Beyoğlu'nun Beynine Kan Gitmeyince Ne Oldu?

KORHAN GÜMÜŞ

Cercle d'Orient ve Emek Sineması ile ilgili gayrimenkul yatırım şirketinin basın bültenleri dikkatimi çekmişti. Burası (Grand Pera) “yeni nesil” kültür, sanat ve performans merkezi olacaktı.

Ama nasıl olacaktı? Yatırımcısı olan şirketin böyle bir deneyimi mi vardı?

Öyle olsaydı, inşaattan önce sinemayı kendisi işletirdi. Bu kültür ve sanat soslu gayrimenkul yatırım projesi sanki bir PR şirketinin yönetebileceği bir işmiş gibi planlandı. Nitekim olamadı. Olması da mümkün değildi.

Buna karşılık, şehrin en iyi sanat alanlarından biri olan Salt Beyoğlu kapandı. Kapanması şaşırtıcıydı. Ama açıklanmayan kapanma gerekçesi daha da şaşırtıcıydı: “İzni olmadığı için!”

salt beyoğlu
grand pera tanıtım görseli

Demirören gibi bir rüküşlük abidesi, zaten mevcutta bir kültür işlevi olan Emek gibi tarihi bir sinemanın yıkımı, Beyoğlu'nda eşi bulunmayan Narmanlı Hanı gibi bir anıt yapıyı cephe süsüne indirgeyen mimari projeler kolayca izin alıyor. Beyoğlu’ndaki tipik bir tarihi yapıyı, bir apartmanı, şehrin en iyi yönetilen sanat alanlarından birine dönüştüren bir mimari proje izin alamıyor. Olacak şey mi? Oysa kamuda işleyen mantık çok basit. İlke olarak ne olması gerekiyorsa, tersinin yapılması. Eğer şehirde sanata yer açmaya çalışıyorsanız, kamu sizden uzak duruyor, hoşlanmıyor hatta engellemeye çalışıyor. Ama piyasaya yer açıyorsanız, kamu sizinle sonuna kadar birlikte! Eğer bugün Beyoğlu’nda bir kriz yaşanıyorsa, büyük mağazalar birbiri ardına kapanıyorsa, esnaf iş yapamıyorsa, bunun nedeni semtteki dönüşümün, mimarlığın, sanatın piyasaya teslim edilmiş olması. Bu da eşyanın tabiatına aykırı. Yaratıcılık, bağımlı bir işlev olarak gerçekleşebilir mi? Beyoğlu büyük sermayeye açıldığında beklendiği gibi gelişemedi. Ekonomik krizlere karşı daha kırılganlaştı. Beyoğlu’nun krizlere karşı çok daha kırılgan, ekonomik açıdan çok daha dirençsiz hale geldiği görüldü. Bu sonucun ortaya çıkmasında bence birkaç neden var: Yönetimin ve kültür kuruluşlarının bu süreçte ellerindeki fırsatları çok hassas bir şekilde değerlendirmesi gerekiyordu. Onun yerine emlak spekülasyonu yapılması gelişme olarak görüldü. Bu tür yatırımcılar yalnızca kar sağlamak için oyuna girer ve çıkarlar. Tıpkı borsadaki yatırımcılar gibi. Bu yüzden büyük sermaye sahiplerinin semtlerle bir gönül bağı yoktur. Tıpkı varlıkları başka bir değere dönüştüren yatırımcılar gibidirler. En ufak bir krizde, sarsıntıda hemen alanı terk eder, başka yere yönelirler. Oysa kamunun semte daha kalıcı bir şekilde tutunmuş, çapa atmış olan kurumları koruması gerekirdi. Onların gidecek başka yerleri yoktu ve gelecekleri semtin kaderine bağlıydı. Örneğin Beyoğlu'nda bir zamanlar binden fazla terzi vardı. Bunların küçük moda merkezlerine dönüşme potansiyeli vardı. Çok mağazalı hazır giyimcilerin ise elbette ki semtle alakaları yoktu.

Piyasaya teslim olmak, piyasayı da çökertiyor. Çünkü şehrin beynine kan gitmiyor. Şark Aynalı Pasajı'nı ele alalım. Bu yapının kullanım biçimi Beyoğlu'na ne kazandırdı? Şimdi Narmanlı Hanı da aynı durumda. Bu anıt yapıyı kozmetik ve turizm alanında çalışan bir yatırımcı ele alıp dönüştüreceğine diyelim ki burası Avrupa'da belediyelerin yaptığı gibi uluslararası sanatçılara, sergilemelere açık bir sanat alanına dönüşseydi ya da burada çare bulunamadığı için bir Rus Kültür Merkezi falan açılsaydı nasıl olurdu? Kamu işleyişinin beyni besleyecek damarları açması bekleniyor. Oysa burada kamu tersini yaptı. Tepebaşı’na ne demeli? Şehrin en değerli meydanı yıllardır otopark olarak kullanıyor.

Sonuç ortada: Taksim Projesi, Beyoğlu'na değer kaybettirdi. Beyoğlu sıradan bir şehir parçasına dönüştü. Oysa Taksim, ne kadar beğenmesek de Cumhuriyet Dönemi'nin en önemli, rakipsiz bir simgesel değere sahip şehir alanıydı. Bu gidişin bence iki önemli belirleyicisi oldu: Bunlardan birincisi meydanın artık meydan olmayan hali. Taksim son müdahalelerle Eminönü Meydanı'nın durumuna benzedi. Tüneller ve tanımsız beton çevresindeki dokuyu tahrip etti. İkincisi AKM. Bu mekan, kötü de yönetilse potansiyelleriyle şehrin kültürel yükünü sırtında taşıyan bir simgeydi. Festivallerin ana mekanının yok oluşu, sistemin baş aktörünü devre dışı bıraktı.

ŞEHİR MESELELERİ TARAF OLMAYI FAZLASIYLA AŞAR
Taksim meselesinde görüldüğü gibi şehir politikası yalnızca taraf olmak üzerine kuruldu. Mekan sınıfsal çelişkinin yer değiştirmiş haliyle, iktidarların bir temsil alanı halini aldı. Bildiğimiz popülist, milli, siyasal temsil bütünlüğü iddiası tarafından. Oysa buradaki çelişkiye dokunmak ve mekanı canlandırmak için önce bu bütünlük algısı sorgulanmalıydı. Mekanda, şehirde yaşanan bütün çelişkilere rağmen mekan, her iki taraftaki bütünlük iddiasını temsil eden ayrıcalıklı güç sahipleri tarafından milli zemine taşındı. Unutulan şey ise şehre hayat verecek ilişkiler oldu. Bunun böyle olması da olağandı. Çünkü devlet yaratıcılığı içine alarak değil, dışlayarak işliyor.

Bu işleyişi en net gösterecek konulardan biri, AKM'nin başına gelenlerdir.

Görünüşte iki taraf vardı: Bir tarafta yıkılmasını isteyenler, diğer tarafta yıkılmasını istemeyenler. Asıl mesele bu karşıtlık arkasına gizlendi.

Bu durumda tarafların görünür iç bütünlüğünden çok, karşıtlığı üreten mekanizmaların bütünlüğünden söz etmek mümkün. Oysa AKM için beklenmedik olan şey, bağımsız bir gönüllü grubun ortaya çıkıp, kamunun ihale ile asla elde edemeyeceği bir yaratıcı çalışmayı, müelliflik hizmetlerini ortaya koymasıydı. Bu inisiyatif her başlıkta, mimari restorasyon, yapı statiği, elektromekanik sahne sistemleri, enerjinin etkin kullanımı, proje yönetimi gibi konularda bir kamu yapısı için şimdiye kadar gerçekleşmiş belki de en mükemmel restorasyon çalışmasını ortaya koydu. Binayı yıkmak isteyen ve bunun için her türlü proje hizmeti ayrıcalığı verme konusunda baştan çıkarıcı teklifler sunan dönemin iktidarına şaşırtıcı ve hiç beklemediği bir karşılık verdi. Proje yüzlerce toplantı düzenlenerek gerçekleşti ve dönemin Başbakanı sonunda yıkmak istediği binanın restorasyonuna bütçe ayırmak zorunda kaldı.

Ancak başka bir şey oldu. Bu çalışma, eskiden kalmış ve Bakanlık yönetiminde hazırlanmış, üzerinde restoran olan 1:200 bir projenin mahkeme kararıyla iptal edilmesi sonucu bilerek sabote edildi. Böylece dönemin Başbakanı’nın üzerindeki baskı kalktı. “Madem istemiyorlar, öyleyse yaptırmayın” talimatını verdi. Böylece eski rejime geri dönüldü. Bağımsız mimari fikir alanı kapatılarak taraflar temsil bütünlüğü hayalini tekrar inşa ettiler. Gerektiğinde şiddet kullanarak anonim bir bütünlük algısını inşa etmeye çalıştılar. Bu yüzden çatışmacı olmayan, kamusal alanı şehre kazandırmayı hedefleyen bağımsız girişimler hedef gösterildi. Oysa sorunu yaratanlar, başka deyişle failler, kendileriydi. Böyle bir durumda çelişkileri örten, bütünlük algısını yaratan şiddet sahiplerinin kendi konumlarını koruması ve sorgulamadan uzak tutulması gerekir. “Şehirle ilgili süreklilik gösteren sorunları tartışalım, katılım olmadan bu iş çözülmez, başka türlü bu iş çözülebilir” diyenleri dışlayan bir kamu işleyişine sahne oldu.

Bu yüzden temsil yanılsamasını çözecek tek şey yalnızca arada sırada durmuş bir saat gibi sorunları dile getirmek değil, demokratik bir kamusal işleyiş talep etmektir. Otoriter topluluklarda sorunları dile getirenlerin, sorunların faillerinden çok daha büyük bir sorun olarak algılanması olağandır. Semptomatik bir şekilde, bütünlük iddiasını temsil eden protofaşist topluluklarda asıl mesele değil, meselenin sorgulanması problem teşkil eder. Tarihte ne yazık ki çok örneği var.

Sonuç: Yaşadığımız bu süreci iyi analiz etmek zorundayız. Taraf olmanın yetmediği, taraf olmayı aşan bir sorunla karşı karşıyayız. Şehir meseleleri taraf olmayı fazlasıyla aşar.

Etiketler:

İlgili İçerikler: