İktidar Biçimlerinin Paradoksal Özdeşliği

KORHAN GÜMÜŞ

Şehir içindeki askeri alanların özelleştirilmesinden ve imara açılmasından söz ediliyor. Ancak bu dönüşüm yalnızca şehir içindeki askeri alanlarla sınırlı değil. “Varlık Fonu” gibi uygulamalarla, daha önce merkezi yönetimin şehri araçsallaştırıcı işleyişi biçimlendirilecek. Bu arazilerin satışından elde edilen gelirler merkeziyetçi siyasetin ekonomik gücünü pekiştirmek için projelere pompalanacak. Bu nedenle bu dönüşüm yalnızca siyasal bir tercih gibi gözükmüyor. Bu alanların şehirselleştirilemediğinin, modernleşme sürecinde askeri yönetim tekniklerinden devşirilen kamu fikrinin çöktüğünün, kamusal olmayan bir boşluğa dönüştüğünün de bir göstergesi.

Bu gelişme karşısında mimarlar ve plancılar olarak ne yapabiliriz? Bu dönüşüm ne de olsa en çok şehirle ilgili kişileri ilgilendiriyor gibi gözüküyor. Ancak bu tekniklerin bir uzantısı olan mesleki pratiklerin bu sorun karşısında etkisiz kaldıkları açık. Bu nedenle daha önce bildiğimiz muhalefetten başka bir şey yapmamızın gerekli olduğunu söyleyebilirim. Mimarlığın aysbergin görünen değil, görünmeyen kısmı ile de uğraşması gerektiğini düşünüyorum.

Sorunumuz şu: Türkiye’de mimarlık konusunda bir kamusal alan var mı? Mimarlık, kamusal bir nitelik oluşturmak yerine, giderek piyasadan ve iktidardan ayrı olma özelliğini yitiriyor ve paradoksal bir biçimde onlarla özdeşleşiyor. Örneğin herhangi bir kamusal alana müdahalede, başka hangi fikirlerin olabileceğini biliyor muyuz? Hayır, bilmiyoruz. Demek ki mimarlık ve kamu dediğimizde bir kamusal bir ilişkiden söz ediyoruz ama kamusal nitelikli bir durumdan söz edemiyoruz. Buna karşılık bazı çevrelerin bazı projelere karşı olduklarını biliyoruz. Demek ki mimarlık alanında bir tarafta bu dönüşümü onaylayanlar, diğer tarafta onaylamayanlar var. Böylesine bir ikilem acaba mimarlıkta bir kamusal bir alanın varlığına işaret ediyor mu?

Demek ki ihtiyaç öncelikle askeri kurumların şehir içindeki fiziksel kalıntılarının değil, mesleki kamusal alan içindeki uzantılarının sivilleştirilmesi. Askeri rejimlerde tek ve mutlak bir temsil bulunur. Bu temsil edenin, temsil ettiğini kendisine dahil etmesinin bir koşuludur. Otorite bu temsilin sorgulanmasını, kritik bir düşünceyle geliştirilmesini değil, yalnızca uygulanmasını amaçlar. Askeri alandaki temsil teknikleri bu yerine geçmenin en saf halidir, hiyerarşiktir ve nesneleştiricidir. Örneğin yıllardır ortalıkta dolaşan Semazen, Taksim tünelleri, Topçu Kışlası, Boynuzlu Köprü, Martı gibi projeler, aynı zamanda siyaset aracılığıyla elde edilen güce yaslanan bir zihniyetin, mesleki bir sorunun göstergeleri. Projeleri “doğru” veya “yanlış” diye tartışmak da bu rejimin onaylanmasından ve yeniden üretilmesinden başka bir şey değil.

Mimarlar olarak bir tasarım ucubesi martıya karşıyız. Gezi’de kışlaya karşıyız. Emek’e karşıyız. Sulukule projesine karşıyız... Karşıyız da neye karşıyız? Meslek kuruluşunun yöneticisi kendisiyle gerçekleştirilen röportajda projelerin “bilimsel” olmadığını söylüyor. Bilimsellik ölçütü, mimarlıkla ilgili kamusal bir niteliği tanımlamak için yeterli olabilir mi? Bu projeleri dayatan taraf da uzmanlığı böyle okuyor. Uzmanları kendi kamu yararını savunan bir sivil toplum kesimi gibi algılıyor. Böylece üst-dil, uzmanlık bilgisi, karşı tarafta dile dönüşüyor. Siyasal karşıtlık ise inkar edilen bir sınıfsal çelişkinin semptomu olarak beliriyor ve şehirsel olmayan, kapalı uçlu kamu fikrini yeniden üretiyor.

Uzmanlık ve bilimsellik meselesinden deneysellik değil, kendisine itaat bekleyen askeri yöntemler anlaşılıyor. Karar süreçlerinin böylesine bir tercihe indirgenmesi (doğruyu bilen öznenin beklediği itaat) onu aynı zamanda karşı tarafın hayalet-varlığına dönüştürüyor. Çünkü iktidar böyle çalışıyor. İşin komik tarafı “bilimsellik” dedikçe yönetim para bastırıp akademik kurumlardan icazet alıyor.

Şehir böyle bir şey olabilir mi? Bu tiyatro daha ne kadar sürecek?

Mesleki faaliyetin bu sorunu çözebilmesi için mümkün olduğu kadar temsil edilenin özne olarak varlığını kabul etmesi gerekli. Kapitalizmin spekülatif şiddetinden söz ediyoruz. Askeri temsil tekniklerinde farklı öznellikler yoktur, hiyerarşik ve anonim tek bir içerik dayatılır. Bu şiddet, ideolojinin şiddetinden daha kalıcıdır. Mesleki alandaki bu kurumsal işleyiş doğrudan doğruya askeri yönetim tekniklerinin bir kalıntısıdır çünkü bu yöntemle hazırlanan planların, projelerin kamusal bir nitelik üretmesi, şehrin mantığının kavraması, temsil etmesi mümkün değil. Mimarlık ve şehircilik gibi temsil pratikleri, askeri tekniklerin türevleri de olsa, farklı bir mantıkla çalışır.

İktidar kavramı Türkiye’de “hükümet” anlamında kullanılıyor. Bu nedenle iktidar biçimlerinden yalnızca birini tanımlamış oluyoruz, diğerini görmüyoruz. Diğer iktidar biçimine, bu siyasal ortam içinde “muhalefet” diyoruz. Oysa muhalefet olmak o kadar kolay değil. Karşı çıkanların muhalefet olabilmesi için rejimi sorunsallaştırması, iktidarın hayalet-varlığına dönüşmemesi gerekir.

Üstelik bu kesimin sınıf perspektifi olmadığı için planları, projeleri hazırlatan iktidarlar, her zaman “muhalefet”ten otomatik olarak daha güçlü bir kamusal niteliğe, meşruiyete sahip olabiliyor.

Askeri modernleşme tekniklerinin uzantısı olan ve kamusal kararların içeriğini oluşturan bu meslek pratiklerinde yöntemsel olarak kritik veya çoklu düşünce ortamının bulunmaması amaçlanıyor. Bu nedenle artık mesleki alanda yalnızca tercihleri değil, arkasındaki kurumsal işleyişleri, değerleri değiştiren pratikler, yaklaşımlar gerekli.

Bu oyunu sürdürmeye çalışanlar ise yalnızca yıkım üretiyorlar. Zihni tutulmuş olanlar, düşünce ortamını kapatmaya çalışanlar da artık iktidar kadar olan bitenden sorumlu. Yıllardır ortalıkta dolaşan Taksim’e kışla, Sivriada’ya semazen, Kabataş’a martı gibi projelere baktığımızda, sorunun genellikle mimarlık alanının dışındaki ölçütlerle değerlendirildiğini görüyoruz. Oysa bir mimari fikri beğenmemek mümkündür. Ancak arkasına iktidar gücünü almadıkça, fikirlerin sergilenmeleri sorun teşkil etmez. Önemli olan askeri düzendeki gibi tartışılmaz olmadıklarını, farklı düşünceler de olabileceğini kabul etmektir. Bunu kabul etmeyenler, mimarlığı teknik bir işmiş gibi gösterenler, bu rejimin kendisini yeniden üretmesini amaçlıyorlar. Üstelik bu spekülatif şiddeti, iktidarla ayrıcalıklı ilişkileri tartışmaya çalışanlar hep güç odaklarının saldırısına uğruyor.

Bu nedenle artık projelerin doğru veya yanlış diye tartışılması yerine, mesleki alanda ifade özgürlüğü talep etmeliyiz. Meslek insanlarının yalnızca kendileri için değil, başkaları için de düşünceyi ifadeyi özgürlüklerini savunması çok daha etkili olur. Özgürlük yalnızca meslek insanları için yaşamsal bir konu değildir; başkalarının, halkın özgürlüğüdür. Bunu talep ettiğimiz ölçüde şiddetin ortağı olmayız.

Etiketler:

İlgili İçerikler: