Geleceğin Mimarlarına Kılavuz Niteliğinde Bir Kariyer Yolculuğu
İlham verici kariyeri boyunca, üzerinde çalıştığı projeleri çizim aşamasından inşaatın son detay uygulamalarına kadar titizlikle takip eden Tolga Kezer ile Moskova'dan İzmir'e uzanan çalışma hayatını, Kezer Mimarlık'ın kuruluş sürecini, uluslararası tecrübelerini, tasarım felsefesini ve ödüllü projelerini konuştuk.
Zeynep Güney Kişi: İlk olarak mimarlığı nasıl seçtiğinizi sormak istiyorum, bu mesleğe nasıl karar verdiniz?
Tolga Kezer: Ben ailenin üçüncü mimarıyım. Amcam, babam ve sonrasında ben. Hiçbir zaman mimarlık dışında bir meslek düşünmedim çünkü daha lise yıllarımda bile mimarın farklı bir duruşu olduğunu hissediyordum. Babamın arkadaşları da çoğunlukla mimarlar oluyordu, etrafımızda hep mimarlar vardı. Onların ışığı, duruşu, giyinişi, tavırları bana farklı gelirdi. O yüzden hiçbir zaman başka bir meslek aklımdan geçmedi. Ben hep mimar olacağım diye düşünürdüm.
Aslında bu, mimarın ne yaptığını bilmeden, sadece onların varlığıyla verilmiş bir karardı. Yani bana lisedeyken bir mimarın ne iş yaptığını sorsaydınız hiçbir fikrim yoktu. Sadece güzel duruyorlar, güzel giyiniyorlar, güzel konuşuyorlar, söyledikleri şeyler diğerlerinden daha mantıklı diyebilirdim ya da en azından bana öyle geliyordu.
Üniversiteyi üçüncü denememde kazandım. Çok kötü bir öğrenciydim. Üçüncü yılımda İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nü kazandım. İlk yıl temel tasarım stüdyosu dersini mimarlık bölümüyle beraber aldık. Sanıyorum yaptığımız işi çok sevdiğim için ilk yılın sonunda sınıf birincisi oldum ve mimarlık bölümüne geçme hakkı kazandım. Böylelikle mimarlık eğitimi alma şansım oldu. Okul da adeta su gibi geçti zaten. Hatta öğrenciliğimde de bazı yarışmalara girip ödüller kazanmıştım.
ZGK: Kezer Mimarlık’ı kurmadan önce ENKA, Erick Van Egeraat ve PrpArchitects gibi firmalarla çalıştınız, o ilişkiler nasıl kuruldu? Bu ofislerle çalışmak mimari bakış açınızı nasıl şekillendirdi?
TK: Okuldaki öğretmenlerimizden biri Rusya’ya bir ENKA şantiyesine gitmişti. O zaman için dünyanın en büyük havalimanının (Moskova Sheremetyevo Uluslararası Havaalanı) şantiyesiydi. Yaklaşık 200.000 metrekare design & build, yani tasarım ve inşaat olarak alınmış bir iş fakat ortada tasarım yok. Acilen bir tasarım ekibi kurulması gerekiyordu. Beni davet ettiler bu tasarım ekibine katılmam için. Mezun olalı daha 5-6 ay olmuştu ve İzmir’de çok iyi bir mimarın yanında iş bulmuştum; Makomim Mimarlık, Derya Akdurak. Orası benim için çok önemli bir okul ve başlangıçtı. Makomim’de milimlerle iş yaparken birden bu büyük şantiye fırsatı geldi ve ben Rusya’ya gittim.
ENKA o zaman havalimanına başlamıştı, hatta ikinci katı çıkmıştı ama daha tasarım yoktu ortada. O kaotik ortamda 4-5 kişilik bir ekip olarak hemen tasarıma daldık. Yaklaşık 1,5 - 2 sene kadar ben ENKA’da bu havalimanının tasarım sorumlusu junior mimar olarak çalıştım. Orada çizdiğimiz her şey, her çizgi birkaç gün içinde sahada uygulanıyordu. Bu kariyerinin başlangıcındaki bir mimar için inanılmaz büyük bir şans.
Tabii bir sürü hata yaptık orada. Ben de çok hata yaptım fakat bu sayede yapmamayı öğrendim. Bir malzemenin nasıl yerine koyulacağı, nasıl tedarik edileceği, mimarın düşündüğünün usta tarafından nasıl algılanıp uygulanabileceği gibi konularda mimarlığı tanımış oldum. Büyük bir okuldu ENKA hakikaten. Haftada yedi gün çalışıp, ayda sadece iki gün dinlenebiliyorduk.
Aslında ben orada biraz para kazanıp Hollanda’ya geri dönmeyi planlıyordum. Daha önce Hollanda’da staj yapmıştım ve yine orada master yapmayı planlıyordum. Biraz para kazanırım, sonra Hollanda'da çelik üzerine master yaparım ve belki Avrupa’da çalışırım gibi hayallerim varken, havalimanında çelik kanopiler tasarlamaya başladık. Bu yüzden ENKA’da kaldım, hem para kazandım hem master yapmış gibi oldum.
Tasarımın sonlarına doğru yine Hollanda’da iş başvurularına başladım. OMA, Erick Van Egeraat, UNStudio gibi birçok farklı firmayla görüşme şansım oldu. Bunların içinden ilk teklifi Erick Van Egeraat yaptı. O zamanlar kariyerinin çok zirvesinde olan bir mimardı. Ben de onu birkaç yapısıyla tanıyordum ve hakikaten onunla çalışmak istiyordum. Erick, “Tamam gel başla ama bizim Moskova’da bir ofisimiz var, önce orada başla, ondan sonra Hollanda’ya gelirsin” dedi. Bu sayede ben Moskova ofisinde mimar olarak işe başladım ve öyle de kaldı. Hiçbir zaman Hollanda’ya gidemedim. Biraz Rusça biliyor olmam ve oradaki insanlarla çalışma düsturunu edinmiş olmam beni o ofiste sabit kıldı.
Büyük bir müteahhitlik firmasında iki yıl çalıştıktan sonra bir starchitect ofisine geçmiş oldum ve arada çok büyük bir fark olduğunu öğrendim. Birinde her detayda işçiliği, malzemeyi, temin sürelerini hesaplarken, bir anda bütün ufukların açıldığı, sonsuz malzeme, sonsuz bütçeyle hayal ettiğin her şeyin mümkün olduğu bir mimarlığa zıplamış olduk. Tabii bu durum başta biraz bocalamama neden oldu. Daha önce Makomim’de Derya Bey’le de sınırlarımız esnekti ama Erick Van Egeraat ofisi bambaşkaydı. Milyonlarca dolarlık bütçelerle, Rus oligarklara villa tasarladığımız bir dünyaydı. 1.500 - 2.000 metrekarelik evler, özel jet havalimanları, büyük adalar ve bunların dışında çok lüks oteller… Dünya'nın her yerinde; Sibirya'dan Çin’e, Hollanda’dan Danimarka’ya kadar farklı coğrafyalarda bir hit mimar ya da star mimar imzası taşıyan sınırsız hayaller dünyası… Orada tabii uçmaya başladık. Bu benim için de yeni bir tecrübe oldu.
Erick Van Egeraat’ta 200 kişilik bir mimari ekip vardı. Bunun bir kısmı Hollanda’da, bir kısmı Rusya’da, bir kısmı Budapeşte’de ve bir kısmı Prag’taydı. Böylece uzun mesafeli çalışma ortamını da görmüş oldum. Biz tasarım ekibiydik, uygulama ekibi Prag’da, Erick Hollanda’da Rotterdam’daydı, uzun mesafeler arasında diyalog kurup iş yapıyorduk.
Bununla birlikte bir ofisin nasıl idare edilmemesi gerektiğini de görmüş oldum. Bir star mimar ofisten çıkan proje hakkında nasıl bilgi sahibi olamaz, yeni aldığı mimarlar projeyi hiç bilmeden nasıl bir şeyler uydurur, star mimar ruhsat projesi imzalarken “acaba bana nasıl kazık attınız” diye gözlerinizin içine nasıl bakar, çok büyük projeler bir mimari ofise nasıl zarar verir, iş alınmadan nasıl yatırım yapılır ve bir ofis nasıl batar gibi deneyimleri de edinmiş oldum. Star mimar olup çok proje alma zorunluluğu, büyük mimari kadroları doyurmak, bir treni lokomotif gibi çekiyor olma durumlarının hepsini Erick’te çok iyi gördüm. Biz Moskova ofisinde bir ara 30 kişiydik, Erick battığı zaman iki kişi kaldık, ben ve sekreter. Yaklaşık 15 sene olmuş hala aklımın bir yerinde: “Erick gibi olma!” Tabii bir mimar olarak herkes Erick gibi olmak ister ama “Erick gibi yönetme” demem lazım herhalde.
Bir yandan da Erick’ten bir tasarımın hissiyat düsturunu öğrendim. Mesela konveks bir formla konkav formun arasındaki depresyonla ferahlık arasında çok basit bir geometrik oyun olduğunu Erick’ten öğrendim. O seviyedeki bir mimarın projeyi her formda bir duygu üstünden bütünleştirebildiğini gördüm, bu benim için çok önemliydi. Geometrinin insan doğasıyla, gözün algısıyla, hissiyatıyla olan ilişkisini onunla kavramaya başladım. Mekânın yaşattığı duygu Erick’in en iyi hâkim olduğu mimarlık girdilerinden biriydi ve benim de orada öğrendiğim en önemli şeylerden bir tanesiydi.
ZGK: Peki Kezer Mimarlık nasıl kuruldu?
TK: Bir inşaat firmasından sonra Erick’in yanına geçmem ve o batana kadar onunla Rusya’da çalışmış olmam sayesinde tabii biraz çevre edindim. Mimari bir proje için bir gün bana geldiler ve bir okul projesiyle kendi ofisimi kurma yolunda ilk adımı atmış oldum. Bir yandan yarı zamanlı Erick’le çalışırken, yarı zamanlı da dışarıdan servis vererek kendi işimi yürüttüğüm bir maceraya atıldım. Daha doğrusu atılmak zorunda kaldım, çünkü daha askerliğimi yapmamıştım, paralı askerlik için de belli bir süre geçmesi gerekiyordu. Türkiye'ye dönemiyordum. Doğrusu Rusya’da da işler fena gitmiyordu. Böylece tek başıma bir okul projesi çizdim ve bu okul projesi uygulamaya başlandığı zaman da uygulamanın hep başındaydım. Erick'te de öyleydi, ENKA'dan gelen alışkanlıkla çizdiğimiz her şeyin mutlaka sahada kontrolünü yapardım.
Okul projesi başlayınca devamlı şantiyeye gitmeye başladım. Tabiri caizse çöktüm o şantiyeye. İşler çizdiğimiz gibi yapılsın diye gidiyorum, geliyorum, ustalarla tanışıyorum, konuşuyorum vs… Ve çok fazla vakit ayıramadığım için Erick’ten ayrıldım. Daha doğrusu fazla gidemediğim için beni kovdu Erick. Bu beni ikinci kovuşuydu, daha önce de bir kere kovmuştu, sonra işe geri aldı, sonra bir daha kovdu çünkü ilgilenemiyordum artık.
Zamanla çalışmalar kendi çizdiğim işleri inşa ettiğim bir sisteme dönüşmeye başladı. Bu ilk aldığımız okul inşaatındaki ekip Türk’tü. O inşaat bitince adamlar işsiz kaldılar. O dönemde şansımıza PrpArchitects beni buldu, “bizim bir ofis projemiz var, inşa eder misiniz?” dediler. “Biz önce çiziyoruz sonra inşa ediyoruz” dedim. “Tamam o zaman siz çizin bizim ofisi” dediler. Karşılıklı müzakerelerle mimarlık ofisini çizdim, ondan sonra PrpArchitects beni işe aldı. Kendi ekibimle eski bir çikolata fabrikasının içine PrpArchitects’e bir ofis yaptık. Ben de yarı zamanlı PrpArchitects elemanı, yarı zamanlı kendi işini yapan bir mimar - müteahhit olarak çalışmalarımı sürdürdüm.
Star mimar yoktu PrpArchitects’te, çok kurumsal bir yapıya sahipti. Londra’daki merkezinden bütün dünyaya proje üretiyordu; Rusya’ya, Çin’e ve Avrupa’nın başka ülkelerine… Erick Van Egeraat’dan farklı olarak burada her şey takım çalışmasıyla yürütülüyordu ve ben de bir tasarımcı mimar olarak o zincirin bir parçasıydım. Her şey bir nosyon üzerinde; gereken zamanda gerektiği kadar ilerliyordu. Tasarımcı olarak biraz önden koşacak olursan seni geri çekiyorlardı; “Hayır burada böyle bir prezantasyon yapamayız, çok ileri, biraz geri gelmen lazım” diyorlardı. Her şey duru su gibi akıyordu, bu işleyişi de orada öğrenmiş oldum. Bir ofis nasıl idare edilir, her şey zamanında olacak şekilde, bütçenin içinde kalarak gerektiği kadar nasıl iş yapılır… PrpArchitects’te büyük sosyal konut projeleri üretiyorduk ve ben yine tasarımcı olarak çalışıyordum.
Bir süre sonra ilk yaptığımız inşaat işini veren müşteriler başka bir proje için aradılar. Hem tasarlayıp hem inşa edilecek bir renovasyon projesiydi. Böyle olunca PrpArchitects’ten de ayrıldım ve yine tasarım yapıp inşa eden bir inşaat ekibim oldu. Böylece şirket kurduk. Şirkette hiç mimar yok, sadece ben varım ve inşaat ustaları var o kadar. Benim çizdiğim her şeyi beraber inşa etmeye başladık. Üç tane ustamız vardı, onların yanında Tacikler, Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar gibi yerel işçilerle birlikte bazen 15 kişiye ulaşan inşaat ekibimiz oluyordu.
Çizilen işin düzgün yapılması için birlikte çalışıyorduk ve ben devamlı şantiyedeydim. Ofis zaten yoktu, şantiyede ustalarla beraber yemek yiyordum. Evden getirdiğim katlanır bir masada çalışıyordum ve sürekli şantiyenin içinde geziyordum. Dışarısı soğuk olduğu için bana küçük bir yer ayarlıyorlardı, orada sürekli çizip, işi devamlı yerinde kontrol ediyordum. Bu sayede de inşaata çok iyi hâkim olup yönetmeyi öğrendim.
Bir mimar ancak ustanın kabiliyeti kadar tasarıma yön verebilir. Siz ne kadar vizyoner bir mimar olursanız olun, iş en sonunda beraber çalıştığınız inşaat ekibinin el meziyetlerinde sonlanıyor ya da onların kavrayabildiği kadar neticelenebiliyor. O yüzden bir şeyleri ne kadar zorlayıp zorlayamayacağınızı, insanların üstünde ne kadar baskı kurup kuramayacağınızı birlikte çalışarak şantiyede öğreniyorsunuz. Çünkü nihayetinde o işi gerçekleştirenler onlar.
İşte böyle bir inşaat serüveni ile Kezer Mimarlık Rusya’da kurulmuş oldu. Başlangıçta okul projeleri alırken bir süre sonra ofis projeleri gelmeye başladı. Daha sonra oligark diye tabir edebileceğimiz çok zenginlerin evleri, büyük apartman dairelerinin iç tasarımları gelmeye başladı. Rusya'da apartmanlar boş satılır, içinde hiçbir şey yoktur, sıva-şap bile yoktur. Evi alırsınız, yeniden yaparsınız. Böylece aynı ekiple yavaş yavaş nitelikli iç mekanlar üretmeye başladık. Tesisatından alçıpanına, elektriğinden mermerine kadar her şeyini biz yapar duruma geldik. 4-5 sene kadar bu şekilde gitti. Ben işi alıyorum, tasarlıyorum, uygulamaları çiziyorum, inşaat ekibiyle beraber yerinde uyguluyorum. Satın almalar, maaşlar vs. her şey bendeydi, hatta en son elektrik projelerini de ben çizmeye başlamıştım. Bu sayede her türlü ölçekte deneyim edinmiş oldum. Şansıma bana öyle çok büyük projeler gelmedi kendi ekibim varken, hep altından kalkabileceğimiz işler yaptık.
ZGK: Türkiye'ye dönmeye neden ve nasıl karar verdiniz?
TK: Rusya’da işler yavaş yavaş büyümeye başlamıştı ki kriz oldu. Dolar birden üç katına çıktı, bütün işler kesildi. Biz de o arada eşimle beraber esas projemiz olan kızımızı büyütmek için artık Türkiye’ye dönmeye karar verdik.
İnşaatlar sürdüğü için ekibi Rusya’da bıraktım. Artık onlar zaten benim başlarında durmamı gerektirmeyecek kadar yetkin hâle gelmişlerdi. Ben İzmir’e dönüp burada yeni bir hayat, yeni bir sistem kurup Türkiye’den Rusya’ya çizim üretmeye başladım. Arada birkaç kere gittim geldim, işleri kontrol ettim. Ekip zaten benim artık arkadaşlarım olduğu için her şekilde birbirimizi çok iyi anlayabileceğimiz bir sistemle, orada bir inşaat şirketi olarak devam etti.
ZGK: Türkiye’deki süreci anlatır mısınız? Moskova'daki deneyimlerinizin Türkiye'deki projelerinize nasıl bir etkisi oldu?
TK: Burada başladığımda da tek kişiydim, biraz Rusya’daydım, biraz Türkiye’de. Tabii zamanla burada da bir çevre oluşmaya başladı ve ilk proje olarak EGEO geldi.
EGEO'yu çizdikten sonra MONO geldi. O da tamamen tesadüf oldu. EGEO’nun mal sahibinin bir tanıdığı bir prefabrik firmasına gidiyor; “Benim bir arsam var, buraya bir yapı yapmak istiyorum. Bana tavsiye edebileceğiniz bir mimar var mı?” diye soruyor. Onlar da beni EGEO’dan tanıyorlar. Kâğıda bir isim yazıyorlar, adam alıp cebine koyuyor ve prefabrik firmasından çıkıyor. Sonra arkadaşımın ofisine geliyor; “Arsam için bir mimar arayışındayım. Şu prefabrik firmasına gittim. Bana bir isim verdiler” diyor ve kâğıdı uzatıyor. Kâğıtta benim adım yazıyor ve ben adamın karşısında oturuyorum. Keyifli bir tesadüftü; kapıdan giren bir adam elinde benim adımın yazılı olduğu bir kağıtla gelip karşıma oturdu ve o gün MONO’nun kontratı herhalde kalben imzalanmış oldu.
Bu sayede benim iki tane işim oldu Türkiye’de. Onların projelerini hazırladım fakat bu sefer de Türkiye’de kriz oldu. Ben de biraz Rusya’ya çizim yapmaya devam ettim. Bu sırada EGEO da MONO da tamamen askıda, bir bulut proje olarak kaldılar.
Aradan yaklaşık 5-6 sene geçti, bir gün yine bir mal sahibi beni buldu. 30.000 metrekarelik bir inşaat yapmak istiyorlardı. Hatta projeler çizilmiş, ruhsatı alınmış fakat cephelerden memnun değiller. İş bittikten sonra cepheler akıllarına geliyor. Beni bir emlakçı bu firmaya rendercı olarak öneriyor. “Tamam render alırım ama sizin projenize değil. Önce kendim bir proje hazırlayayım, bana 10 gün müsaade edin” dedim ve yeni bir proje tasarladım. ZONE da böyle ortaya çıktı. Böylelikle, Rusya’da yaptığım ufak tefek işler dışında, ilk defa yasal olarak tasarladığım bir binayı inşa etmiş oldum.
Tabii ZONE’da da her gün şantiyedeydim. Proje yönetimini tamamen ben üstlendim. Başka bir yol bilmiyordum, halen de bilmiyorum. Çünkü tasarladıklarımı ben başında olmadan, başkalarının benim kadar inşa edebilme yetisine sahip olamayacağını düşünüyorum, en azından kendi ölçeğimde. Yarın öbür gün ENKA benim bir projemi inşa ediyor olursa eğer, mutlaka benden çok daha iyi yaparlar ama bizim ölçeklerimizde bu mümkün değil. O yüzden ZONE’da 3,5 - 4 sene boyunca her gün mesai yaptım.
ZONE’u yaparken Siemens'ten de iş aldık. Siemens’in Türkiye’deki ilk rüzgâr türbini fabrikasını da tasarlayıp inşa etme şansına sahip oldum. Bu arada hala tek kişiydim. Tabii bunu müşteriler iş verirken bilmiyorlar. Mimarın tek kişi olabileceğini düşünmüyorlar. Gerçi olabiliyormuş da demek ki, işler bir şekilde tek kişi yürüdü…
Daha sonra Türk bir yatırım firması İzmir’de yatırım yapmak için arsa ararken bir emlakçı onlara EGEO’nun eski projesini gösteriyor. Madem böyle bir proje var onu yapalım diyorlar ve benimle irtibata geçiyorlar. Üzerinden beş sene geçtiği için projeyi revize etmek gerekiyordu tabii. Hem artık mimar da beş sene daha tecrübeli. Böylece EGEO’yu aynı konseptle yeniden tasarladık.
EGEO’yu gösteren emlakçı, bu mimarın yapılmamış bir projesi daha var diyor. MONO’yu da görünce, onu da yapmaya karar veriyorlar. Tabii arsa sahipleri çok memnun oldular bu işe. MONO’yu da tekrardan revize ettim ve bugün gördüğünüz halleriyle iki projeyi de inşa etmeye başladık. Bu arada ofis iki kişi oldu.
EGEO'yu incelemek için tıklayın.
ZGK: Tek mimarla yürüyen ofis süreci 2021 yılında kırılmış ve İrem Hanım (İrem Bobiç Dalkılıç) Kezer Mimarlık’a katılmış, değil mi? Bu iş birliğinin projelerinize yansıması nasıl oldu?
TK: Aslında İrem’den önce, EGEO ve MONO’nun revizyon projeleri hazırlanırken Gizem Özer aramıza katıldı. İlk defa Kezer Mimarlık bünyesinde iki mimar olması, Gizem'in bazı işleri devralması, benim için tabii çok büyük bir kolaylık oldu. Gizem’i İngiltere’ye gönderdikten sonra İrem katıldı.
İrem benim için çok büyük bir şans. İrem’le Makomim’de 5-6 ay beraber çalışma fırsatım olmuştu. Türkiye’ye dönünce hemen irtibata geçmiştik. Benden daha da deneyimli bir mimar olarak bizim bütün bürokratik işlerimizi, ruhsat sürecindeki bütün uygulama çizimlerini üstlendi. Ben tasarımcı olarak çalışmaya ve inşaat takibine alışığım. Diğer işleri devralarak İrem beni bu konuda serbest bıraktı diyebilirim. Böylece iyi yaptığımı düşündüğüm alanlarda daha rahat çalışabildim. İrem gibi bir mimar ile iki kişi olma durumu bizim çok daha nitelikli işler üretebilmemizi sağladı.
EGEO ve MONO İrem’in zamanında tekrar tasarlandı. Ben de bu sayede bütün detaylarla ilgilenecek vakti bulabildim. İnşaatları sürekli kontrol ettim, tarif ettim, gerektiğinde müdahale edip düzelttirdim. Hep alıştığım gibi… Şantiyede bir müteahhit firma olsa da, o firmanın şantiye şefi, proje müdürü olsa da, bizim mimar olarak ustalarla kurduğumuz ilişkiler onlardan farklı olabiliyor. Böyle olunca ustanın ne yapabileceğini anlıyorsunuz, yapılan hataları yerinde düzeltme şansınız oluyor. Bu çok önemli bir fırsat ve bunu da biz sonuna kadar değerlendiriyoruz. İrem sayesinde, ben o vakti yaratıp devamlı şantiyeleri takip edebildim.
Yavaş yavaş projeler büyüyor, biraz daha nitelikli olmaya başlıyor ve biz hala İrem’le birlikte, ofisi olmayan bir mimarlık ofisi olarak şantiyeden şantiyeye göçebe olarak dolaşıyoruz. İşlerimizi böyle yönetiyoruz. Bazen o şantiyedeyiz, bazen bu şantiyedeyiz. Şu anda da bir şantiye ofisindeyim.
MONO'yu incelemek için tıklayın.
ZGK: Bu sayede kâğıt üstünde tasarladıklarınızı neredeyse birebir gerçeğe dönüştürebildiğinizi söyleyebiliriz sanırım. Projelerinizin renderlarıyla bitmiş halinin fotoğraflarının bu kadar örtüşmesi, sizin farklı disiplinlere hakimiyetiniz, kontrolünüz ve tüm sürece dahil olmanızla mümkün olabiliyor belli ki.
Son tamamlanmış projeniz MONO’yu biraz anlatır mısınız? MONO’yu EGEO ve ZONE’dan ayıran nedir?
TK: ZONE çok cesur bir şekilde altına girdiğim bir işti. Tamamen prefabrikti ve prefabrik bir cephenin suyla olan savaşı kazanabileceğini düşünerek, %100 güven unsuruyla inşa edilmiş bir yapıydı. EGEO’da da ilk tasarımda cepheler prekasttı, ZONE gibi. EGEO'yu yeniden tasarlarken ZONE yaklaşık 1 – 1,5 yaşındaydı ve o geçen süreçte prekast firmasının yaptığı hatalardan dolayı cephelerin çatlaması, çatlaklardan su girmesi gibi problemleri vardı. Bu nedenle EGEO'yu yeniden tasarlarken prekast eleman kullanmamaya karar verdim. Çünkü o çatı formlarını prekastla elde edebilmenin tek yolu ZONE gibi kendi başına ayakta duran bir cephe elemanı olarak kurgulamaktı. Onun yerine kenet gibi, suyla savaşı daha iyi yapabilen, daha dirençli bir malzemeye dönme kararı verdim.
EGEO’nun bugünkü halini alması ZONE’u inşa etmiş bir mimarın elinden çıkması sayesinde oldu. Çünkü ZONE’u yaparken, bir prefabrik firmasının statik projesinden uygulamaya kadar nasıl yönlendirilebileceğini öğrenmiş oldum. ZONE’da birçok şeyi prekast firması belirledi ama EGEO’da her şeyi mimar belirlemiş oldu. Prekast firmasıyla da müşterek bir zeminde ama daha çok mimarın ringinde karşı karşıya geldik. Ama sanıyorum başarılı bir iş ortaya çıktı ki bize de güzel bir övünç kaynağı olan ödülü getirdi.
MONO’da ise süreç tam tersine işledi. MONO başından beri çok düşük bütçeli bir projeydi. Bütçe bakımından prefabrik olması neredeyse kaçınılmazdı. Tabii ilk tasarladığım zaman, Türkiye’ye yeni geldiğimde, onun cephelerini de brüt beton ve prefabrik olarak tasarlamıştım. Yani yük olarak inanılmaz büyüklüklerde ve prefabrik firmalarının da çok fazla haşır neşir olmadığı formlardaydı. MONO’yu da buna göre revize ederek bir daha çizdim.
ZONE’da çıplak kullandığım elemanların aksine MONO'da prekast elemanların arkasına bir tuğla duvar inşa ettik. Üstüne de bir su yalıtımı yapıp binayı bir kabukla giydirdik. Çatlama ya da bozulma olursa içeriye herhangi bir şekilde su sızmasın ve insanlar konforlu bir şekilde binayı kullanmaya devam edebilsinler diye. Yani ZONE’da geçirdiğim o süreç, hem tasarımcı hem de inşa eden olarak, iki büyük projede de daha doğru, daha uzun ömürlü yapılar ortaya çıkarmamda faydalı oldu diyebilirim. Zaten bitirdiğiniz her proje bir öğreti oluyor.
ZONE'u incelemek için tıklayın.
ZGK: EGEO 2024 Ulusal Mimarlık Ödülleri’nde Yapı Dalı’nda ödüle layık görüldü, ZONE ise Ege Mimarlık Sergisi ve Ödülleri 2023 Yapı Dalı Ödülü’nü aldı, tebrik ederim. Bu ödüller kariyerinizi nasıl etkiledi? Tanınırlığınızı arttırmış olmalılar, öyle değil mi?
TK: Biz henüz bir fark hissetmiyoruz. Sizi bize tanıştırdı. Bunun dışında çok da fazla hayatımızda bir değişiklik sanıyorum yok.
ZGK: Mutlaka olacaktır, bu söyleşinin de buna katkısı olmasını dilerim.
Yurt dışı deneyimlerinizde çok farklı ölçeklerde ve işlevlerde projeler üzerine çalışmışsınız, İzmir’de ise endüstriyel yapılar üzerine yoğunlaştığınızı söyleyebiliriz, bundan sonrası için yapmak istediğiniz bir proje türü var mı? Üzerinde çalıştığınız güncel projeleriniz neler?
TK: Şu anda Kİ-YAP projemizin inşaatı tamamlanmak üzere. Yaklaşık 200.000 metrekarelik arazide 116.000 metrekarelik yapı; içinde 600 - 1.200 metrekare aralığında dükkanların olduğu yaklaşık 180 birimden oluşan çok büyük bir proje.
Diğer yandan Urla’da, 200 dönüme oturan, 128 villalık bir projemiz var. İlk defa konut çiziyoruz ama ölçek çok büyük. EGEO ve MONO’yu inşa eden müteahhitlik firmasının bize layık gördüğü bir proje. Urla’da çok değerli bir bölgede, deniz gören, 35-40 derece eğimli zor bir arazide lüks bir site tasarlıyoruz. İki yıldır bu projeyle uğraşıyoruz. Ruhsat süreçleri, belediyeyle olan ilişkiler tam bir kâbustu. Yönetmeliklerin insan yaşamını zorladığı maddeleri insanın lehine evriltmeye çalışarak geçti bu süre ve bu da bizi çok yordu. Hala da sürecin sonuna gelemedik. Şu anda sizinle bu projenin şantiye ofisinden görüşüyorum. Herhalde birkaç sene daha burada olacağız. Bir villa inşa ettik, 3-4 örnek villa daha inşa edip yavaş yavaş ruhsat alıp projeye başlamayı planlıyoruz.
Bu proje sayesinde konuta adım atmış olduk ve bundan çok memnunuz. Tabii endüstriyelden sonra konut çok daha detaylı kurgulama gerektiriyor. Benim şansım bu herhalde, kariyerim yavaş yavaş zora doğru gidiyor. Konut çok zordur çünkü.
Bir yandan yine bir villa projemiz var; bir mimar çiftin villası. Bu da bizim için gurur verici bir proje. Mersin'de başka bir villa projemiz daha var. Yavaş yavaş insanlar herhalde bize güvenmeye başlıyorlar kendi evleriyle de. 3-4 proje aynı anda devam ediyoruz. Ne yapmak istiyorsunuz derseniz, ben artık bölüm sonu canavarlarını aşıp farklı bölümlere doğru geçmek isterim tabii. Kamu yapısı yapmak istiyorum mesela. Müze çok isterim; bir modern sanatlar müzesi tasarlamak isterim.
Daha çok insanın iyi mimarlıkla buluşabileceği ne varsa biz açığız buna. Yani bilabedel de tasarlarız, çok önemli değil. Yeter ki bir faydamız olsun, bir şeyleri değiştirebilelim. İnsanlara mimarın işini iyi yaptığı zaman neleri başarabildiğini, hangi bütçelerle ne yapabildiğini gösterebilmek isteriz. Hiçbir zaman çok lüks, çok büyük işler yapayım gibi bir emelim olmadı. Bunun yerine daha çok insana, daha doğru, daha sağlıklı yapılar üretme hedefindeyim. İrem de öyle. Bu çizgide yürümeye devam ederiz herhalde. Ama bir kamu yapısı yapmayı hakikaten isterim.
ZGK: Sizi en çok zorlayan ölçek hangisiydi peki? Mesela küçük ölçekli işlerde mal sahibinin taleplerini karşılamak mı daha zor yoksa büyük ölçekli projelerde alana yerleşmek ve programı oluşturmak mı?
TK: Hiçbir farkı yok esasında. Bir mimari proje için, hiçbir zaman başlarken ne yapacağıma dair bir fikrim olmadı. Çünkü her proje nevi şahsına münhasır programıyla, müşteriyle ve bir kent parçasıyla geliyor. Dolayısıyla müşteriyle arkadaş olmanız, onu çok iyi anlamanız, içselleştirmeniz, onun ihtiyacı olanı size doğru tasvir edip edemediğini görebilmeniz ve onun tasvir edemediği şeylerde sizin onu yönlendirmeniz, daha sonra bütçesini öğrenip ona en iyi hizmet edecek binayı o bütçeyle ulaşabileceği inşaat ekibine tarif etmeniz gerekiyor.
Bu bir sanayi yapısında da aynı çünkü onun da bir tanımlayıcısı var. Sizinle iletişime geçen, yapının ihtiyaçlarını tasvir eden, birkaç kişiden oluşan ama ortak karar veren bir birimi var. Tekil bir müşteri olsa da süreç aynı. Yani siz 160.000 metrekare yapı yapıyor olsanız da, 160 metrekare yapıyor olsanız da müşteri, bütçe ve arazi denklemi içinde sadece girdiler değişiyor, dolayısıyla her şey zorlayabiliyor.
Problemi hep yeniden çözmek zorundasınız. Ne zaman ki ben bu problemi daha önce bu şekilde çözdüm, buraya da aynısını oturtayım derseniz o zaman tekrar etmeye başlıyor. O da bizi biraz korkutuyor açıkçası. Yani her şey zorluyor sizi, zorlamalı ki iyi bir şey çıksın. Ben böyle öğrendim en azından ve kolay bir başarı görmedim şu ana kadar.
ZGK: Bir yandan da öğretim görevlisi olarak yarı zamanlı ders veriyorsunuz değil mi? İzmir Yüksek Teknoloji Üniversitesi’nde hala devam ediyor musunuz? Ne zamandır orada ders veriyorsunuz?
TK: Dört sene kadar ders verdim ama bu içinde olduğumuz sene Urla’da sürdürdüğümüz proje nedeniyle bir sene ara verdim. Bu projenin üstünde biraz daha fazla zaman harcamam gerekiyordu, okul da haftada iki gündü. Bu nedenle, bu proje sürecinde okulu durdurdum fakat önümüzdeki dönem tekrar başlıyorum.
4-5 senedir elimden geldiği kadar gidip üniversitede bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Onlar da herhalde memnun ki beni çağırmaya devam ediyorlar. O da başka bir süreç; orada yenileniyorsunuz. Bizim iş sorumluluklarımız çok yorucu olabiliyor. Çok fazla insanla iç içeyiz, çok fazla durumu yönetmemiz gerekiyor. Bunlar hep çok yorucu. Okul nefes alma fırsatı oluyor benim için. Oraya gittiğim zaman dış dünyayla olan bütün ilişkim kopuyor ve orada geçirdiğim birkaç saat hakikaten benim için de saf bir mimarlık öğretisi ve öğrenimi oluyor. Öğrencilerle beraber devamlı bir problem çözme halindeyiz. O yüzden bana iyi geliyor, ruhumu besliyor. Okulda geçirdiğim birkaç saat benim için iyi bir kaçış oluyor gerçekten.
ZGK: Son olarak genç mimarlara ve mimar adaylarına tavsiyelerinizi sormak isterim.
TK: Ben hiçbir zaman aileden gelen bir ekolün üstüne oturmadım. Her şeyi sıfırdan tek başıma yaptım. Ben yapabildiysem herkes bunu yapar, öncelikle bunu söyleyebilirim. Herkes ferah olsun. Tabii ben çok çalıştım. Hakikaten çok çalışarak, küçük büyük iş demeden her şeyi yapabildikleri en iyi şekilde yapsınlar. Bence en önemli şey bu.
Diğer konu, bir ofis kurmak için acele etmesinler. Bakın biz bir sürü iş yapıyoruz ama hala bir ofisimiz yok. İhtiyacımız da yok. Çünkü ofis bizim ayağımıza dolanan bir durum oluyor. Ofis konforu tabii başka bir şey, onu da çok iyi biliyoruz ama bu bir tercih meselesi. Mimarlık kâğıt üstündeyken ofiste olmak harika, ama mimarinin vücut bulduğu durum size keyif veriyorsa mutlaka sahada olmalısınız. Bu şunun gibi bir şey; masa başından bir ekmek tasarlayamazsınız, mutlaka fırına ya da mutfağa gidip una bulanmanız gerekir, ancak öyle iyi bir ekmek pişirebilirsiniz. Mimarlık da bana biraz öyle geliyor, çünkü ENKA’dan bu yana öyle gördüm. O yüzden mümkün olduğu kadar her şeyi kontrol altında tutup, doğru insanlarla bir araya gelmeye çalışıp, güçlerinin yetebileceği işleri alıp, yapabildikleri en iyi şekilde teslim etmeye çalışmalarını tavsiye ediyorum. Şu ana kadar ben hep bunu yapmaya çalıştım. Başarılı mıyız bilmiyorum, göreceli bir şey bu mimarın başarılı olması durumu. Ama bir şekilde, işler geldikçe, biraz daha kendimize güvenimiz artıyor diyebilirim.
Ben hâlâ iyi bir mimar olup olmadığım konusunda kendimle çelişiyorum açıkçası. Çünkü bir sürü hata görüyorum yaptığımız işlerde. Daha iyi olabilirdi diyoruz ama bu arada olabildiği kadarını yapmayı da öğreniyoruz. Bazen her şeyin muhteşem, kusursuz olması durumu mümkün olamıyor. Bunu da içinize sindirmeniz gerekiyor. Bunu ben de yeni yeni öğreniyorum.
Mimarlık sancılı bir süreç. Gençlerin de yapabilecekleri şu; mesleklerini sevsinler ve en iyi şekilde yapsınlar. Sevmeden yapılmaz bu iş.
İlgili İçerikler:
-
Saklayarak Saklamamak: Reichstag
Mimarlık pratikleri süresi içerisinde, zamanın bir bölümünde dönemin toplumsal döngü ve olgularından doğrudan etkilenen Reichstag yapısı, kişisel bağlamını ve anlam kodunu oluşturduğu kurgudan sıyrılmalar-kopmalar-ayrılmalar yaşayarak, bir başka zamanda, bir başka bağlamda, bir başka çevreyle, ona göre tekinsiz bir ortamda yeni anlam kodunu oluşturmak ile ilişkili bir uğraşa sahip.
-
MONO
-
Yapay Zekâ Destekli Kent Tahayyülleri
Mimarlığın ve yapılı çevrenin geleceğini yapay zekânın gözüyle hayal edersek nasıl olur? Geçtiğimiz yıl Archinect, Generative Futures: An AI + Architecture Storytelling Challenge yarışması adı altında, işte bu sorunun cevabını aramak üzere bir çağrı yayınladı.
-
DH Palencia
-
Kervansaray Yaz Okulu 2024 Başvuruları Başladı
-
"Bağlam" Meşrulaştırmadır
Metropol insanı için genel geçer isteklerin başında, en küçük fırsatta şehir hayatından çıkıp bir doğa parçasına yakınlaşma isteği geliyor. Bu tabiat parçasının insan doğasına iyi gelen yanı, çözülemeyen kaotikliği olabilir mi?
-
ZONE
-
İYTE Öğrencilerinden Mimar Sinan'ın "Bilmecesi"