Anestezik “Çözüm”lere Karşı Duyarlılığın Estetiği

ERAY ÇAYLI

Senem’in geçtiğimiz ayki Zincirleme Reaksiyonlar yazısı, “insanın özgürlüğünü kısıtlayan” mahpusluk olgusunun, günümüzde kafe benzeri “eğlence” mekanlarında “bir proje konsepti olarak” karşımıza çıkmasının işaret ettiği toplumsal duyarsızlığa dikkat çekiyordu. Dahası, durumun mimarlık çevrelerine de doğrudan sirayet etmeye başladığını söylüyor ve bugün artık proje dersi jürilerinde hapishane ile işkencehane tasarımlarının sunulabildiği bir noktaya geldiğimizi bildiriyordu. Kanımca, hapishane tasarımlarının mimarlığın vitrinine çıkabiliyor olması, özgürlüğü kısıtlayan işlevleri konu edinen projelere yönelteceğimiz eleştirilerin ötesinde, tasarımın mahpusluk benzeri toplumsal sorunlara yapabileceği müdahaleyi bu sorunları “çözmek”ten ibaret gören anlayışı tartışmaya açmamıza da vesile olabilir. Bu yazıda açmaya çalışacağım bu türden bir tartışmanın, Senem’in dikkat çektiği duyarsızlığı söylemsel ve etik olduğu kadar maddesel ve estetik bir olgu olarak da ele almamıza yardımcı olabileceğini umuyorum. Tartışmanın odağını bu şekilde bir nebze genişletmek niyetinde olmakla beraber, konuda devamlılığı sağlamak adına meramımı yine mahpusluk üzerine geliştirilmiş bir dizi proje üzerinden anlatmaya çalışacağım.

Yarl's Wood Göçmen Gözaltı Merkezi
Yarl's Wood Göçmen Gözaltı Merkezi'nde 2016'da gerçekleşen protestodan bir görüntü / fotoğraf: Sleeves Rolled Up (https://flic.kr/p/EgNMHG)

Senem’in de yazısında değindiği gibi, hapishane tasarımlarının mimarlığın vitrinine çıkmaya başlaması sadece Türkiye’de değil dünya çapında karşılaşmakta olduğumuz bir durum. Bugün Danimarka’dan ABD’ye birçok ülkede, cezaevlerinin tasarımın gücüyle daha “yaşanabilir” ve “insancıl” yerler haline getirilebileceği savı ile karşılaşıyoruz. Durumu yine benim biraz daha iyi bildiğim İngiltere bağlamında hareketle de örneklemek mümkün. Her ne kadar adlı adınca bir hapishane olmasa da, hiç şüphesiz mahpusluğun yaşanmakta olduğu bir mekan olan Yarl’s Wood adlı göçmen gözaltı merkezi bu anlamda önemli bir örnek. Sınırdışı edilmeyi ya da mültecilik başvurularından sonuç almayı beklemekte olan kadın göçmenlerin tutulduğu Yarl’s Wood, son günlerde yoğun eleştirilere konu olmakta. Bu eleştirilerin bir kısmı Yarl’s Wood’un Serco adlı taşeron firma tarafından yönetiliyor olmasının getirdiği sorunlara dikkat çekiyor. Serco, İngiltere’de 1980’lerden beri yaşanan hızlı neoliberalleşmenin alametifarikalarından olan, sağlıktan ulaşıma birçok alanda verilen “kamu” hizmetlerinin sağlayıcısı özel şirketlerden biri. Tasarım ve mimarlık, benzer şirketlerin piyasadaki rakiplerinden farklılaşmaya çabalarken başvurdukları araçların başında geliyor. Nitekim, Serco’nun Yarl’s Wood Göçmen Gözaltı Merkezi’ni tanıtmak için özel olarak tasarladığı internet sitesinde kullanılan yumuşak ve yuvarlak hatlı fontlar bize şunu duyuruyor: “Yarl’s Wood’daki tüm tesisler, doğrudan sakinlerin ihtiyaçları düşünülerek tasarlanmıştır.” Yine sitede yer alan ve Yarl’s Wood’un müdürü tarafından kaleme alınan tanıtıcı metin, gözaltı merkezinin “zevkle” dekore edildiğinin, güvenli olduğu kadar “şefkatli” de olan bir mekanı mümkün kılmak üzere tasarlandığının altını çiziyor. Keza merkezin tasarımını yapan mimarlık firması da çit ve parmaklık kullanımından mümkün mertebe kaçındıklarını, yumuşak peyzaj gibi “rahat ve misafirperver” bir ortamı yaratmayı amaçlayan öğeleri tercih ettiklerini vurguluyor.

Bu tür projelerin, duyarsızlığı tam da maddesel ve estetik anlamda tesis eden bir mimarlık ve tasarım yaklaşımının temsilcileri olduğunu önermek istiyorum. Karşı karşıya olduğumuz, mahpusluk gibi çok boyutlu toplumsal bir soruna tasarımın yapacağı müdahaleyi “şefkat,” “rahatlık” ve “zevk” kavramlarıyla nitelendiren ve “sivri köşeleri alma” olarak mecazlaştırabileceğimiz çözümlerden ibaret gören bir yaklaşım. Bunu söylerken aklımda son İstanbul Tasarım Bienali küratörleri Beatriz Colomina ve Mark Wigley’nin “iyi tasarım” yaklaşımı hakkında söyledikleri var. Kökenlerini 19. yüzyıla kadar götürdükleri “iyi tasarım”ın aslında bir anestezik olduğunu (yani hissizliği ya da duyarsızlığı maddesel anlamda tesis ettiğini) savunan küratörler, fiziksel ve psikolojik uyuşmazlıkları örtbas eden ve katlanılır hale getiren bu yaklaşımın bugün ulaşımdan teknolojiye, kentlerden konutlara birçok farklı alandaki tasarımlara rehberlik etmeye devam ettiğine dikkat çekiyordu. Yarl’s Wood örneği bize bu anestezik yaklaşımın etki ettiği sahanın ne denli genişlediğini gösteriyor. Oysaki gerek genel anlamıyla gerekse Yarl’s Wood’da yaşandığı şekliyle mahpusluk, duyuları şüphesiz derinden etkileyen bir deneyim. Örneğin, merkezde tutulmakta olan göçmenler, sınırsız gözaltıya tabi tutulmaları nedeniyle zaman algılarının kökten sarsıldığını belirtiyor. Göçmenlerden yüz yirmisinin, başka şartlar altında oldukça mütevazı görülebilecek bir talep olan gözaltı süresinin 28 gün ile sınırlandırılması talebi etrafında açlık grevine gitmiş olmaları, bu sarsıcı etkinin boyutları hakkında fikir veriyor.

Peki, anestezik tasarımın alternatifi ne olabilir? Anestezi kavramının “estetik olmayan” manasına da gelebileceğini gösteren etimolojisinin de çağrıştırdığı üzere, bu soruyu estetik olandan yana taraf tutarak yanıtlamak mümkün. Elbette burada estetik derken neyin kastedildiğini açmak gerekli. Bu açılımı da felsefeci Jacques Rancière’inkine benzer bir estetik anlayışının (yani uyuşmazlığı bulduğu yerde anında baskılamak yerine çok daha geniş bir düzlemde hissedilebilir kılan politik bir mecra olarak estetiğin) ışığında yapmak mümkün.

Bu kuramsal çerçeveyi pratikteki örnekler üzerinden somutlaştırmak için, günümüzde mahpusluk meselesine Rancière’inkini çağrıştıran türden bir estetik anlayışı doğrultusunda eğilen projelerden bahsedebiliriz. Örneğin, The Prison in Twelve Landscapes (2016) başlıklı belgeselden söz edebiliriz. Her ne kadar adlı adınca bir mimari proje olmasa da belgesel, ABD’de son birkaç on yılda karlı bir endüstrinin konusu haline gelen mahpusluğu ülkenin türlü kentindeki çeşitli mimari mekanlarla bağdaştırarak ele alması nedeniyle ilgimizi hak ediyor. Belgeselde, örneğin, geçtiğimiz yüzyılda ev sahipliği yaptığı kömür madenlerinin etkisi yüzünden aslında engebeli olan arazisi düzleşen Doğu Kentucky’de, yakın geçmişte madenlerin kapatılmasıyla yerli halka yeni iş imkanları sağlamak amacıyla tam da bu düz arazilerden birinde kocaman bir hapishanenin inşa edildiğini görüyoruz. Bu gibi on iki farklı mekan üzerinden endüstriyelleşmiş ve dahası taşeronlaşmış cezaevi sistemine bağımlı hale gelen toplumsal yelpazenin ve etkisine giren coğrafyanın ne denli genişlediğini fark ediyoruz. Söz konusu belgeselin yanı sıra, tasarım alanına daha doğrudan dokunan bir örnek olaraksa Teksas Üniversitesi mimarlık öğrencilerinin göçmen gözaltı merkezlerine ilişkin gerçekleştirdikleri stüdyo projesi verilebilir. Yürütücüsü Sarah Lopez’in belirttiği gibi proje, mahpusluk sorununa daha insancıl bir “çözüm” getirmek yerine, gözaltı merkezlerinin yerlerini, mimarilerini ve tarihlerini, konudan bihaber olanlar tarafından dahi duyumsanabilir kılacak bir haritalandırma çalışması yapmışlar. Dahası, göçmenlerin kendi gözaltı hikayelerini birebir görselleştirmelerine aracılık etmişler. Şayet bu tür projeleri belgeleme ile sınırlı kalmakla eleştirme eğiliminde olan okurlar varsa, onlar da bir grup mimar ve sanatçı tarafından geliştirilen Solitary Gardens adlı tasarım projesini kayda değer bulabilirler. Proje, tek başına çekilen hücre cezasını konu ediniyor. Tasarımcılar, bu cezanın çekildiği beş metrekarelik hücrelerle aynı boyuta sahip olacak ve hücrelerin diğer birtakım mekansal veya mimari özelliklerini de duyumsatacak şekilde tasarladıkları çiçek tarhlarından oluşan bahçeleri kent mekanlarında inşa ederek gönüllülerin kullanımına sunuyorlar. Gönüllüler hücre cezası çekmekte olan hükümlülerle düzenli olarak iletişime geçiyor, bahçeleri tamamen onların istekleri doğrultusunda ekiyor ve şekillendiriyorlar. Proje ayrıca, bahçelerin gelişimindeki aşamaları ve süreçte hükümlülerle gönüllüler arasında kurulan iletişimi belgeliyor ve internet üzerinden paylaşıma açıyor.

Tasarımın toplumsal sorunlara yapabileceği müdahaleyi bu sorunları “çözmek”ten ibaret gören anestezik yaklaşımın kolaycılığını reddeden bu tür projeler, mahpusluk benzeri meselelere dair duyarlılığı maddesel ve mekansal anlamda geliştirecek bir estetiği tahayyül etmemize ilham olabilir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: