine çekme işlevi görür. Böylece bağımsız düşünce alanı felç edilir, topluluklar bu muktedirlerin alanında sanki temsil ediliyormuş hissine kapılırlar.  

Bu nedenle yalnızca görünür faile odaklanmak, şiddeti gizleyen bir sonuç yaratır. Görünür olanın dışında kalana bakmak gerekir. Hatta bu görünür fail çoğu zaman mağdurların, sermayesizlerin temsilcisi olarak iktidar alanına dahil edilmiştir. Türkiye'de bu tür bir muhalefeti iktidar alanına taşıyan güçlerin başında asimetriyi üreten disipliner şiddet sahipleri gelir. Bu komplike yapıyı kavrayamayan muhalefet ise sanki buyurgan temsil sınıflarının temsilcisi gibi toplulukların karşısına çıkar ve telef olur.  

Ancak bu tiyatroyu oynamak şehir ve kültür eliti, kurumları açısından çok risklidir. Çünkü kültür ve sanat yapıları (yapı sözcüğü kurumları da içeriyor) şehirlerin akıl toplayıcı mıknatıslarıdır. Bu mıknatıslar olmadığı takdirde kültür ve sanat tahakküm altına girer ve toplumların geleceği kararır. Bu durumda şiddet olayları, şehirlerin yağmalanması, ötekilerin mallarının gasp edilmesi, şiddet ortaya çıkar.

Mimarlığın temsil alanındaki sorunların yalnızca siyasal tercihlerin yol açtığı ya da neden olduğu sonuçlar olduğu doğru değildir. Öyle olsaydı, mesele, yani ortaya çıkan mantıksal sorunlar, metafizik bir biçimde yalnızca öznelerin tercihlerine bağlı kalırdı. Siyaset gibi temsili kurumlarla, entelektüel üretim yapan kurumların ve kişilerin (mimarların, sanatçıların) bilgi biçimi farklılık taşır. Kültür ve sanat yapıları (tıpkı kültür ve sanat etkinlikleri gibi) farklı bir işlev görür: Bu yapılar, mimarileriyle olduğu kadar, kurumsal deneyimleriyle de bu tür temsilleri yapısöküme uğratırlar. Bu açıdan tıpkı AKM gibi camilerin de iki kullanım biçimi vardır: Birincisi iktidarın simgesi olarak işlev görür. İkincisi her türlü üstten bakışın, iktidarların silindiği yerlerdir. Mimarlık bir ideolojinin temsili, siparişle gerçekleştirilen bir dekor gibi bir şey asla olamaz. Olduğu takdirde mimarlık olmaz.   Bu yüzden görüntünün cazibesine kapılmamak gerekir. Karşıtlıkların arkasında asimetriyi üreten disipliner şiddet aygıtları gizlenir. Topluluklarla ilişki biçimini üreten politik şiddet yalnızca görünür olandır. Diğer şiddet mekanizmaları çok daha sinsice işler. Bu görünmeyen şiddetin yarattığı travmanın etkilerini politik şiddetin içinde buluruz. Ancak bunları teşhis etmek, kolay değildir, aynı şiddet mekanizmaları içinden geçerek temsil sahnesine çıktıklarını unutmamak gerekir.

Mimarlık eğer görünmeyen işleyişlerin bir semptomuysa, mimarlık eleştirisi kör noktaları (yani görünmeyeni) ortaya çıkaracak farklı disiplinlere mi uzanmalı? Mimarlık görünenle mi uğraşır, yoksa görünmeyenle mi? Bu kör noktaları yaratan şeylerin başında herkesin gördüğü bir şey yer alıyor, o da sorunların merkezine yerleştirilen siyaset. Bunun bir tuzak olduğu söylenebilir: Çünkü siyaset üzerinden yapılan mimari, bir eleştiri niteliğini taşımıyor, o zaten görünen şey. Totolojik bir önermenin eleştiri olması mümkün değil.

KIRILGANLIK VE YARALANABİLİRLİKTEN NASIL UZAKLAŞILABİLİR?
Bugünkü ihyacı (neoklasik) mimarlık ortamında şehrin modern kurumlarının (ve mirasının) yaralanabilirliğinden ve kırılganlığından söz edilebilir. Buradaki paradoks, modernliğin bir kalıntısına dönüşen bu kurumların da (bu mirası güya savunurken) bu koşulları motive etmesidir.

Paradoks da bundan kaynaklanır: Modern koşulların farkındalığını üretememek ve hangi ideoloji olursa olsun entelektüel alanı felç etmek, geçmişe gömülüp yok olmak. Bu kayıp, evrensel bir değerin, eşit vatandaşlık hakları temelindeki bir modernleşme sürecinin kaybı olarak ele alınmalıdır. (Bu kaybın bu nedenle herkesi ilgilendirdiğini söylemek gerekir.) Şehrin ulus-devletler çağında küresel bir merkez olarak sürdürülebilirliğini sağlayacak olan ise kültür ve sanat kurumlarıdır. Şehirdeki modernliğin kurumları somut olduğu kadar soyut bir mirastır ve yok olma tehdidi altındadır. AKM gibi bir kurumun yıkımı bu mirasın yok olma tehdidinin somut bir göstergesidir. Bu mirasın korunması için şehirselleştirilmesi, başka bir deyişle şehrin köktenciliğin (sol veya sağ hiç fark etmez) pençesinden kurtarılması gerekir. Köktenci kimlik, kimliklerle teması kaybetmekten muzdariptir. Kimliğin kamusal alanı tanımladığı yer tam da bittiği noktadır. Varlığını yokluğa dönüştürür. İktidarın gücü, Agamben’e göre insanın bir cinayet işlemiş olmadan da bir insanı öldürebileceği uzamı ortaya çıkarır. Bu uzamın içinde insanların hayatları zaten bir ölmemişlikten ibarettir. Ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüdürler.1  

İktidar alanı iki mimetik rakibin temsil sahnesidir. Onların rekabeti bu sahneyi ele geçirme mücadelesidir. Bunlardan birincisi, nesneleştirici bilgi iktidarıdır. İkincisi taklit sınıfı, politik iktidardır. Bu ikincisi, ölmüş olanı, madunu diriltiyormuş gibi yaparak işlev gören muktedirlerin iktidar alanıdır. Burada imkansızlık, yani ölüyü diriltme bir arzu olarak belirir.2

Bu paradoks nasıl aşılabilir? Bu açıdan dini mekanlar ve yazılı kaynaklar binlerce yıllık bir deneyimden süzülmüş önemli ipuçları taşıyor. Resmi kimlik, ne kadar mağdurları, toplulukları, siyaset sahnesinden silinenleri temsil etmeye çalışırsa çalışsın, hiçbir zaman kimliklere temas edemez. Yalnızca bir yanılsama yaratır. Onu sembolik düzeyde yeniden düzenleyerek boyunduruğu altına almaya çalışır. Siyaset gibi temsili kurumlarla,  entelektüel üretim yapan kurumların yönetimi ve kişilerin (mimarların, sanatçıların) bilgi biçimi bildiğiniz gibi farklılık taşır. Yenilik gerektiren deneyimler, gelişmeler mimarinin iktidarların temsil sahnesinde yer aldığı sürece değil, Gezi olayında görüldüğü gibi dışıyla temas ettiği, taştığı anda ortaya çıkar. İstanbul şiddetle ele geçirilmiş olan ve düzenlenmeye çalışılan kimliklerinin ve hafızaların travmatik izlerini taşıyor. Ayrımcılık politikaları şehrin yaratıcı sınıflarının asimile olması yanında halkın şiddet görmesi anlamına gelir. Bu kaybın yalnızca şehrin “laik” veya “mütedeyyin” topluluğunu ilgilendirdiğini düşünmek ve kabul etmek, bu kayba neden olan ayrımcılığı kabul etmektir. Bu travmatik hafızayı iyileştirmek için zannedersem bir çare var: Kırılganlaştırılmış ve yaralanmış toplulukları önümüzdeki süreçte "öğreniciler" haline getirmek. Bu "öğrenicilik" süreci, bu insanların kendi aidiyetleri ile ilgili şehir hafızasını baskılanmış halden kurtarabilir, kuşaklar ötesine geçen bir travmanın etkilerini, semptomlarını paylaşımcı ve müşterek bir alanda okuyarak iyileşme için bir imkana dönüştürebilir. 

  NOTLAR
1 Aktaran: Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, Metis Yayınları, 2017 sayfa 134.
2 A.g.e., sayfa 134.

Etiketler: