Bir Mimarın Lobotomisi

SABRİ GÖKMEN

13 Eylül 1848'de meydana gelen kazada Amerikalı bir demiryolu inşaatı ustası olan Phineas P. Gage (1823-1860), patlama sonucu 32 mm çapında ve 1,1 m uzunluğundaki kazık demirinin kafatasına saplanmasıyla beyninin bir kısmını ve sol gözünü kaybetmesine rağmen bu korkunç kazadan kurtuldu (Fig.2). Gage'in kaza sonrası değişkenlik gösteren akıl ve ruh sağlığı bütün detalarıyla kaydedildi. İlk belirtiler hafıza ve hareket kabiliyeti kaybına işaret ediyordu. Ancak iki hafta sonra ailesini ve yakın arkadaşlarını tanımaya ve hareket işlevlerini geri kazanmaya başladı. Onuncu haftada ev işlerini özenle yapabildiği ve “normal” bir yaşam sürdürebildiği için tamamen “iyi” bir durumda olduğu sanılırken hala geçici bunalım sendromları göstermekteydi. Gage’in başından geçen daha önce görülmemiş bu kaza, o dönemin tıp camiasına, beynin hasarıyla sonuçlanan kazalar sonrası, kendi kendini iyileştirebilen akışkan dokusunun analizi için nadir bir fırsat sunmuştu. Ancak yaşanılan fiziksel travmadan kaynaklanan duyu işlevleri bozuklukları ve değişken ruh hali, arkadaşlarını kazadan sonra ustabaşının "artık Gage" olmadığı sonucuna itmişti.1

Beynin anatomik yapısının detayları, 20. yüzyılın başlarına kadar bilinmemekteydi. Dünyanın dört bir yanındaki tımarhaneler katlanarak arttıkça, doktorlar akıl hastalarını tedavi etmek için istikrarlı ve hızlı bir çözüme ihtiyaç duyuyordu. 19. yüzyılın sonlarına kadar, erken psikocerrahi operasyonlar uygunlanmaya başlanmıştı. Ancak bu müdahalelerin hastalar üzerindeki iyileştirme olasılığı oldukça düşüktü. 1930'larda Antonio Egas Moniz tarafından icat edilen bir metod, akıl hastalarının ruh halini veya davranışını değiştirmek için bir metal iğne yardımıyla göz yuvasından girilerek kortekse fiziksel olarak zarar veren “lobotomi” adında bir tedavi yöntemini tasvirlemekteydi. O zamanlar beynin patolojik kısımlarına doğrudan zarar verilerek akıl hastalığının arta kalan beyin dokusunun iyileşmesiyle aşılabileceğine inanılıyordu. Operasyon sırasında beynin duyusal veya motor kontrol bölgelerine daha fazla zarar vermeyi önlemek için çoğu vakada “en güvenli” bölge olan ön kortekse doğrudan müdahale ediliyordu.

Yirminci yüzyılın sonlarına doğru tıp camiası beynin yapısı ve anatomisi hakkında çok daha kapsamlı bir bilgiye ulaştı. Günümüzde beynin çok katmanlı karmaşık bir organ olduğunu ve en dıştaki korteksin basit anlamda iç katmanı oluşturan limbik sistemi “mutlu” etmeye çalıştığını düşünüyoruz.2 Akışkan yapıdaki beynin korteksi çoğunlukla dış dünyayı algılamamıza yardımcı olan bölgelerle hafıza ve bilinci tariflerken limbik sistem daha çok duygu ve alışkanlık davranışlarıyla beslenen hayvansal içgüdüleri ve kısa ve uzun hafıza oluşumunu kontrol eder.3 Bu nedenle, dış katmanda olabilecek bir yaralanma, kişilerde duygu-durum bozukluğu yaratabilmekte; buna kıyasla demans ve alzheimer hastalarında da görüldüğü gibi, limbik sistemde başlayan hasarlar hareket ve hafızanın aşamalı olarak kaybedilmesine neden olmakta.

Lobotominin Türleri: Beyin Yıkama ve Beyin Hasarı
Sinirbilimciler, 1950'lerde psikodelik ilaçların beyin işlevleri ve ruh hali üzerindeki etkilerini araştırmaya başladıktan sonra, beynin akışkan yapısı ve değişken dinamiklerini alternatif teknikler kullanarak incelemeye başladılar. Bu dönemde özellikle ABD’de, kapitalist toplumun ve ideolojik yapının yarattığı artan baskıya kıyasla, LSD ve THC gibi uyuşturucuların rekreasyonel kullanımı artmaktaydı. Diğer bir açıdan bakıldığında ise, insanların düşünce ve davranış özgürlüklerinin beyin üzerinden nasıl kontrol edilebileceği araştırılıyordu.4 Neticede, hayvanlar aleminin tepesinde oturan homo sapiens, günlük yaşamına ve sosyal rutinlerine özen gösteren, doğal sirkadiyen ritimler ve biyolojik saatler ile yaşayan bir hayvan türüydü. Yine de, eğitim, medya ve politika yoluyla insan ruhunun programlanabilir veya kontrol edilebilir yönleri tartışmaya açıktı.

1970'lerde üretilen iki film beynin sosyolojik olgusunu sorgulayarak alternatif “lobotomi” formları üzerine vurgu yapıyordu. Stanley Kubrick’in 1971 yapımı Otomotik Portakal uyarlaması, anarşi ve düzensizliğin yarattığı sosyal problemlerle başetmek için, statükonun yarattığı bireyi yeniden programlamayı amaçlayan agresif yöntemleri konu alıyordu.5 Filmde, psikopat suçlu Alex, ona zevk veren şiddetli ve sıradışı grotesk eylemlerin ona geri izletildiği psiko-görsel bir “tedavi”ye mağruz bırakılır (Fig.3). Bu işkencevari eylem, toplumun nöro-kontrol karşısında kaçınılmaz felcini betimleyerek bireylerin davranışlarını geçersiz kılan beyin yıkama veya beyni yeniden programlama operasyonlarıyla, toplumun kişiyi nasıl tamamen işlevsiz ve savunmasız bırakabileceğini gösterir.

Phineas P. Gage ve kafatasına saplanan demir kazık
Otomatik Portakal’daki beyin yıkama sahnesi
Guguk Kuşu’ndaki kalıcı beyin hasarı (lobotomi) sahnesi
Günümüzde modern tasarım alanında öğrenciler arasında rağbet gören ve umarsızca tekrarlanan en belirgin yaklaşım, 1962’de Cedric Price tarafından geliştirilen bir tür "eğlenceli saray modeli"ni andırıyor.

Milos Forman’ın 1975'te çektiği Guguk Kuşu uyarlamasında ise kahramanımız Mac'in şiddet ve cinsel zevk içeren aktivitelerinden kaçınmak için zorunlu lobotomiye maruz kaldığı sahne, dönemin akıl hastalarının tedavisi için herhangi bir kurtuluşun olmadığını gösterir.6 Hikayenin doruk noktası, toplumda bir arada var olmaya çalışan “düzen” ve “kaos” gibi karşıt güçleri sembolize eden hemşire Ratched ile Mac’in kaçınılmaz ve adeta içgüdüsel olarak gelişen boğuşma sahnesidir.7 Film, o dönemde en çok uygulanan tıbbi “tedavinin” geldiği son noktayı, Mac'in ön korteksinin maruz kaldığı 110 voltluk elektroşoklarla bize dalgalar halinde aktarır (Fig.4). Hikayenin özeti, beynin kaotik düşüncelerini düzeltmek için herhangi bir çözüm kalmadığında, bireyi kurtarmanın tek yolunun beyne geri dönüşü olmayan bir şekilde zarar vererek tüm işlevselliği yok etmekten geçtiğidir.

Şahsi Lobotomi: Kötü Mimarlığı Unutmak
Tüm bu bulguların mimarlık kültürüyle ne ilgisi olduğunu merak ediyor olabilirsiniz... Kısık ateşte pişmekte olan bir üçüncü dünya ülkesinde, yenilikçi ve modern Bauhaus modelini hala bıkmadan takip eden muhafazakar bir tasarım eğitiminden geçtiğinizi düşünün. Mezun olduğunuz zaman hazırladığınız portfolyonuzun, aynı tasarım sorununun her yıl farklı ölçekte tekrarlanmasından ibaret olduğunu, ilgi alanlarınızı ve bilgilerinizi en sevdiğiniz eğitmenlerinizden veya yanında staj yaptığınız patronlarınızdan kopyaladığınızı fark edeceksiniz. Her sene yapılan yüzlerce öğrenci projesinin birbirlerine benzemeye devam ettiğini ve “yeni”nin artık kendini üretebilecek bir tartışma ortamının dahi kalmadığını göreceksiniz (Fig.5).

Bu ifadeler birçoğumuza sert gelebilir, ancak niyetim toplum tarafından kademeli olarak geliştirilmiş normları hiçe saymak değil, aksine mimarlığın psiko-programlanabilir yönlerini sorguya çekmek. Neden 1972'de öldüğü düşünülen bir stille8 hala eğitim modellerimizi devam ettirdiğimizi merak ediyorsanız, beyinlerimiz üzerinde ne tür oyunların döndüğünü biraz masaya yatıralım. Tıpkı bir bebeğin organik beyin yapısı gibi, bir mimarın da tercihleri erken dönemlerde değişkenlik gösterebilir. Kariyerlerinin ileriki yıllarında, her mimar belirli stillere ve tasarım yöntemlerine eğilim gösterir, bu noktada organik yapı kristalleşir ve oluşan algı kırılmadan “avangard” bir yaklaşımı öğrenmek ya da denemek imkansız hale gelir. Bu tarz bir kırılma için “mimari lobotomi” gereklidir ve buna maruz kalan mimarlar neredeyse ruhani bir deneyim geçirerek önceki tüm kötü niyetli alışkanlıklarını ve estetik fetişlerini unutmaya zorlanır. Bu müdahaleyi başarıyla atlatan mimar adayları, hayatları boyunca onlara öğretilen şeylerin yanlış olabileceğini sorguladıkları paranoyak ruh halleri geliştirebilir.

Çoğumuz mimarlığın öznel bir meslek olduğunu düşünüyoruz. Her ne kadar bu genel ve klişe bir tasvir olsa da profesyonel açıdan baktığımızda bazı şeyleri diğerlerine tercih ettiğimiz aşikar... Mimarlıktan mezun olduktan sonra da aynı tutumun tekrarladığını görüyoruz. Önceden belirlenmiş normlara ve standartlara göre çalışmamız beklenen, geç kapitalist proje geliştirme modelleriyle motive olmuş müşterilerle dolu bir piyasa ekonomisinin belirsizliklerine cumburlop atılıyoruz ve kendimizi nadiren özgürce ifade etme şansı buluyoruz. Bu süreçte parçası olmaya çalıştığımız agresif piyasa dinamikleri, çok da sevemeden ve para için yaptığımız işleri anında unutmamız için bize giderek artan dozda elektroşok vermeye başlıyor. Şimdi emeklilik yaşınıza geldiğinizde son otuz yılınızı aynı projeleri bıkmadan tekrar tekrar yapan bir ofiste harcadığınızı hayal edin. Firmanız, dış dünyaya bir “demans” örneği olarak gösterilecek hale gelebilir çünkü artık kendinizi, sizi şekillendiren olguları sorgulamaktan aciz ve dışarıdan eski halinizi sorgulatan bir “mimar” olarak bulacaksınız...

Peki bu durumun farkına vardığımızda “şahsi lobotomi” tedavisi için bir kliniğe gitsek,9 ve geçmişte edindiğimiz yanlış öğretileri ve kötü alışkanlıkları unutarak yeni bir başlangıç yapmaya karar versek? Kariyerimizin getirdiği dayanılmaz yük, orta yaştaki pişmanlığımızın kaynağı olan vasat eğitimimiz, kayıtsız uyarlamamız gereken küresel stiller, elimizdeki yetersiz teknolojiler, despotik kültürel coğrafyamız ve üzerimizde etkisi olan tüm tuhaf kişiliklerden dolayı kendimizi yorgun hissedebiliriz. Mimari eğitim ve uygulamanın da, bizi belirli bir şekilde düşünmeye veya üretmeye programlayabilen, belirli bir stil, form veya tasarım yaklaşımını benimsetebilecek bir “beyin yıkama” ile aynı güce sahip olabileceğini fark edersek, o zaman bir gün bu fikirlerin de kalıcı alışkanlıklar haline gelebileceğini düşünmek mantıklı olacaktır.

İyi bir mimari eğitim, bireyin hayatına çok fazla nitelik ve zenginlik katabilir, ancak daha da önemlisi, size her şeyden önce sahip olduğunuz şeyleri sorgulama ve gerektiğinde fikirlerinizi değiştirebilme yeteneğini bırakmalıdır. Hayatımız boyunca edindiğimiz kötü alışkanlıkların bir repertuarını sergilemek için mesleğimizi ve kendimizi tüketmiş olabiliriz, ancak geri kalan hayatımızdaki bakış açımızı değiştirmek için çok da geç olmayabilir. Belki de herhangi bir kalıcı hasara sahip olup olmadığımızı görmek için geçmişimizi tomografik taramayla incelemeye başlamalıyız.

Daha sonra gerekli müdahale için iğnemizi seçebiliriz...

Notlar
1 Kaza ile ilgili detaylı bilgiler Phineas Gage’in wikipedia sayfasında okunabilir.
2 Bu özet bilgiyi aktaran NeuroLink’in kurucusu Elon Musk’tır. Diyaloğun tamamı Joe Rogan’la yaptığı 1169 numaralı Youtube röportajında dinlenebilir.
3 The Human Brain Book, Rita Carter, 2014.
4 Bu dönemde CIA’in LSD kullanılarak beyin üzerinde yasadışı deneyler yaptığı kaydedilmiştir. Detaylı bilgi için bkz. “Project MKUltra.”
5 Orijinal başlık, A Clockwork Orange, Stanley Kubrick, 1971.
6 Orjinal başlık, One Flew Over the Cuckoo’s Nest, Milos Ferman, 1975.
7 Complexity: The Emerging Science at the Edge of Order and Chaos, Mitchell M. Waldrop, 1993.
8 “The Language of Post-Modern Architecture,” Charles Jencks, 1977.
9 Şahsi lobotomy Michael Gondry’nin 2004’teki Sil Baştan (Orjinal Başlık: Eternal Sunshine of the Spotless Mind) filminde detaylıca işlenmektedir. Kalp yaralarını unutmak için ana karakterler gönüllü olarak micro-elektroşok içeren bir tedavi sürecine girerler ve sevdikleriyle olan anılarını sildirirler.

Etiketler: