COVID-19, Politikleşen Kent ve Müşterekler

FIRAT GENÇ

Kentin Muhalif Yüzü'nde bu ay Fırat Genç, COVID-19 salgını dahil içinde bulunduğumuz çoklu kriz ortamında şehirleri müşterek olarak görmenin potansiyellerini öne sürüyor.

Marshall Berman Sokaklardaki Modernizm isimli kitabında kentlerin romantik bir tınısı olduğunu yazar.1 Antik Yunan’dan 18. yüzyıl Aydınlanma Avrupası’na, Tevrat’tan Rousseau’nun metinlerine izini sürdüğü bir tür özlemin, kaybedilmiş olana duyulan hasretin üzerine bina eder bu romansı. Berman için şehirler, bir an için var olmuş, sonra yine kaybedilmiş, ama biteviye bir arayışın nesnesi olmaya devam etmiş bir imkanın yuvasıdır. Yabancı olanla karşılaşmaların içerdiği ihtimallere işaret eder ısrarla, kamusal mekanın anlamını ve işlevini tartışırken karşılaşmaların öğreticiliğini vurgular. Yabancıyla karşılaşmalar dönüştürücüdür çünkü insan o esnada öğrenir, sahip olduğu potansiyeli, dolayısıyla kendisini ancak böyle gerçekleştirebilir.

Berman’ın Marksist-hümanist meşrebince ortaya attığı şehir okumasının hayli Batı-merkezli bir okuma olduğu düşünülebilir. Keza ev mekanı ile kamusal mekan arasındaki ayrımın tarihselliğini hepten yok saymasa da tam anlamıyla hesaba katmayan, kamu ya da kamusal alan gibi terimlerin değişik bağlamlarda çok farklı anlamlar üstlendiğini ıskalayan bir okuma onunkisi. Ancak tüm kısıtlarına karşın kışkırtıcı bir yanı da var, çünkü kentsel mekan ile politika arasındaki ilişkinin kimi boyutlarına dair, tam da altını çizdiği türden karşılaşmaların büyük oranda istisnalaştığı bir anda, yalın bir soruyu akla getirir: Kentlere neden ihtiyacımız var? Herkes için aynı ölçüde ve biçimde değil elbette ama, içerisi ile dışarısı arasındaki bağın bildiğimiz anlamıyla var kalamadığı bir tarihsel kesitte kentler ve kentsel hayat üzerine düşünmek için faydalı bir başlangıç noktası bu.

COVID-19 salgını bekleneceği üzere hem gündelik düzeyde hem de ilgili meslek çevrelerinde kentlere ilişkin bir dizi sorgulamayı tetikledi. 19. yüzyıldan bu yana modern endüstriyel kentin gerek fiziki altyapı gerekse idari ve hukuki normlar bakımından biçimlenişinde salgınların ne denli önemli bir yeri olduğu hatırlanacak olursa, yaşadığımız tecrübenin dramatik değişimlere kapı aralayacağı beklentisi anlaşılabilir.2 Ancak asıl şaşırtıcı olan, post-korona döneme ilişkin fütüristik senaryolar bir yana, ana akım mecralarda yapılan tartışmaların en azından şimdilik salgın öncesinde var olan temel mesleki ve ideolojik eğilimleri daha da vurgulu hale getirmiş olması. Bu çerçevede kolektif kentsel tahayyülümüzü kaçınılmaz olarak biçimlendiren, şehri görme, düşünme ve hayal etme yollarımıza etki eden iki başat söylemsel çerçeveden bahsetmek mümkün.

Kevin Quealy New York Times için kaleme aldığı inceleme yazısında salgının etkilerinin iyiden iyiye görünür olduğu Mart ve Nisan aylarında New York şehrinin toplam nüfusunun yüzde 5’inin (yaklaşık 420 bin kişi) şehirden ayrıldığını belirtir.3 Ancak daha önemlisi bu toplamın ezici çoğunluğunu şehrin en varlıklı mahallelerinde oturanların oluşturuyor olmasıdır. Akıllı telefonların sinyalleri üzerinden yapılan bu tespit kusursuz olmasa da Manhattan ve Brooklyn’in kimi kısımlarında nüfusun yüzde 40 civarında azaldığı anlaşılmakta. İkinci konut sahipliği, yapılan işin niteliği, nakit birikimi, evden çalışma olanakları gibi faktörler varsıl ve yoksul kesimlerin hareketliliğini açıklayan en temel faktörler şüphesiz. Bu kaçış eğiliminin ne denli kalıcı olacağını bugünden öngörmek çok mümkün değil. Ancak kesin olan bir şey var ki salgın hastalıklar, kent merkezlerinin tekinsiz, kirli, tehditkar ve kültürel açıdan yozlaştırıcı olduğunu düşünenler açısından, kentsel politikaya etki etmek için kuvvetli bir zemin teşkil etmekte. Konut ve ulaştırma planlamasına ilişkin tartışmalarda bu türden kent-karşıtı, banliyöleşme taraftarı görüşlerin farklı vurgularla da olsa yaygınlaştığı söylenebilir. Örneğin Center of the American Experiment adındaki muhafazakar düşünce kuruluşunda kıdemli uzman olarak görev yapan Katherine Kersten, yaşadığı Minneapolis kentinde salgın öncesinde süregiden tartışmalara yanıt vermek için kaleme aldığı yazısında, yerel yönetimin metropol alanın çeperlerindeki banliyöleşme dinamiğini kısıtlamak adına toplu taşıma araçlarını teşvik etmeye karar vermiş olmasını, özel araç kullanımına ve aile yaşantısına açılmış bir savaş olarak nitelendirir.4 Salgın kalabalıklara karışmanın ne denli tehlikeli olduğunu göstermişken, yurttaşları (yani beyaz banliyö sakinlerini) toplu taşımaya mahkum etmenin yalnızca bir sağlık riski değil, aynı zamanda onların bağımsızlığına bir tehdit olduğunu yazar. Bilhassa ABD, İngiltere, Avustralya ve Kanada gibi kıta Avrupası’ndan farklı bir kentleşme tarihine sahip batı ülkelerinde hayli yaygın olan kent-karşıtı, muhafazakar tutumun tipik bir örneğidir bu.5 Çarpıcı olansa Nisan ayının başında yayımlanan bu yazının üstünden birkaç hafta geçmişken aynı şehrin ABD’nin son on yıllarda tanık olduğu en büyük kentsel ayaklanmalardan birine ev sahipliği yapmış olması. Kent merkezleriyle banliyöler ve kapalı site yerleşimleri arasındaki mekansal ayrışmanın, sınıfsal olduğu kadar etnik ve ırksal ayrımlarla da örtüştüğünü düşünecek olursak, nüfus yoğunluğunu azaltmayı vaat eden kent-karşıtı söylemin açıkça hakim bir sınıf pozisyonunu ifade ettiği görülebilir.

Dahası, salgın hastalıklarla yoğunluk arasındaki bağa ilişkin iddiaların ilk bakışta ikna edici olmasına rağmen, gerçeği o denli yansıtmadığını da eklemek gerekir. Yine New York örneğinden devam edecek olursak, gerek toplam vaka sayısı gerekse can kaybı oranları açısından bakıldığında salgının asıl yıkıcı etkisini, kent merkezindeki nüfus bakımından en yoğun mahallelerde değil, metropoliten alanın çeperlerinde ikamet eden, küçük dairelerde geniş aileler halinde yaşamak zorunda olan, uzaktan çalışma şansından mahrum, dolayısıyla toplu taşıma araçlarını kullanmaya mahkum, yoksul ve ağırlıkla etnik/ırksal azınlık gruplarına dahil kesimlerde gösterdiğini biliyoruz.6 Yani salgının yıkıcı etkisi bakımından asıl belirleyici olan salt nüfus yoğunluğundan ziyade, yoğunluğun mekansal karakterini biçimlendiren sınıfsal dinamikler.

Bu ilk görüşün tam zıddında yer alan bir diğer pozisyon ise çok daha saygın mecralarda, etkili uzmanlarca dile getirilmekte. Örneğin Foreign Policy dergisi Mayıs ayının başında salgının kentlerin geleceği üzerine olası etkilerine ilişkin kısa görüş yazılarından oluşan çevrimiçi bir dosya yayımladı.7 Bu yazılardan birinde Richard Florida “kentleşme her zaman için salgın hastalıklardan daha belirleyici bir güç olmuştur” diyor, mevcut maddi eğilimlerin salgının ilk anda ortaya çıkardığı kentlerden kaçış eğilimini telafi edeceğini iddia ediyordu. Harvard Üniversitesi’nden ünlü ekonomist Edward Glaeser ise büsbütün karamsar olmasa da biraz daha sakınımlı bir tutum alıyor ve “yoğunluk korkusu”nun ilk aşamada banliyö ve kırsal alanlara kaçışı hızlandırabileceğini yazıyordu. Ancak Glaeser bunun üzerine, devletler çöken kentsel ekonomileri ayağa kaldıracak maddi teşvikleri üstlendikleri takdirde, özellikle de ağırlıkla gençlerin istihdam edildiği hizmetler sektörünün yeniden toparlanması durumunda, demografik örüntüleri değişse de kentlerin yeniden canlılığını yakalayacaklarını iddia ediyor. 2011 yılında yayımladığı Kentlerin Zaferi isimli çoksatan kitabıyla8 özellikle ABD’de hakim olan kent-karşıtı akıma liberal cenahtan meydan okuyan, kentlerin eğitim, gelir düzeyi, emek üretkenliği, çevresel sürdürülebilirlik gibi toplumsal ve ekonomik göstergeler itibariyle insanlığın geleceğini temsil ettiğini iddia eden Glaeser bir açıdan salgının bir fırsat teşkil ettiğini ima eder. Bu fırsat vurgusu küresel danışmanlık şirketi SecDev Group’un kurucusu Robert Muggah tarafından da tekrarlanır: “Yenilikleri test etmek için en uygun yerler şehirlerdir. Amsterdam, Bristol, Melbourne gibi öncüler şimdiden döngüsel ekonomiyi, iklim dayanıklılığını ve eşitsizlikleri radikal biçimde sınırlamayı önceleyen planlar geliştiriyor.”

Fotoğraf: Patrick Tomasso, Unsplash

Planlama camiasında “yeni şehircilik” olarak adlandırılan çevre nezdinde salgın, tüm can kayıplarına ve ekonomik yıkıma karşılık bir fırsat olarak anlaşıldı. En genel hatlarıyla bu akım, özellikle gelişkin ekonomilere sahip batı ülkelerinde savaş sonrası dönemde banliyölere akın eden orta sınıfların neden olduğu kentsel yayılmanın geriye çevrilmesi gerektiğini, kent merkezine geri dönüşün, yani kentsel yoğunluğun arttırılmasının hem kaynakların etkin kullanımı açısından ekonomik, hem de çevre tahribatının sınırlandırılması anlamında ekolojik faydaları olacağını ileri sürer.9 Salgın koşullarında yoğunluğa ilişkin bu türden tezlerin taraftar bulmasının güç olduğu düşünülebilir. Ancak yine de bu akımın takipçisi pek çok şehirci salgının tetiklediği sorgulama imkanı kaçırılmazsa kent merkezlerindeki kamusal alanların yeniden düzenlenebileceğini, örneğin parkların ya da işletmelerin mekansal tasarımlarının bu yönde değiştirilebileceğini önermekte.10 Dahası bu türden öneriler kimi yerlerde hayata da geçirilmekte. Yine ABD’de ve kimi Avrupa ülkelerinde birçok kentte yerel yönetimler caddeleri trafiğe kapatma kararı aldı, manav/market gibi küçük işletmelerin alınan tedbirlere uygun biçimde çalışabilmesi için kaldırımlara yayılmasına izin verdi, sokakları birer açık hava restoranına dönüştürdü.11

İlk bakışta son derece cazip bu türden önlemlerin Glaeser’in beklediği canlandırıcı etkiyi ne ölçüde yerine getireceği ya da başka yönetimler tarafından ne denli sahiplenileceği henüz belirsiz. Ancak bu söylemsel çerçeveye ilişkin biri güncel, diğeri ise daha uzun erimli iki noktanın kısaca da olsa altını çizmek gerekir. Birincisi, “yeni şehircilik” akımı özellikle hayat tarzı, kültür politikaları ve ekolojik yıkım bağlamında ilerici politik iddialara referans veriyor olsa da, kent merkezilerine geri dönüş çağrısının fiiliyatta mutenalaşmayı tetiklediği, genç profesyonel ve çoğu zaman hakim etnik/ırksal gruplardan kesimlerin vaktiyle kent merkezine sıkışıp kalmış düşük gelirli, kırılgan toplumsal kesimleri yerinden ettiği, son birkaç on yıllık tecrübe sonrasında bir vakıa. Sınıflar arasındaki yapısal farkları gözetmeyen, sınıfsal farkların toplumsal cinsiyet, etnisite, ırk ve yaş gibi tahakküm dinamikleriyle ne şekilde eklemlendiğini hesaba katmayan bir kentsel politika yönelimi, kimi zaman uygulamacıların ya da taraftarlarının iradesi hilafına var olan eşitsizlikleri pekiştirecek biçimde çalışıyor. İkincisi, salgın sonrası döneme ilişkin yapılan altyapı müdahaleleri, yenilikçi tasarım deneyleri ya da kalıcı olması olası yasal düzenlemeler, yine ağırlıkla avantajlı grupların yaşadığı mahallerde uygulamaya konarken, örneğin sokak satıcılarının sokakları kendileri için birer “işletme”ye dönüştürme imkanları güvenlik güçleri zoruyla engelleniyor. Sokaklar kimi işletmeler için açılırken, aynı sokaklar hayatta kalmak için o sokakta olmaya mecbur kesimler için kapalı tutulmaya devam ediyor. Bir diğer deyişle, “sosyal mesafelenme” tedbirleri sınıfsal ayrışmanın pekiştiricisi bir dinamik olarak çalışırken, mekansal müdahaleler bu ayrımı daha da kesif bir biçime büründürebiliyor.12 Kuşkusuz bu türden müdahaleleri basitçe neoliberal şehirciliğin tezahürü olarak görmek yanıltıcı olur. Aksine böylesi öneriler genellikle son kırk yılda dünya genelinde izlenen politikaların kentsel mekanda neden olduğu eşitsizlik ve adaletsizlikleri kısmen de olsa reforme ihtiyacına binaen dillendiriliyor. Ne var ki, reform çabaları gerisindeki tüm iyi niyete rağmen var olan sınıfsal, etnik ve cinsiyet temelli çatışmaları başka bir surete de büründürebiliyor. COVID-19 salgını kısa zamanda kentsel mekan bağlamında tüm bu dinamikleri çok daha vurgulu hale getirmiş durumda. Dünya çok boyutlu (ekonomik, ekolojik ve politik) bir kriz momentindeyken kentlere ilişkin profesyonel söylemin bu denli tıkanmış olması kentsel politikanın geleceği açısından atlanmaması gereken bir olgu.

Diğer yandan COVID-19’un kayıplar kadar kimi imkanları da açığa çıkardığını gözden kaçırmamak gerekir. Bana kalırsa bunların en başında şehirleri bir müşterek olarak görmenin, düşünmenin ve hayal etmenin yollarına dair kavrayışımızın düne kıyasla çok daha güçlenmiş olması geliyor. Salt bilişsel, mesafeli, aklı önceleyen bir kavrayıştan ziyade pratiğe dayalı, insiyaki, zorunluluklardan kaynaklanan bir kavrayış biçimi bu. Salgının her birimizi kendi biyolojik varlığımızı öncelemek zorunda bırakmasıyla sürüklendiğimiz ve tam da o en bencil halimizle mekansal ilişkilerimizi elimizdeki imkanlar ölçüsünde yeniden düzenlemeye çabaladığımız sırada başkalarına olan bağımlılığımızı yeniden ve dramatik biçimde kavradığımız o an, aynı zamanda şehri bir müşterek olarak kavradığımız ana tekabül ediyor.13

Müşterekler çoğunlukla mera ya da orman gibi doğal varlıklar üzerinden düşünülür, dolayısıyla kırsal hayata ve de geçmişe ilişkin bir mefhum olarak anlaşılır. Bu çerçeveden bakıldığında şehrin kendisini bir müşterek olarak düşünme önerisi şaşırtıcı gelebilir. Ne var ki, Alvaro Sevilla-Buitrago’nun tanımlamasıyla müşterekler esasen piyasa süreçlerinden özerk kalabilmiş yeniden üretim ilişkilerinin kurulduğu/sürdürüldüğü pratikleri ve bu pratiklerin mekansallığını ifade eder.14 Bu anlamda kolektif yaratıcılığımızın her türden maddi ve gayri maddi ürününü -dolayısıyla örneğin parklar gibi kamusal mekanları, kentsel altyapı sistemlerini ya da kentsel bilgi, tecrübe, hafıza gibi birikimleri– birer müşterek olarak düşünmek mümkündür. Ancak bunların müşterek niteliği kendiliğinden verili değildir, toplumsal pratik içinde inşa edilir. Pierre Dardot ve Christian Laval’in iddia ettiği gibi, müşterek kavramı “bireylerin kolektif etkinlikleriyle sorumluluklarını aldıkları çok çeşitli nesneleri” ifade eder.15 Dolayısıyla bir müştereği müşterek kılan toplumsal praksis ve sorumluluk duygusudur; ki bu ikincisi ancak bir topluluk içerisinde kolektif olarak inşa edilebilir. Bu çerçeveden bakarsak şehri, şehir sakinlerinin, toplumsal varlık koşulları gereği ihtiyaç duydukları dayanışma mekanlarını ve toplulukları inşa etmeye dönük mücadelelerinin sahası olarak düşünebiliriz.

COVID-19 salgını, tıpkı kentleri ve kentsel yaşamı derinden sarsan diğer felaket deneyimlerinde olduğu gibi, şehrin bir müşterek olarak varlığının en az iki boyutunu ortaya koymuş oldu: Birincisi, küresel düzeyde bakıldığında, kentsel mekanın giderek daha yoğun biçimde metalaşmış olması, barınmadan kentsel hizmetlere kent sakinlerinin maddi koşullarına doğrudan etki eden her alanda tavizsiz bir piyasalaşmanın yaşanmış olması, sayıları her geçen yıl daha da artan kent nüfusunun ezici çoğunluğunun varlık koşullarını son derece kırılgan hale getirmiş durumda. Salgın, bilhassa metropollerin çeperlerinde yığılan geniş yoksul kitleler açısından yalın bir varlık sorununu ortaya çıkardı, bizatihi barınma ya da kent içi ulaşım meselelerini bir hayatta kalma problemine dönüştürdü. Bu çarpıcı yüzleşmenin kentsel mekanın ve hizmetlerin piyasa dışı yollarla örgütlenmesine yönelik bir arzuyu tetiklemesi, dolayısıyla bu alanlarda dayanışmacı pratikleri kışkırtması beklenebilir. İkincisi, salgın, eve kapanmayı kaçınılmaz kıldığı ölçüde, kent sakinleri arasındaki kimi işbirliği biçimlerinin ne denli elzem olduğunu, dahası bu türden ikame edilemez işbirliklerinin ne ölçüde kentli işçi sınıfının omuzlarında olduğunu ortaya çıkardı. Temizlik görevlilerinden sağlık hizmetlilerine kargo taşımacılarından hazır yemek işçilerine devasa ama bir o kadar da görünmez bir kesimin emek gücünün, biyolojik ve toplumsal varlığımızı mümkün kıldığını anlamış olduk. Kent mekanı, birçokları nezdinde, sermaye hareketleri kadar bireyler arasındaki işbirliği ağlarının bir toplamı olarak tebarüz etmiş oldu. Yaşadığımız son birkaç ay, kent mekanı ile olan yaşamsal ilişkimizi tüm çarpıcılığıyla önümüze koydu, geniş kesimlerin hayatta kalmak için birbirlerine ne denli muhtaç olduğunu gösterdi. Bu iki noktayı dikkate alarak şu söylenebilir: COVID-19 sonrası dünyada kentlerin geleceğinin ne olacağını kestirmek mümkün değil belki, ancak yarının sarsıcı politik kırılmalarının kentsel bir renge bürüneceği gerçeği de karşımızda. Keza 2000’lerin meydan hareketlerinden sonra şimdi de ABD’deki George Floyd protestolarında müşterek olarak kentin politikleştiğine tanık oluyoruz.

Notlar
1 Marshall Berman (2017), Modernism in the Streets: A Life and Times in Essays, London: Verso.
2 Matthew Gandy, (2014), The Fabric of Space: Water, Modernity, and the Urban Imagination, Massachusetts: MIT Press.
3 https://www.nytimes.com/interactive/2020/05/15/upshot/who-left-new-york-coronavirus.html
4 https://www.startribune.com/katherine-kersten-density-in-a-time-of-coronavirus/569364112/?refresh=true
5 ABD bağlamında bu akıma ilişkin kapsamlı bir derleme için bkz. Michael J. Thompson (ed) (2009), Fleeing the City: Studies in the Culture and Politics of Antiurbanism, New York: Palgrave Macmillan.
6 https://www.nytimes.com/2020/06/09/opinion/bronx-queens-coronavirus-racism.html
7 https://foreignpolicy.com/2020/05/01/future-of-cities-urban-life-after-coronavirus-pandemic/
8 Edward Glaeser (2011), Triumph of the City: How Our Greatest Invention Makes us Richer, Smarter, Greener, Healthier, and Happier, New York: Penguin.
9 https://www.cnu.org/
10 https://www.nytimes.com/2020/05/12/opinion/sunday/cities-public-space-covid.html
11 https://slate.com/business/2020/04/restaurants-reopen-outside-coronavirus.html
12 https://www.curbed.com/2020/5/20/21263319/coronavirus-future-city-urban-covid-19
13 Hayatta kalma ve müşterekler bağına dair benzer bir vurguyu XXI’de yayımlanan yazısında Stavros Stavrides de yapar: https://xxi.com.tr/i/musterekler-olarak-yasam
14 Alvaro Sevilla-Buitrago (2015), “Capitalist Formations of Enclosure: Space and the Extinction of the Commons”, Antipode, 47 (4): 999-1020.
15 P. Dardot ve C. Laval (2018), Müşterek: 21. Yüzyılda Devrim Üzerine Deneme, çev. Emine Sarıkartal ve Ferhat Taylan, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Etiketler:

İlgili İçerikler: