Bizi Romalılardan Kim Kurtaracak?

KORHAN GÜMÜŞ

Galeri Mana’da açılan “Bizi Romalılar ve Yunanlılardan Kim Kurtaracak” başlıklı sergi ilham kaynağım oldu. Belki benim başlığım “Bizi Modernleşmecilikten Kim Kurtaracak” gibi bir şey olabilirdi. Ama serginin ve başlığın cazibesine dayanamadım.

Modernleşme iki ayrı eksende okunabilir, çoğunlukla yapıldığı gibi. Birincisi tüm tarihi kapsayan bir toplumsal ilişki biçimi olarak. İkincisi belli bir tarihi dönemdeki bir tarz, yaşama biçimi olarak. Birincisi sınıfsal ilişkileri göz önüne alan bir "metapolitika" geliştirmeyi gerektirir, ikincisi ise doğal olarak bu ilişkileri örterek, onu bir "neoklasik" karşıtlıklar rejimi içinde okumayı... Roma İmparatorluğu hiç şüphesiz egemenliği altındaki yerel toplulukların işgücünü, ürettikleri değerleri devşirerek gelişen bir devletti. Merkezde kurguladığı sembolik düzeni egemenliği altındaki topraklarda askeri bir şiddetle yeniden üretiyordu. Yerel ekonomileri, kültürleri modern toplumlara benzetilebilecek iktidar teknikleri tahakküm altına alıyordu. Ancak bir şekilde bu merkeziyetçi sistem çöktü. Dünyaya (Akdeniz’e) gücü yeten imparatorlar şehirlere, yerel topluluklara söz dinletemez oldular. Tarihçiler Neron gibi bir imparatorun Roma’daki korkunç yangını bile bir “kentsel dönüşüm” fırsatı olarak kullanmasından söz ederler. Düzenli caddeler, sokaklar villalar (domus) yanında çığ gibi büyüyen, imparatorlar tarafından yedi katla sınırlandırılmasına rağmen bunu aşan yüksek binalar (insulae) şehri doldurdu. Roma yaşanamaz hale geldi. Araba trafiği kaosu, çevre sorunları, göçler, şehirlerde gelişen informel işleyiş ile başkent Roma tıpkı bugünkü İstanbul’a benzedi. İmar işlerinden elde edilen haksız kazançlar insani değerleri, hukuk ve siyaset sistemini çökertti.

Türkiye’de de inşaat refahın paylaşılmasında iş gören bir sektör. Bugünkü imar rejimi ancak refahın paylaştırılmasında etkili oluyor, zenginlik üretemiyor. Bu patronaj modelinde dönüşümden pay verilen kliyantalist bir kitle ortaya çıkıyor. Bunların içinde iktidarın seçmen kitlesini oluşturan küçük girişimci, yatırımcı, kredi ile evsahibi olan geniş bir tüketici kesimi yanında emekçiler, inşaat piyasasında geçimini sağlayan kitleler de yer alıyor. Bu refahın merkezden yönlendirilmesini ve tek taraflı, asimetrik bir ilişki içinde yeni bir konsensüs biçimi oluşturulmasını sağlıyor. Böylece iktidarlar kentsel dönüşümle yalnızca yeni binalar değil, seçmen kitlesini inşa ederek, kalıcı bir durum yaratmayı hedefliyor. Ancak bunun bedeli yüksek. Yaşam değerlerini yağmalayan, insanları köleleştiren bu modelle sürdürülebilir bir gelişme mümkün değil. Bu yoksul, sıradan işlere mahkum edilen işçileri, emekçileri olduğu kadar beyaz yakalıları rahatsız eden bir gelişme modeli. Bu iki kesimin de istihdam koşullarının gelişmesi için yenilikçi iş kollarına ihtiyaç var. Bu patronaj sistemi siyasal elitin dışında kalan herkesin aleyhine. Düşünce üretimi alanında demokratikleşme olmadan, şehirliler yüksek katma değer üreten deneysel alanlara yönelmeden gelişmek mümkün değil. Hangi partiden olursa olsun, siyasetçilerin ağızları açık bir şekilde sanki marifetmiş gibi imar işleri ile uğraşmaları, belediyecilik deneyiminin böyle algılanması, şehirlerin geleceği için ruh karartıcı bir durum.

Yolsuzluk iddialarında en çok yer alan konulardan biri imar rantı. İmara açmak, inşaat izni vermek para basmaya benziyor. İstanbul’un her köşesi, her yeşil alanı imara açılıyor, yönetimler yaptıkları plan tadilatları ile bunu kolaylaştırıyorlar. İstanbul’da yılda 1500 plan tadilatı yapılıyor. Bunlar oy birliği ile belediye meclislerinden geçiyor. Partiler arasında bu konuda tam bir uzlaşma var. Siyasetçi rant dağıtma işlevi görüyor. Yalnızca bir plan tadilatı kararı ile diyelim ki piyasa değeri yüz milyon lira olan bir arsanın değeri bir milyar liraya çıkıyor. Aradaki fark, 900 milyon, kamu eliyle birilerine haksız kazanç sağlamaktan başka bir şey değil. Siyasetçiler aldıkları bu payı meşrulaştırmak için parti binası yaptırmak, okul tamir ettirmek, yardım dağıtmak gibi birtakım faaliyetlerde bulunuyorlar. Kamuoyunda siyasetçilere yakıştırılan “çalıyor ama çalışıyor” deyişi bunu ifade ediyor. Yani “hepsini alıp götürmüyor, dağıtıyor” anlamına geliyor. Bu deyişin de gösterdiği gibi kamunun yarattığı rantın ne kadarının ve nasıl geriye döndüğünün bir ölçüsü yok. Seçilmiş kişiler bu rant pastasından alınan payın en tepesinde yer alıyorlar. Yukarıdan aşağıya rantı paylaşmakta bir “göz yumma sistemi” oluşmuş durumda. Çeperinde ise “yakın dostlar” adı verilen kişiler bulunuyor. Mimarlık, restorasyon hizmetleri yapıyormuş gibi gözüken bu ayrıcalıklı elitin işlevi siyasetçiler ile spekülatörler arasındaki ilişkiyi kurmak, koşulları tanımlamak. İmar kısıtlamalarının bulunduğu doğal ve tarihsel SİT alanlarında, özel yasayla korunması gereken yerlerde bu kişiler ödemeleri kolaylaştırıcı bir işlev görüyorlar. Sistem öyle oturmuş ki, hem karar veren, onaylayan, hem de kendi pozisyonunu iş almak için kullanan kişileri herkes kanıksamış durumda. Bu kişiler imar kısıtlamaları olan alanlarda vazgeçilmez aracılar olarak iş görüyorlar. Sistem örtük bir şekilde işleyen bu rant paylaştırma işlevindeki aktörleri ilişkilendirmek, merkezden yerele uzanan bir çok onay mekanizmasını kolaylaştırmak üzerine kurulu.

Belediyelerdeki imar şubelerindeki en yetkili kişiler yol gösterici oluyor. Örneğin kurallar çerçevesinde hareket etmek isteyen kişilere rant paylaşımını engellediği gerekçesiyle uyarılar yapılıyor. İşini görmek isteyenler sistemin işleyişine katılmaya zorlanıyor. Kamu yararı açısından korunması gereken yeşil alanlar, yapılar yıkılıyor ve yerlerine ucubeler dikiliyor.

Peki bu modelin alternatifi ne? Bu dönüşümün motorunu oluşturan politika-sermaye ittifakını değiştirmek.

Etiketler: