Assemble ekibi 41. Yapı Fuarı kapsamında Herkes için Mimarlık ile birlikte bir atölye yürüttü. Deniz Çınar, ekipten Louis Schulz ve Maria Lisogorskaya ile özgünleşen iş yapma ve yürütme şekilleri ile farklı ölçek ve bağlamlarda kentsel mekana yaptıkları müdahaleleri konuştu.

Deniz Çınar: 2015 yılında Turner Prize’ı sanatçı değil bir tasarım kolektifi olarak kazandığınızda bu “devrim niteliğinde” bir olay olarak değerlendirildi. Buna katılıyor musunuz? Neler değişti ödülün ardından?
Louis Schulz: Biz birçok açıdan geleneksel mimarlar değiliz, ancak kesinlikle sanatçı da değiliz. Ödülden önce kendimizi sanatçı olarak tanımlamak aklımızın köşesinden geçmemişti. Ödülden sonra ise belki de sanatçıyızdır diye düşündük.

Maria Lisogorskaya: Kendimizi devrimci olarak da tanımlamıyoruz, o bambaşka bir şey. Biz sadece yeni şeyler denemeyi seviyoruz, o kadar.

LS: Ödülden sonra bir organizasyon olarak bizim için kesinlikle bir şeyler değişti. Bizim dışımızdakileri, mesela sanat dünyasını ne kadar etkiledi diye sorarsanız açıkçası bilmiyorum, çünkü o koca dünyanın bir parçası değiliz ama büyük ihtimalle çok etkilememiştir. Mimarlık tarafından bakarsanız, Stirling gibi İngiltere’nin başlıca ödüllerinden birini kazanmadık. Kazanmamız gerektiğini de asla söylemiyorum; Stirling genellikle büyük, şık binalara odaklanır, kesinlikle bize göre olmayan şeylere yani. Büyük bir şey değişmedi o anlamda ama bir diyalog başlattığı kesin.

DÇ: Yolun en başında nasıl bir araya geldiniz? Ortaya Assemble gibi bir oluşum çıkmasını sağlayan o temel arzu neydi?
ML: Aslında başlangıçta bir şirket olmak gibi bir niyet yoktu. Çok sonrasına kadar bir ismimiz dahi yoktu. Birbirini tanıyan ve yazın bir şeyler yapmak isteyen bir grup arkadaştık. İlk proje başarılı oldu, ardından bir tane daha geldi. Hal böyle olunca belki de bunu daha resmi bir şekilde yapmalıyız dedik. Fon başvurularında bulunduğumuz için de bir şirket kurmak üzere isim aramak zorunda kaldık; bu şekilde büyümüş olduk, planlamadan.

DÇ: Projeleriniz kentsel mekana yapılmış basit jestler bir anlamda. Kentsel çevreye katkı bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz yaptığınız işi?
ML: Projeyi bitirdikten sonra nasıl evrildiğine bakmak için genellikle geri dönmüyoruz alana ki bu aşama sanırım projenin kenti gerçekten nasıl etkilediğini değerlendirebildiğin süreç demek oluyor. Daha erken projelerimizde, geçici olanlarda aldıkları tepkinin nasıl olduğu daha netti; bir mekan tasarlıyorduk ve insanlar etkinlikler için geliyordu, birlikteydik. Folly for a Flyover projesi bittiğinde, günlük olarak kullanılan bir kentsel mekana dönüştü. Otel projeleri ya da Blackhorse Workshop gibi daha katmanlı olduğunu düşündüğüm diğer projeler ise hala çalışan yerler.

DÇ: Kentsel alanda geçici projelerde esas zor olan ne? Malzeme, yapma biçimi, süreç yönetimi gibi konuları nasıl işletiyordunuz?
ML: Artık geçici projeler yapmıyoruz, geçici derken de daha çok bir yılın altındaki sürelerden bahsediyorum. Bir bütün olarak düşünmek zorundasınız. Folly for Flyover’da ahşap bloklar kullanmıştık mesela. Üzerindeki iki delikle birlikte tuğlaya benzeyen ahşap parçalar üretmiştik. Kontrol edilebilir boyutu, hafif olması, kesim kolaylığı gibi nedenlerle tercih etmiştik. Bir de yeniden kullanılabilir olan ahşap demiryolu traverslerinden geri dönüştürülmüş malzemeler vardı. Bunları kalıcı birleştiriciler olmadan bir araya getirmek mümkündü. Eğer gerçek tuğla kullansaydık daha çok su kullanmak gerekecekti ve bizim ahşap ve halat kullandığımız ikinci aşama çok daha zor olacaktı. Fakat bu haliyle bir duvar inşa etmek için yeterince sağlam bir malzemeydi. Sonuç olarak böyle bir çözüme ulaşmak, mecburiyetlere uyacak bir tasarım geliştirmek belirli bir vakit aldı. ls: Bir de eğer bir şey geçici bir çözüm, bir kamusal nesne olacaksa iyi gözükmesi gerekiyor. Bu, işin hem ilginç hem de en zor kısmı.

Cineroleum, Assemble
Yol kenarında atıl kalmış bir istasyona müdahale projesi olan Cineroleum, 2010; fotoğraf: Assemble
Assemble’ın ilk projelerinden Folly for a Flyover, 2011; fotoğraf: David Vintiner
Pek çok farklı konumda yeniden sergilenmiş Lina Bo Bardi sergisi, 2012-2017; fotoğraf: Ioana Marinescu
Assemble’ın ofisi olarak da çalışan Sugarhouse Studios; fotoğraf: Assemble

DÇ: Peki, kentsel bir alana müdahale etmeye karar verdiğinizde ilk süreçleri nasıl yürütüyorsunuz? İzinler, kamuoyu oluşturmak, tartışmalar ve karar verme gibi süreçlerden, karşınıza çıkan yasal düzenlemelerden ve sizin bunlara yaklaşımınızdan bahsedebilir misiniz?
LS: Süreç tamamen insanlarla konuşmakla ilgili; projeyle bağlantılı insanlarla konuşmak, onları ciddiye almak ve bunu daha yapmamış, daha işe başlamamışken ne yapacağınla ilgili bir fikirle gelip işe yarayacağını ispat etmeye çalışmamakla. Bir sorunu çözmek oldukça kolay bana kalırsa. İyi bir fikrin varsa, sadece yapmak istersin; yapmamanı gerektirenleri değil, niye yapman gerektiğini görür, ona odaklanırsın. Ama bu “işte, cevap bu!” gibi bir şey değil. Farklı türde projeler için farklı süreçler işletiyoruz ve açık fikirli olmak süreci yürütmeye yardımcı oluyor. Basmakalıp bir sürecimiz yok bu anlamda. Bazen bir sanat galerisinde bir sergi tasarlıyor oluyoruz, o zaman sergiyi düzenleyen müşteri dışında konuşacak başka kimse olmuyor. Bu galeride ne görmek istersiniz de yerinde bir soru değil haliyle; sanat galerilerinin mevzusu bu değil, insanlar oraya içeride gördükleriyle şaşırtılmak için geliyor.

ML: Bu farklı işbirliği süreçlerinde müşteriler ve kamu olduğu gibi aynı zamanda mühendisler, elektrik işlerinde yardımcı olan insanlar, planlama ve yapı denetimi gibi süreçler de var. Projeler için gerekli bütün yasal yönetmelikleri uyguluyoruz. Tasarım da bunların hepsinden etkileniyor.

DÇ: Farklı ölçeklerde üretim yaparken takip ettiğiniz yöntemler var mı? Düşünmeye başlarken dikkat ettiğiniz bazı prensipler ya da anahtar kelimeler örneğin?
LS: Ofiste 15-16 kişiyiz dolayısıyla bir projenin nasıl işlemesi gerektiği konusunda tek kesin bir görüş, belirlenmiş bir yol yok. Ancak ben kendin yap (DIY) yaklaşımını bir anahtar olarak kullandığımızı düşünüyorum ve iyi projeler, iyi mimarlıklar yapmaya çalışıyoruz diyebilirim.

ML: Genellemelerle pek aramız yok ama bize gelen taleplerin sınırlarını biraz zorluyoruz. Herkesin farklı yolları var; bazılarımız uygulama ya da malzemelerin nasıl bir araya geleceğiyle daha çok ilgilenirken bazılarımız da işin organizasyon tarafında olmayı tercih ediyor.

DÇ: Şirket içinde bir anlamda kendi kendini örgütleyen çalışma ortamınız var, bunu nasıl işler kılıyorsunuz?
ML: Ofiste hepimiz yöneticiyiz. 15 yönetici var ve tasarımları gözden geçirmek üzere her hafta toplanıyoruz. Bu arada strüktürümüzü de sürekli değiştiriyoruz; dönüşümlü çalışan bir yönetim grubumuz var. Dört kişi her hafta buluşup proje detayları, yeni işler, bütçe gibi konuları görüşüyorlar. Altı aydan dokuz aya kadar sürüyor bu, daha sonra insanlar değişiyor. Ayrıca herkesin geldiği ve ana konular hakkında soru sorduğu daha büyük toplantılarımız oluyor. Herkes istediği proje üzerinde çalışıyor. Bazen proje lideri bazen de yalnızca ekibin bir üyesi oluyorsunuz. Bir de finans işlerimizle ilgilenen biri var ki o da ortaklardan biri. Ayrıca bir ofis yöneticimiz var artık yakın zamanda aramıza katılan. Onlar dışında herkesin çalışma şekli çok daha değişken.

DÇ: Bu çalışma düzeni verimli bir şekilde işliyor mu?
LS: Bu, neyi amaçladığınıza bağlı. Başarmak istediğiniz şey olabilecek en fazla işi olabilecek en düşük maliyetle yapmak ise hayır, verimli olmayabilir. Eğer o verimliliğe ve düşünce yapısına sahipseniz, oyuna odaklanmanız gerektiği çok açık. Bunun hakkında çok düşündük, hala da çözülmüş bir konu değil örneğin büyüyüp büyüyemeyeceğimiz. Büyümek iyi bir şey de olabilir belki ama sadece kurumun kendi iyiliği, çıkarı için yapmak isteyeceğimizi düşünmüyorum. Ofisteki bazı insanlar örneğin sadece mimarlığa odaklanmak istiyor. Diğerleri ise farklı şeyler denemeyi ve yeni beceriler geliştirmeyi daha ilgi çekici buluyor.

ML: Biz harcadığımız zamanın kalitesine gerçekten değer veriyoruz. Daha kazançlı işler yapmak için fırsat çıkıyor sıklıkla ama bir şekilde her zaman bunu tercih etmiyoruz. Çünkü insanlar yapmak istemiyor. Farklı insanlarız ve sanıyorum yaş aldıkça insanların amaçların ne olduğu konusundaki fikirleri biraz değişmeye başlıyor. Bizim de amaçlarımız nispeten farklı doğrultularda ama ne olduğunu ileride göreceğiz.

LS: Bu bürokratik sistemi geliştirmek çok uzun bir zaman aldı ama bir yandan da hala bir akış içinde. Bunu bir anda rafa kaldırıp başka bir sisteme de geçebiliriz.

DÇ: Az kişiyken daha mı kolaydı süreç?
LS: Bence başlangıçta çok daha zordu. Kendi kendimizi yönetebilmek için bir yöntem geliştirmek zorunda kaldık. İlk fikriniz çalışmadığında daha zor olur, yıllar içinde git gide çalışan sistemler geliştirirsiniz. En sonunda ise bazı şeyleri değiştirebileceğiniz, daha oturmuş bir pozisyona ulaşırsınız.

ML: Bu sistemin, bizim birlikte çalışmaya başlarken izlediğimiz yoldan dolayı çalıştığını söylemek gerek. Herhangi birinin alıp kopyalayabileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bizim hikayemize özel bir durum bu. Geçmişimiz, birlikte geçirdiğimiz zaman, birbirimizi iyi tanıdığımız ve birbirimize güvendiğimiz anlamına geliyor. Fakat gelişigüzel bir araya gelmiş insanlar olarak bu şekilde başlasaydık bu işe, işte o zaman çok zor olurdu.

DÇ: Hiyerarşiye karşı bir pratik olarak, tabandan tepeye çalışan kentsel gelişim stratejileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu konu hakkında çalışmalarınız var mı ya da kentsel mekanlara dair daha operasyonel, stratejik projeler içinde yer almayı planlıyor musunuz?
LS: Büyük kentsel yenileme programları ya gerçekten kötüler ya da kötü olma eğilimindeler. Çözümler de genellikle mimari değil politik oluyor. Bunu anlamıyorum. Problem çoğunlukla yapılan mimarlıklar oluyor, konut siteleri gibi. Türkiye’de de durum aynı mı bilmiyorum. Konut sitesi tasarlamak bir şekilde suça katkıda bulunmak oluyor. Eğer bu yeni şeyleri inşa edersek ve eğer iyi bir şekilde tasarlamışsak mükemmel bir toplum da tasarlayabilirmişiz gibi. Fakat böyle sorunları bu şekilde çözemezsiniz. Bu sadece sahip olduğunuz araçlardan bir tanesi ama yolun sonu yine politikaya çıkıyor.

ML: Planlamayla kurulan ilişki de ilginç bir yandan. Planlama, şehirler üzerinde daha çok mu yoksa daha az mı kontrol kurmalı konusunda birçok tartışma var. Bu anlamda denge kurmanın iyi olduğunu düşünüyorum. Olayı tepeden ele alan daha büyük stratejilerin olması; planlama dairelerinde, yeni geliştirme projelerini dengeleme ve eski olanı koruma konularıyla ilgilenecek daha donanımlı ve vasıflı kişilerin olması iyi bir şey.

LS: Bu konu aynı zamanda planlamanın neden var olduğu, ne yapmaya çalıştığı ve neyi amaçladığıyla da ilişkili. Birleşik Krallıkta planlamanın asıl amacı binaların nasıl göründüğüne odaklanmak ancak o yeni evlerde kimin yaşayacağı gibi sosyal meseleler, yapıların nasıl gözüktüğünden çok daha önemli bana kalırsa. Yaptığımız projelerin son derece küçük ölçeklerde olduğunu söyleyebilir, “Gerçekten bir şey değiştiriyor musunuz?” diye sorabilirsiniz. Cevabın ne olduğunu da bilmiyorum açıkçası. Küçük ölçekli bir geliştirme projesi yapmak da çok zor ama bir yandan da bu devasa geliştirme projelerine dair problemi çözmek de imkansız gözüküyor.

ML: Konu aynı zamanda parayla ilgili, değil mi? Çünkü büyük geliştirme projeleri daha çok para -ya da o gelişimin değer verdiği şey her ne ise- sunabilir küçük projelere göre. Bu gerçekten can sıkıcı.

DÇ: Assemble için bu konuda belirlediğiniz stratejiler var mı?
ML: Sanırım biz yeni şeyler yapmayı onları uygulayarak deniyoruz. İyi projeler yapabilmek için sistemdeki boşluklar içinde fırsatlar bulmaya çalışıyoruz. Bu, bir şeyler yapabileceğinizi göstermek için bir yöntem; fakat oldukça zor.

DÇ: Bürokrasi yüzünden mi?
ML: Ve paramız yok.

DÇ: Kentsel mekanlar hakkında karar verme süreçleri İngiltere’de daha demokratik işliyor diyebilir miyiz? Yoksa hala zor bir süreç mi?
LS: Hala zor çünkü kararlar yerel ölçekten ziyade ulusal ölçekte alınıyor. Yani yerel meclisiniz için oy verseniz de onların da eli kolu bağlanmış durumda ulusal politikalardan dolayı. Demokratik bir yönetim var ama geliştirme projeleri, yapılarla ilgili şöyle bir sorun da var; aslında geliştirme projeleri sevilmiyor ve bunlar her halükarda ayrıştırıyor.

DÇ: Dezavantajlılar için tasarım konusunda ne düşünüyorsunuz, böyle bir vurgu görmüyoruz projelerinizde.
ML: Biz sunduğumuz şeyleri çok fazla insanın kullanabilmesine çalışıyoruz. Müşteri ile alakalı gibi görünen projelerde bile konu, müşteri grubunun ötesine geçebilir diye düşünerek yaklaşıyoruz. Mesela ben, cömert ve kamuya açık işler üzerinde çalışıyorum ve örneğin yoksul insanları parmakla gösterme konusunda da ihtiyatlı davranıyorum. Patronluk taslamak ya da bu konunun problemli olduğunu düşündüğüm için bir hayır kurumu gibi davrandığımı hissetmek istemiyorum çünkü. İnsanlara hem ekonomik hem esneklik anlamda açık olan ya da genel anlamda kullanıcısı sadece para ya da güce sahip insanlarla kısıtlı olmayan iyi işler yapmak istiyorum.

LS: Her zaman, herkesin yararına olmayan pek çok şey oluyor, bu hep bir sorundu. Bence eğer insanlara bir şekilde yardım edecek bir şey yapmak istiyorsanız bu projenin ne olduğuna doğrudan bağlı. Beş yıldızlı bir otel, evsizler için bir barınak değildir mesela. Sanırım bununla başa çıkmak zorundayız. Biz de bu yüzden bir şekilde “kendi içlerinde iyi projeler” yapmaya çabalıyoruz.

Etiketler:

İlgili İçerikler: