Covid-19 Karantinası : Mimarın Araçlarına Paralaks Bir Bakış Ortamı

ASLI YALÇIN

Aralık ayında Wuhan’da görülen ilk vakanın ardından kısa bir sürede pandemi haline gelen Covid-19 ile tüm dünya viral bir kriz ile karşı karşıya…. “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Kozmolojik ve teknolojik eşikler, paradigma kaymalarına neden olmakta. Bugün teknoloji ve sayısal ortama bağlı yeni paradigma Covid-19 pandemi krizinde“yeni normaller” adı altında daha önce olmadığı kadar berrak bir şekilde görünür halde. Her ne kadar iklim krizi uyarıları bir süredir gündemde olsa da pandemi bir an denecek kadar kısa bir sürede ortaya çıktı. Oysa sürekli “yeni normaller” olarak bahsedilen durum zaten halihazırda internetin yaygınlaşması ve bilgisayar destekli teknolojilerin süregelen ilerlemesiyle birlikte, gündelik hayatın ve birçok disiplinin altyapısında örtük bir şekilde bulunmaktaydı.1

Covid-19 krizinde bir taraftan fiziksel olarak izole olurken, bir diğer taraftan teknolojik araç ve sayısal ortam aracılığıyla insanlık olarak hiç olmadığımız kadar birbirimizle bağlantı halinde ve iletişim içerisindeyiz. Her akşam Dünya Sağlık Örgütü’nün ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Bilim Kurulu ile görüşmelerinin sonuçlarını beklerken sayısal ortam da “yeni normaller”imiz üzerinden bir canlı yayın furyasıdır gidiyor. Instagram canlı yayınlarında “yeni normaller” konuşuluyor, Paskalya gecesi Milano Duomo Katedrali’ndeki Andrea Bocelli canlı yayın Instagram konserine milyonlar katılıyor, birçok müze ve galeri sayısal ortamda geziliyor, metropollerin karantinadaki boş sokak görüntüleri dronlar tarafından çekiliyor, virtüel gerçeklik ortamlarında geziliyor… İşte yeni normallerimiz…

Burada “yeni normaller”, eski-yeni, insan-makine ikiliğinden uzak; ikili karşıtlık çerçevesinde değil; diyalektik “ya/ya da” karşıtlıklarından ziyade içkin “ve/ve” ilişkileri olarak ele alınmakta. Eskinin yerine yeninin tercih edilmesinin ötesinde bu yeni normalleri kendi içkinliğinde bir oluş süreci olarak okuyabiliriz. Teknolojik araç ve sayısal ortamdaki bu “yeni” deneyim katmanları, epistemolojik olarak yeni bağlantıların kurulmasına, karşılaşmalara, keşiflere, kayıp halkaları birleştirilmesi yoluyla çoklukların oluşmasına imkan tanımakta. Araçlar dünyayı kavrayışımızı belirledikleri ölçüde aynı kavrayış tarafından şekillendirilirler ve ortaklaşa evrimleşirler.2 Bu noktada teknolojik araç ve sayısal ortamları biliş bağlamında kavramak önemli. Araç yalnızca fiziksel bir alet olmanın ötesinde dünyayı kavramamıza, bilmemize aracılık eden her şeydir.

Kapasitelerimizi artıran ve geniş alana yayan her türlü şeyin, çevremizdeki dünya ile aramızda aracılık yaptığını, iletişimi sağladığını savunan Marshall McLuhan’a göre bir toplum duyulardan birine önem katan ve onu egemen kılan bir teknoloji icat edip kullanmaya başladığında, duyuların birbirleriyle olan ilişkileri de dönüşüme uğrar. “Biz ilk başta aletlerimize şekil veririz ve daha sonra aletlerimiz bize şekil verir (…) İnsan dönüşür; gözleri, kulakları, tüm bu duyuları da birlikte dönüşür.” 3 McLuhan’a göre “teknoloji insanın uzantısıdır”. Bugün “yeni normaller” ile yüzleştiğimiz durum, bu dönüşümün ta kendisi ve bu teknolojik araç ve sayısal ortamlar da dünya kavrayışımızı yeniden şekillendiren aracılar. McLuhan’a benzer şekilde Maurice Merleau-Ponty de “insan bedeni ‘dünyayı deneyimlemek için bir aracı’ ise, araçların kullanıcısının vücuduna aletler ve araçlar ekleyerek dünyayı kavrayışını arttırdığını” söyler. O halde karantinada bulunduğumuz yerden "dünyayı deneyimlemeye" devam etmemizi sağlayan bu teknolojik araçları ve sayısal ortamları bedenimize eklemlenmiş protezler olarak düşünebiliriz.

Mimarın kimliği ve pratiği de bu paradigma kaymalarından etkilenmekte, düşünme biçimi, üretim teknolojisi ve tasarım nesnesi değişmekte. Bu durum biliş bağlamında mimarlıkta çoklukların oluşmasına imkan tanır. Bilgisayar destekli tasarım ortamları, gelişen hesaplamalı tasarım araçları gibi gelişen teknolojilerle birlikte final ürünün temsil arayüzleri olmanın ötesine geçip mimarın "birlikte düşünme araçları" haline geldiler ve gün geçtikçe bu işbirliğinde “makine”lerin rolü artmakta.

Bilindiği üzere mimarlar zaten bilgisayar destekli tasarım ortamlarında çalışıyorlar ve bu duruma aşinalar. Bu nedenledir ki birçok mimarlık ofisi kolaylıkla evden çalışma sistemine geçti ve hızlıca adapte oldu. Ancak burada Covid-19 pandemisinin karantina sürecinde mimarın fiziksel deneyiminin kısıtlanması bu süreci mimar adına “yeni” kılıyor. Bu noktada mimarın karantinada “proje alan keşif ziyareti” teknolojik araç ve sayısal ortam -yeni paradigmanın- mimara yansımasını okumada paralaks bir bakış açısı sağlıyor. Fiziksel olarak mekanı deneyimleyemeyen mimar, sayısal ortam ve teknolojik araçların sunduğu imkanlarla mekanı deneyimlemekte. Evinde oturduğu yerden klavye ve monitör aracılığıyla kentlerde gezen, hololensler ile sahadaymışçasına yürüyerek proje alanını ziyaret eden, dron ile keşif yapan mimar, bir protez olarak bedenine eklemlediği teknolojik araç ve sayısal ortamlar ile kenti farklı bir bakışla deneyimlemekte.

İllüstrasyon: Aslı Yalçın

Yürümek
Oysa mimar proje alanında “yürür”. Hemen proje alanının yan duvarının önünde öbeklenen köpeklerle karşılaşır, yeni açan iğde ağacının kokusunu içine çeker… Mekanı duyumsar, içselleştirir… Kentin sokaklarında kaybolur kimi zaman… Mimar, yürür, keşfeder… Bu noktada Walter Benjamin’in arkeolojik okumaları için düşünme aracı olarak sunduğu flanör metaforu akla geliyor. Benjamin, flanörü, 19. yüzyıl arkeoloğu, alegorist toplayıcı, dedektif gözlemci olarak kent kültürünü gözlemlemek, okumak, üretmek için kullanılır. Kent içerisinde gezinen flanör, kenti bir yere varma telaşı olmadan deneyimlerdi. Ancak kentte yürüyen ilk figür, flanör değildir. Ne tesadüftür ki, ilk figür Daniel Defoe’nin Veba Yılı Günlüğü romanında karşımıza çıkar. Bir diğer pandemi sürecinde 17-18. yüzyılda kentsel mekanda yolculuk yapmak hem fiziksel hem de kavramsal olarak ustalık ister, çünkü sıradan insanlara şehrin bir ucundan öbür ucuna yol gösteren bir harita yoktur. Veba yıllarında yolunuzda görme yeteneğiyle, hafızayla, tarihle, tavsiyeyle, yönle -ve şansla- ilerlerdiniz. O dönemde Londra’da biri, deneme yanılma yöntemiyle yapılan zihinsel bir haritadan medet umarak ve çevrenin sunduğu işaretleri yorumlayarak kenti katetmiştir. Şehre dair zihinsel bir kuşbakışının topoğrafik detaylarına ve yapısına karşı bu atiklik daha sonra psikocoğrafi tekniğinin temelini oluşturacaktır fakat veba döneminde bu teknikler bir tercihten çok, bir zorunluluk haline gelmiştir.4

Psikocoğrafi bir incelemeyi yürüten figür, Guy Debord’un derivé metodu ile kentte yürüyen derivéur’dür. Derviéur, flanörün sadece kılık değiştirmiş halidir. Yine sokak seviyesinden kent yaşamının arkeolojisinin izini sürdürür. Derivéur, sokağın üstünlüğünü, tekil ve öznel deneyimi savunurken kuş bakışı perspektifi alt üst etmeyi hedeflerdi. Bunun altında da izleyicinin kapsayıcı bakışı, şehri, bireyselliğe hiç yer bırakmayan ya da kişilikleri bölen gizli bir kent boşluğu, şahsiyeti ve yerelliği ortadan kaldıran ya da baskı altında tutan homojen bir bütün olarak görmesi yatar. Nitekim benzer şekilde Michel De Certeau da New York metropolünde yürüyen figürü ile sokak seviyesinden kopan bakışı eleştirmektedir: “Dünya Ticaret Merkezi’nin en tepesine yükselmiş olmak, şehri kavramaktan uzaklaşmış olmak demektir. Kişi oraya yükseldiğinde, kendisini yazarların ve seyircilerin bütün kimlikleriyle harmanlayan ve tüm kimlikleri içinde taşıyan kalabalığı ardında bırakmıştır… sokaklar artık bireyin bedenini kavramamaktadır…seviyesi onu bir izleyiciye dönüştürür, onu uzaklaştırır. (...) Onların hikayesi yer seviyesinde, adımlarla başlar. (…) Şehrin tarihinin yazıldığı o seviye burasıdır, yukarısı değildir. En yukarıdan panoptik bir tanrısal bakış açısı ile aşağıda duranlara bakanlar, şehri herhangi bir bireysel perspektiften uzak, engin bir bütünsellik olarak deneyimleyen izleyicilerdir.”5s Her ne kadar flanör ilerlemenin kaplumbağa hızında sürmesini istediyse ve derivéur kuşbakışı alt üst etmeyi hedeflediyse de öyle olmadı. 6 Vebadan yaklaşık üç yüz elli yıl sonra bir diğer pandemide, bugün, Covid-19’da karantinada dronlar ile çatılar üzerinden “uçarak” kenti deneyimliyoruz.

Teknolojideki ve toplumsal düzendeki değişim, modern kent flanörünün yürüme eylemini değiştirmiş ve farklı bir kartografik bakış düzlemi ortaya çıkarmıştır: sayısal ortamda sanal gezerlik. “Hareketsizlik içinde hareket edebilme” ya da “hareket halindeyken bile devinimsiz kalabilme” kabiliyeti… Yürüyen figür internet aracılığıyla “sürtünmesiz zemin”de sanal olarak kenti deneyimleyebilmekte. Modern çağın flanörü, internet çağında virtuel flanör, siber flanör gibi kullandığı sanal mecra ile ilişkilendirilerek kuramsallaştırılmaktadır. Yürüyen figürün belli bir mekana bağlı olmaksızın hareket edebilme, yer değiştirebilmektedir. Yürüyen figür, sanal ağlar ile birlikte artık bilgisayar ekranı ya da cep telefonu ekranında, “parmak uçlarına” basa basa ilerleyen yeni bir “gezgin-düşünür”dür.7

Flanörün başarısı, görünmeden gözlemlemesidir. Bu noktada görünmez olmak, flanörün gözleminin en özgür ve özgün yanını oluşturur. Modern çağın flanörü kentte yürüyerek sokak seviyesinden kalabalıklar içerisinden yerellikleri gözlemekte ve aktarmaktaydı. Bugün aynı zamanda 19. yüzyıl flanörünün kalabalıkları içinde görünmez olmakla ilgili durumunu değiştirerek, kalabalıkları dışarıdan gözlemleyerek görünür olmak konusunda yeni bir tartışma alanı açmaktadır.8 Kitlesel medyanın durmaksızın yükselişiyle ortaya çıkan bir güç mekanizması olan sinoptikon doğası gereği küreseldir; kitlesel medya aracılığıyla seyretme eylemi seyredenleri yerelliklerinden koparmakta ve onları "bedensel olarak yerlerinde kalsalar bile, en azından tinsel olarak, uzaklığın olmadığı sibermekan"a taşımakta. Sinoptikonda önemli olan "çoğun azı seyretmesi"ni sağlayan yurtsuz ağa bağlanılmasıdır. "Panoptikon'da belli bazı seçilmiş yereller, öteki yerelleri seyrediyordu; synopticon da, yereller küreselleri seyretmektedir."9 İnternet çağına ait günümüz flanörü (virtuel/siber/postmodern flanör) internet teknolojisiyle, siber kentte dolaşıyor, diğer insanların diyaloglarına ulaşıyor, katılımı ya da sadece gözlemlemeyi tercih ederek topluluğun bir parçası haline geliyor ama onlardan fiziksel olarak tamamen izole.

Benjamin’in flanörü, kalabalıkta rekabet içinde değil, onsuzlukta mutlu ve materyalizm ile temsil ettiklerine olumsuz yaklaşarak uzak dururken günümüzün flanörü kendini pasajlar ve sokaklarla sınırlamış biri değil artık. Benjamin için nasıl o dönemdeki pasajlar, müzeler, sokaklar, kafeler vs veri alanı ise, günümüzde de sosyal medya bir veri alanı.10 Ne de olsa büyük veri çağındayız… Paradoks, insan sonrası söylemlerde ve pratiklerde “insan”ın aynı anda hem aşırı açığa çıkması hem de gözden kaybolmasında.11

Google Street View, Google Earth gibi arayüzlerde geleneksel harita yerine sokağın 360 derecelik panoramik görüntüleri ile kullanıcı ,virtuel flanör olarak yeni deneyim katmanlarına çağırılıyor. Yine bu çağın bir diğer figürü, dronör ise bulunduğu yerden dron aracılığıyla kenti gözlemliyor ve bir başka bakış deneyiminin kapılarını aralıyor. Eşzamanlı olarak görsel veriyi sayısal ortama aktaran dronlar evden çıkamadan “kanatlanıp uçmayı” sağlıyor.

Sistem virtuel flanöre ya da dronöre sunduğu “kartografik” bakış ile bilgisayar ekranının önünden ayrılmadan özgürce sokaklarda, caddelerde gezmenizi, dünyanın egzotik ve ikonik herhangi bir köşesine yolculuk yapmanıza imkan vermekte. Ama bu gezinti, gelişigüzel kaybolup gitmeyi ne kadar sağlayabiliyor? Öte yandan, virtuel flanör buna ne kadar ihtiyaç duyuyor?12 Paul Virilio’ya göre yolculuk serüveninin gerçek mekan ufkuna dayalı deneyiminin yerini, “birer ‘yapay ufuk’ sunan ekran ya da monitör”ün gerçekliği almıştır. Ufkun yapaylığının zenginliği ve çeşitliliği, gerçek deneyimin yoksulluğudur. Virilio’nun deyimiyle, bu yapay ufuk içinde olup bitenlerin genel niteliği tek cümleyle şöyle özetlenebilir: “Hiçbir şey gerçekleşmemekte, her şey geçmektedir.”13

Bir taraftan teknolojik araç ve sayısal ortama ilişkin teknofobik eleştiriler sürerken diğer taraftan Ray Kurzweil gibi transhümanistler14 teknolojinin, yararlı ve zararlı öğelerinin ayrıştırılmasının mümkün olmadığını savunmaktadırlar. Dona Haraway’e göre “...ileri teknoloji kültürü (…) ikirciliklere şaşırtıcı şekillerde meydan okur. İnsanla makine arasındaki ilişkide kimin yarattığı, kimin yaratıldığı net değildir. Kodlama pratiklerine ayrışan makinelerde neyin zihin neyin beden olduğu da net değildir. Kendimizi hem biçimsel söylem hem de gündelik pratik içinde bildiğimiz sürece, kendimizi siborg, melez, mozaik ve kimera olarak buluruz. Biyolojik organizmalar biyonik sistemler, yani diğer her şey gibi iletişim aygıtları olup çıktılar”. İletişim teknolojileri ve biyoteknolojiler, bedenlerimizi yeniden elden geçirmek için can alıcı önem taşıyan aletler. Teknolojiler ve bilimsel söylemler, kısmen onları oluşturan akışkan toplumsal etkileşimlerin formalizasyonları, yani dondurulmuş anları olarak anlaşılabilirler, ama bir taraftan da anlamları yürürlüğe koymaya yarayan araçlar olarak görülmeliler. Alet ile mit, araç ile kavram, toplumsal ilişkiler ve tarihsel sistemler ile bilgi nesneleri de dahil olmak üzere, olanaklı bedenlerin tarihsel anatomileri arasındaki sınır geçirgendir. Aslen, mit ve alet karşılıklı olarak birbirlerini oluştururlar.15

Bu noktada karantinada proje alanı keşif ziyareti yapan mimari virtuel flanör ya da dronör olarak metaforlaştırabiliriz. Mimar, bedenini genişletmek ve uzatmak adına teknolojik araç ve sayısal ortamı, bedenine bir protez olarak eklemler. Mimar bu protezleriyle kentin katmanlarına eklemlenen sibertektonik mekan deneyimine odaklanır. Burada Haraway’in şu sorusu akla gelmektedir: O halde bedenlerimiz neden derilerimizle sınırlanmak ya da en iyi ihtimalle derinin altında kalanları kapsamak zorunda olsun?16

Bir dağcılık kazası sonrasında iki bacağı da kesilen Hugh Herr, MIT’de Nöro Kapsamlı Tasarım üzerinde çalışmaktadır. Nöro Kapsamlı Tasarım siborg işlevini sağlayan bir metodoloji.17^ Bu tasarım sürecinde tasarımcılar, teknolojinin doğamızla dikkatlice iç içe geçtiği bir gelecek öngörüyorlar. Herr ve Siborg Ekibi’ne göre “Bu gelecekte, neyin biyolojik olup olmadığı, neyin insana özgü olup olmadığı, neyin doğal olup olmadığı sonsuza dek soru işareti olarak kalacak. Bu gelecek insanoğluna yeni bedenler sağlayacak”. Herr ekliyor: “Bence Nöro Kapsamlı Tasarım uzuvların yerine geçmekle kalmayacak, bizi insanoğlunun potansiyelini yeniden tanımlayacak yepyeni bir yere taşıyacak. 21. yüzyılda tasarımcılar sinir sisteminin kapsamını zihnimizle kontrol edip hissedebileceğimiz çok güçlü dış iskeletlere taşıyacaklar.(…) 21. yüzyılda insanların süper kahramanlara dönüşeceğine inanıyorum. Buna ek olarak insanlar, vücutlarına kanat gibi antromorfik olmayan yapılar ekleyebilir, kanat hareketini sinir sisteminde hissedip kontrol edebilirler. (…) Bu yüzyılın sonlarına doğru, insanlar morfolojik olarak ve dinamik açıdan bugüne kıyasla tanınmaz hale gelecekler. İnsanoğlu yükselecek. (…) ve Leonardo da Vinci’nin de dediği gibi, 'Bir kez uçma hissini tattığınızda toprakta her zaman gözleriniz yukarı bakarak yürürsünüz, çünkü bir kez yukarı çıktınız ve hep oraya dönmek isteyeceksiniz.'”

Sonuç yerine
Mimar bugün pandemi krizine bağlı olarak proje alanı keşfini bulunduğu yerden sayısal ortamda zorunluluktan yapmak durumunda. Biliyoruz ki mimar genellikle yer görmeyi refleks olarak talep ederken, bütçe ve süre gibi çeşitli kısıtlamalara bağlı olarak bazı yarışma ve proje süreçlerinde zaten benzer koşullar oluşmaktaydı. Ancak bir diğer taraftan bu pandemi krizi “yeni normaller” adı altında başka bakışların da mümkünlüğünü ortaya çıkardı ve epistemolojik olarak da yeni sibernetik katmanların potansiyellerini görünür kıldı. Bu teknolojik araçları ve sayısal ortamı, fiziksel deneyimin karşısına koymadan çok farklı deneyim katmanları ile mimarlık epistemolojisinde ve pratiğinde oluşacak çokluklara dair fırsat olarak yorumlayabilir miyiz? Yeni düşünme biçimleri için yeni düşünme araçları, aracıları… Rosi Braidotti’den alıntılayacak olursak: “Günümüzde teknolojik aygıtların çok canlı, insanların ise atıl olduğu her ne kadar reddedilmeyecek bir hakikatse de insan sonrası araştırmalarının ortaya koyduğu kanıtlar bir 'kriz' değil, dikkate değer bir ilham kabarması olduğunu gösteriyor. O yüzden sorumu tekrarlamak istiyorum: 'Biz' bu işte berabersek, 'biz' kimiz? Bu kimin krizi? İşte bu noktada ikili karşıtlıkları aşan ve hem insan hem de insan-olmayan şeylerin birbiriyle bağlantılı maddi, bedenlenmiş ve iliştirilmiş doğasını sürdüren bir felsefi duruş benimsemekte ısrarcıyım. 'Biz'im eleştiri ile yaratıcılık arasında bağ kurmamız ve insan sonrası eleştiri hatlarıyla iç içe geçen yeni düşünme tarzları bulmamız gerekiyor, çünkü problemleri yaratırken kullandığımız dille o problemleri çözemeyiz. (…) Düşünmek, oluş kapasitemizi desteklemeye dair olmanın aynı sıra, bedenlenmiş beyinlerimizin ve beyinleşmiş bedenlerimizin henüz kullanılmamış potansiyellerinin farkına varmaya dairdir. Bir başka deyişle, düşünmek yeni kavramlar yaratmaya dairdir”.18

Son bir söz olarak bu eski ile yeni arasında bir sınır çekme, eskiyi atıp yeniyi çekici bulma, bir seçim değildir. Bulunduğumuz kaygan zeminde, krizin görünür kıldığı durumları, potansiyel olarak yorumlayabilmek, deneyim katmanlarının artikülasyonuna dair farkındalık uyandırma arayışı. Bugün kalabalıklar içerisinde kentte yürüyen avare flanör, bulunduğu yerden kenti kuş bakışı olarak deneyimleyen dronör ile karşılaşıyor. O halde Kurzweil’in ya da Herr’in bahsettiği türden bir gelecek de neden olmasın? Ne de olsa bizler de bir kez artık bu “yeni normaller” ile tanıştık…

Notlar
1 Bu nedenledir ki bu “yeni normaller” hep "gerçekten yeni mi?" yoksa "pandemi krizi ile birlikte mevcudun kristalleştiği bir anda normaller 'yeni' olarak mı görünür hale geldi?" sorusunu akla getirmektedir.
2 Hall J., 2005. Tools of Thinking: Understanding the World through Experience and Reason, The Teaching Company, Chantilly, VA.
3 McLuhan, M., 2012, Medya Mesajı, Medya Masajıdır , Mediacat Kitapları.
4 Coverly,M., 2011, Psikocoğrafya: Londra Yazıları, Kalkedon Yayıncılık.
5 Coverly,M., 2011, Psikocoğrafya: Londra Yazıları, Kalkedon Yayıncılık, s.90-91.
6 “1840’larda pasajlarda kaplumbağa gezdirmek, bir süre için kibarlığın gereklerinden sayılmıştı. Flanör, kendini kaplumbağaların temposuna uydurmaktan hoşlanırdı. Eğer ona kalsaydı, ilerlemenin böyle adımlarla sürmesini isterdi.”
7 Köse,H. 2012, Flanör Düşünce: Arkaik Dönemde ve Dijital Medya Çağında Aylaklık, Ayrıntı Yayınları. s.138-141.
8 Köse,H. 2012, Flanör Düşünce: Arkaik Dönemde ve Dijital Medya Çağında Aylaklık, Ayrıntı Yayınları. s.122-123.
9 Mathiesen,T., 1997, The Viewer Society: Michael Foucalut’s ‘Panopticon’ revisited, Theoretical Criminology,s.215-34.
10 Featherstone, M., 1998, The Flaneur, The City and Virtual Public Life, Urban Studies, Vol.35, No-6, s.909-925.
11 Braidotti, R., 2019, İnsan sonrası, Pek İnsanca: Bir Posthümanistin Anıları ve Emelleri, Cogito: İnsan Sonrası, 2019 Kış no.95-96, s.62.
12 Featherstone, M., 1998, The Flaneur, The City and Virtual Public Life, Urban Studies, Vol.35, No-6, s.922.
13 Virilio,P., 2003, Enformasyon Bombası, Metis Yayıncılık, s.21.
14 Kurzweil, R., 2016, İnsanlık 2.0, Alfa Yayıncılık.
15 Haraway, D., 2010, Başka Yer, Metis Yayınları, s.67-68.
16 Haraway, D., 2010, Başka Yer, Metis Yayınları, s. 85.
17 Bu tasarım sürecinde, tasarımcı insan et ve kemiğini tasarlıyor, biyolojik vücudun kendisini, buna sinir sistemi ve teknoloji arasındaki biyodirektif iletişimi sağlayacak sentetik tasarım ekleniyor. Nöro Kapsamlı Tasarım sinir sistemimizi, sentetik dünyaya taşıyacak, sentetik dünyada bunu bize getirecek olduğumuz kişiyi tamamen değiştirecek. Biyolojik bedenin teknoloji dünyasıyla daha iyi iletişim kurması için insanoğlu engellilik durumuna 21.yüzyılda nokta koymuş olacak ve insan güçlendirilmesine yönelik bilimsel ve teknolojik temelleri atmış olacak, insan yetilerini doğuştan fizyolojik düzeylerin ötesinde bilişsel, duygusal ve fiziksel açıdan genişletecek. Nöro Kapsamlı Tasarım alanında vücudun dokuları cerrahi ve rejeneratif süreçlerle manipüle ediliyor ve yontuluyor. https://www.ted.com/talks/hugh_herr_the_new_bionics_that_let_us_run_climb_and_dance?language=tr (erişim: 05052020)
18 Braidotti, R, 2018, İnsan Sonrası, Kolektif Kitap, s.67,78.

Etiketler:

İlgili İçerikler: