Çeşitliliğe Açık Bir Mimarlık

HÜLYA ERTAŞ SOU FUJİMOTO

Trakya Cam’ın düzenlediği T Buluşmaları kapsamında İstanbul’a gelen Sou Fujimoto ile temellere odaklanan mimarlığında aradığı duyguları ve doğayla kurduğu ilişkiyi konuştuk.

Hülya Ertaş: Pek çok işinizde mimarlığın ilkel ve temel varoluşunu vurguluyorsunuz. Bugünkü karmaşık yaşam biçimleri ve kaotik kentsel koşullar bağlamında bu vurgunun anlamı nedir?
Sou Fujimoto: Evet, bütünde durum giderek karmaşıklaşıyor ve yeni bir şey düşünmek için çok temel şeylere dayanan bir çeşitliliğe ihtiyacımız var. Çünkü yeni diyeceğimiz pek çok şey var ve kendimizi yeni şeylerde kaybettik. Yaşayan çevremize dayanarak mimarlığın çok eski olduğunu söyleyebiliriz. Oldukça eski olan bu temel şeylerden yeni bir şey oluşturarak temelleri yorumlayabiliriz. Yeni şeyler, yaratımla ilham arasındaki gerilimle ortaya çıkıyor bence.

fotoğraflar: iwan baan

HE: Temellere bakmayı modernizmin sürekliliği için yeni bir yol olarak da düşünebilir miyiz? Modernizm ve ardından kimilerine göre post-modernizm geldi ve temelleri unuttuk. Şimdi modern zamanın öncesine bakıp hayatımızın en temel parçalarını gözeterek yeniden yaratmak da aslen bir şekilde sürekliliği sağlamak.
SF: Evet tabi, bir yandan hala modern bir çağdayız, ama modern mimarlığı düşününce bir şeylerin kayıp olduğunu keşfedeceğiz. Bu yüzden tarihteki zenginlikte daha fazla şey görebiliriz.

HE: Peki mimarlığınızın nasıl bir his vermesini düşünüyorsunuz?
SF: Esasen çeşitlilik sağlamaya, mekanın farklı şekillerde hissetmeye izin vermesine çalışıyorum. Belli başlı duygular değil ama aynı mimarlığı farklı şekilde ele alarak daha çok özgürlük sağlamak istiyorum. Sadece bu da değil, mesela farklı hava koşullarına göre mekanda farklı duyguların bulunması da önemli. Bugün yalnızsanız ve yarın arkadaşlarınızla aynı mekandaysanız tabi ki farklı anlamlar üretirsiniz. Bazen konut projeleri tamamlandıktan sonra müşterilerim bana mekanda her gün yeni bir şey keşfettiklerini söylüyor. Böyle bir geri dönüş almak muhteşem.

HE: Daha çok işlevle mücadele ettiğinizi söyleyebilir miyiz o zaman?
SF: İşlev ve onun ötesindeki şeylerle. Çünkü işlevden çokça söz ettiğimizde işlevin güçlü anlamları akla geliyor. Ama yaşamımız ve etkinliklerimiz yumuşak, belirsiz ve çok anlamlı. Yaptığımız pek çok şey bulanık, ben de bu bulanık ve belirsiz işlevler için bir alan sağlamayı ya da insanlara hayal güçlerinin ötesinde davranışlar göstermesi için ilham vermeyi seviyorum. Bu açıdan işlevin ötesine geçen bir şeyler var bence. Yaşamın güzel karmaşasına uyan bir çeşitlilik var.

HE: Ev, ofis, alışveriş merkezi gibi mevcut konvansiyonel yapı programlarının bugünün bağlamına uyduğunu düşünüyor musunuz? Yani program açısından mimarlığın dönüşümünü nasıl öngörüyorsunuz?
SF: Hayatımızı bu kadar katı bir şekilde ayırmak oldukça konvansiyonel bir işlev. Oysa ki çalışma, uyuma, oyun oynama gibi farklı etkinliklerin bir karışımını yaşıyoruz. Hayatın zenginliği farklı eylemlerin üst üste binmesi ya da bir arada erimesiyle ortaya çıkıyor. Bu nedenle mimari tasarımın her işlev için ayrı bir oda yaratması yerine işlevlerin karışımını düşünmesi, geçiş alanları tasarlaması, arada kalan bulanık mekanları oluşturması önemli.

HE: Bence özellikle arazinin çok kıymetli ve az olduğu Japonya gibi bir yerde çok katmanlılık çok daha önem kazanıyor.
SF: Doğru olabilir, az alana sahibiz, işlevler üst üste biniyor, küçük bir mekanda ilginç bir zenginlik oluşuyor. Ama bu, arsa nedeniyle gelişen bir strateji değil, güncel hayatımızla ilgili, arada kalan zenginlik durumları gibi.

HE: Japonya’ya has durumların mimarlığınız üzerindeki etkisi, başka ülkelerdeki üretimlerinize de yansıyor mu?
SF: Evet, sanırım. Geleneksel ve güncel Japon kültürüyle ilgileniyorum ama tabi ki onları olduğu gibi yabancı ülkelere uygulamıyorum. Japonya dışındaki yerlerde de oranın kültüründen, çevresinden, iklim koşullarından, yerel özelliklerinden ilham alıyorum ve temel konsepte uyarlıyorum. Japonya dışında olduğumda her zaman tarzımı uygulama gibi bir amacım olmuyor, ama mimarlığın özünü ya da tohumunu bir araya getirmeye çalışıyorum, ardından özün farklı temel şartlarla farklı yollara büyümesini sağlıyorum.

HE: Sizin doğa ve mimarlık ilişkisi için farklı bir kavrayışınız var. Sadece insan doğası değil, holistik bir doğanın anlayışından bahsediyorum. Mesela Serpentine Pavyonu için bir çatıya ihtiyaç duymamak gibi. Doğa sizin mimarlık üretiminizde nasıl bir anlam taşıyor?
SF: Çok temel bir soru. Serpentine örneğinden gidersek, çatı gibi gözüken bir gölgelendirme olmasını istiyorlardı ama ille de bütün bir çatı formunda olması gerekmiyordu. Böylece sonunda şeffaf bir çatı tasarladık. Bu çatı temel ihtiyaçları gözetiyor ve yarı açık bir yapıda. Bu projede sınırları nasıl daha da bulanıklaştırabileceğimi denedim. Çünkü hala sınırlarımız var, ama bazen sınırlar ormana ya da parka doğru yok olur. Bazen sınırların sizi korumak için kuşattığını hissedersiniz. Mimarlık ve doğanın ilişkisi her zaman bu şekilde oldu. Mimarlık bazen gerçekten doğaya açıktı, bazen tamamen doğayı engellemişti. Bana göre doğa, mimarlıkla birleşerek hayatımızın bir parçası olabilir. Bazen mimari tasarım doğaya yaklaşabilir ya da doğaya daha yapay bir şekilde davranabiliriz. Umarım doğa ve mimarlık arasındaki sınır daha karmaşık ve bulanık olur. Yaşayan çevremizi bu şekilde daha zengin algılayabiliriz. Özellikle de ilk yirmi yılında modern mimarlık bence güzel bir yapay ve yaşayan çevreyi, güzel ve yapay malzemeler kullanarak oluşturmaktı. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğanın niteliğini arıtmakla daha çok ilgiliydik, ardından doğa ve mimarlığı birleştirmeyi ya da ikisinin eşitliğini görmeyi kavradık. Bir açıdan doğa temel bir şey, yine de mimari tasarımla doğa ilişkisinin yeni yönlerini keşfedebiliriz.

HE: Ev tasarımları üzerinde çalışırken ev sahipleri ile nasıl uzlaşıyorsunuz?
SF: Belki benim durumum biraz daha özel, çünkü müşterilerim genelde benden daha mücadeleci. Tabi ki bazı noktaları tartışıp değiştiriyoruz ya da güncelliyoruz ama burada birinin diğeriyle uzlaşması değil söz konusu olan, daha çok güncelleme ya da geliştirmeye yakın bir durum oluyor. Bazen yeterince bütçe olmuyor ve değiştirmeler yapıyoruz ama bu daha çok bütün strüktürü, malzemeleri gözden geçirmek için olumlu bir güncelleme oluyor. Böyle bir sürecin ardından tasarım, ihtiyaçları ve bütçeyi karşılıyor ve ortaya inovatif bir ürün çıkıyor. Yani temelde ben bir şey sunuyorum, müşterinin geri dönüşüne göre güncelliyorum. Böyle bir sürecin mimarlık için ideal olduğunu düşünüyorum.

HE: Yani müşteriyi tasarımın geliştirici öğesi olarak görüyorsunuz.
SF: Evet, bir ortaklık gibi, bazen gerçekten tetikleyici ve heyecan verici oluyor.

HE: Tasarladığınız evlerden sonra sizin evinizin nasıl olduğunu merak ediyorum.
SF: Epey sıradan. Bir mimarın tasarlamadığı Tokyo’daki bir apartmanda yaşıyorum. Kendi evimi tasarlamaya kalkışsaydım bitmek bilmeyen bir sürece dönüşürdü. İstediğim herhangi bir şeyi yapma özgürlüğüm olurdu. Belki her gün yeni bir fikir gelirdi aklıma ve planı değiştirirdim. O yüzden evimin tasarımını en sevdiğim mimarlardan birine yaptırmak isterdim.

HE: Mesela kime?
SF: Frank Gehry’ye. Çok param olsaydı Gehry’nin “çılgın” evimi tasarlamasını isterdim.

HE: Oldukça ilginç bir yanıt çünkü sizin mimarlığınızla Gehry’ninkini yan yana getirmekte zorlanıyorum.
SF: Benim kafamda ikimizin mimarlığı birleşiyor. Gehry’nin üretimlerini takdir ediyorum, 20. yüzyılın en iyi mimarlarından olduğunu düşünüyorum. Benim için neredeyse Le Corbusier, Mies van der Rohe, Louis Kahn gibi mimarlarla mukayese edilebilir biri.

HE: Tokyo’da olimpiyat stadyumu ile ilgili büyük bir tartışma gündemi var. Önce sizin fikrinizi merak ediyorum çünkü bunun hakkında bir imza kampanyası düzenlendi. Burada da otorite sahipleri kendi ideallerini kente yerleştirmeye çalıştığı için bu bağlamda mimarın rolü için ne düşündüğünüzü de soruyorum.
SF: Tartışma oldukça karmaşık bir durumda çünkü aslen bu bir mimari tasarım problemi değil, ama temel programların, ihtiyaçların çok büyük olması ya da arazi seçimi gibi temel kararlar problem doğuruyor. Bu nedenle mimarın sorumluluğunda değil, daha çok müşteriye ait bir problem bu. Yarışma şartnameleri hazırlandığında her şeyin tartışılmamış olmasıyla alakalı bir sorun var. İhtiyaçlar özetleniyor, bu durumda da şartnameler niteliksiz oluyor. Zaha’nın önerisi de bu şartnameye göre hazırlanmış. Her öneri oldukça büyüktü, o yüzden sadece Zaha’nın önerisini eleştirmek adil değil.

HE: Son durum nedir, inşa edilecek mi ya da proje küçültülecek mi?
SF: Şimdi durum çok belirsiz. Bazıları mevcut stadyumun yenilemesinin yeterli olacağını söylüyor, bazıları Zaha’nın tasarımının küçülmesi gerektiğini, bazıları yeniden tasarlanmasını, bazıları olduğu gibi inşa edilmesini öneriyor. Böyle karışık bir durum içinde kaldığı için Zaha adına üzgünüm. Yarışma şartnamesine göre en temel konseptin tasarlanması ve ardından büyük bir firmanın işi üstlenmesi bekleniyor. Bu da problemin başka bir ayağı. Zaha’nın konsept tasarımı yarışmayı kazandı ama tasarım sürecinin temel bileşenleri işbirlikçi bir Japon firması tarafından yapıldı. Bence bu mimarlar ve mimari tasarım için çok kötü bir durum. Çünkü konsept yaşamıyor böyle bir durumda. Bu yüzden her şey göründüğünden daha karışık. Kazanan öneriyi sadece bir konsept tasarım olarak kullanmak da başka bir politik karar.

Etiketler: