İtiraz Mimari Bir Eleştiri Biçimi Olabilir Mi?

KORHAN GÜMÜŞ

İtiraz etmek, bir mimari eleştiri biçimi midir? Bence her zaman değil. Eleştiri bir “sökme” tekniği ve mesleki alanın düşünsel, bilişsel alanının bir özelliği olarak görülebilir. Bir toplumsal muhalefet biçimi olan itiraz ile ilişkili olduğunda bir değişme yol açabilir. İtiraz etmenin kendi başına bir muhalefet biçimi olmadığını geçtiğimiz günlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan da sözleriyle kanıtladı: “İstanbul'a ihanet ettik” dedi ve sanki başka bir hükümet zamanında yapılmış gibi şehirdeki dikey yapılaşmayı suçladı. Bu sözler mesleki alanda epey bir yankı buldu.

İktidar böyle bir şey: İktidarın iki eli ve iki ayrı zihin dünyası var. Devlet iktidarı bürokratik akıl ile siyasetin bir çekişme alanı olduğu kadar bir ortak yaşam alanı da. Birbirine karşıymış gibi gözüken bu iki el (ve iki zihin dünyası) birbirini motive eden güçler olarak çalışıyor. Temsiller iktidar ilişkilerini tanımlıyor ve yaratıyor. Böylece sorunun kendisi, bilişsel alandaki asimetrik işleyiş perdelenmiş oluyor. Oysa konumuz olan mimari eleştiri ya da “sökme” teknikleri ise eşitsizlikleri dikkate alır, iktidarın temsil sahnesindeki karşıtlıkların (bastırılmış ve üzeri örtülmüş olan) çelişkilerin yer değiştirmiş bir hali olduğu gösterir ve iktidar alanında inşa edilen temsilleri şiddetsizleştirir.

Soru şu: Bu durumda birbiriyle ilişkili ama farklı üretim biçimlerine sahip olan bu iki iktidar türünü nasıl ayırt edeceğiz?

Mimarlık, şehircilik gibi alanlarda itirazın bir eleştiri biçimi olarak gerçekleşmesinin bir nedeni de mesleki alanın hem iktidarlara hem de piyasa ilişkilerine dokunması. Tasarımsal faaliyetler, yalnızca başka alanlardaki değil, kendi bilişsel alanlarındaki referanslarla görece özerk bir yapı oluşturur. Kendi dışlarındaki başka belirleyicilere bırakıldıklarında, bu ister resmi bürokratik iktidarın işleyişleri olsun, ister inşaat, piyasa işleyişleri olsun, onlarla türdeşleşirler. Kendi düşünselliklerini kaybederler. Bu türdeşleşmenin bir göstergesi de “iktidar” deyince yalnızca siyasal otoritenin, hükümetin anlaşılması. Bunun nedeni de kendi kamu yararlarını temsil eden korporatist bir örgütlenme modeli içindeki meslek elitinin, kendisini devletin askeri ve bürokratik zihin dünyasına kendisini yakın hissetmesi.

Narmanlı Han; fotoğraflar: Korhan Gümüş

Tıpkı dünyanın ”düz” olduğunu iddia eden geçmişteki “ruhban sınıfı alimler”in zihin dünyasında olduğu gibi, günümüzde de düz kağıtlara çizilmiş planların, projelerin şehirleri, yaşam çevrelerini temsil edebileceğine dair bir inancın hakim olduğu görülüyor, yönetim katında. Kendisini temsil eden bu gücün karşısında, iktidarın diğer tarafında milleti temsil ettiğini iddia eden siyasal taraf yer alıyor. Bu ortamın ayrıcalıklı toplumsal tabakalar açısından bir ortak yaşam alanı olduğu söylenebilir. Şehirlerimiz, yaşam çevremiz, hayatımız bir tür iyileşemeyen bir hastalıktan muzdarip: Buna “taklit” hastalığı diyebiliriz. Bu hastalık bizatihi ondan kaynaklanmıyor. Sorun, gerçek olarak kullanılmasında.

Hafızamız üzerindeki silme eylemleri iktidarların önemli işlerinden biri. Hafızamızla oynayarak geçmişi de kendi bildikleri biçime sokuyorlar. Bu bütün iktidar taraflarının, farklı olanı imha etmek için üzerinde anlaştıkları bir konu. Bu yüzden anlatılan hikayelerde her zaman “anlamlı” boşluklar oluyor. Bunlar tıpkı “lapsus”lar (dil sürçmeleri) gibi bastırılmış, bilinçaltına atılmış konuları ele veriyorlar. Oysa bu tarafların kendileri de çok iyi biliyorlar ki iktidarla bu karşılaşma biçiminin bir şeyleri değiştirmesi, politikaları yenilemesi mümkün değil. Böylece muhalefet “içeriden” çökertiliyor. Çünkü bu devlet sınıfının kendisini temsil ettiği unutuluyor, daha doğrusu o kendisini unutturuyor. Olay sanki bu sembolik temsil sahnesinde, tercihler arasında geçiyormuş gibi gösteriliyor.

AKM NEDEN RESTORE EDİLEMEDİ?
2009 yılında her yönüyle (mimari ve mühendislik projeleriyle) mükemmel bir restorasyon uygulama projesi hazırlandığı, yeterli bütçe ayrıldığı ve ihale yapıldığı halde AKM neden restore edilemedi? Bu soruyu, tartışmanın bir tarafı şöyle cevaplandırıyor: “Yönetim vazgeçti, ondan dolayı”. Evet, bu AKM hikayesinde küçük bir boşluk var ama bu, anlamlı bir boşluk.

AKM hikayesindeki bu unutkanlığı bir parça kendi bildiklerimle telafi etmeye çalışayım: Israrla 2009 yılında oluşan ve AKM’nin restorasyonu konusunda etkili olan bağımsız mimarlar ve kültür insanlarının girişimi yok sayılıyor. Sanki meslek kuruluşunun ve sendikanın girişimiyle tam uygulama aşamasında engellenen projede AKM’nin üzerine restoran yapılıyormuş gibi bu proje tanıtılıyor. Oysa anlatılan bu hikayedeki bu boşluk, iktidarla muhalefetin nasıl birbirlerini motive ettikleri hakkında önemli bir bilgi veriyor.

Hatırlayanlar bilir 1999 Depremi, 1996 BM Zirvesi gibi konularda inisiyatif alan ve etkili bir katılım deneyimiyle hareket eden bir sivil girişim, tarafların deyişiyle “hiç üzerine vazife olmadığı halde”, AKM restorasyonu için bugüne kadar bir kamu yapısı için olabilecek en iyi restorasyon projesini hazırladı. Bütün mühendislik uygulama projeleriyle birlikte. AKM statik açıdan mükemmel hale getirildi. Elektromekanik sistemleri, orijinal ürünleri üreten firmalarla temas kurularak küçük değişikliklerle güncellendi. Yapı enerji etkin hale getirildi. Mimari tasarımı, seramiklerine, mobilyalarına kadar aynen korundu. Ama daha da önemlisi binayı yıkmak isteyen, “kutu gibi binanın neresini beğeniyorsunuz, yıkalım sonra siz istediğiniz gibi uluslararası yarışma düzenleyin” diyen Erdoğan'a karşı “önce infaz, sonra yargılama olmaz. Bu bağımsız insanlar her şeyi araştıracaklar, inceleyecekler ve ne gerekliyse bağımlı olmadan ortaya koyacaklar” dendi ve (biraz da ezberi bozularak) ikna edildi.

Bu bağımsız bir inisiyatifi boğmak isteyen yalnızca o değildi, elbette. Bağımsız bir proje geliştirme ve yönetim modelinden en çok AKM’yi kendi çiftliği gibi algılayan bürokrasi rahatsız oldu. Bu girişimi engellemek için bir tuzak kurdular. Geçmişte bakanlık tarafından hazırlanmış uyduruk bir avan projeyi, bir uygulama projesiymiş gibi göstererek kamuoyunu şaşırttılar. Bunun üzerine Erdoğan çok sevindi. “Ben bunları yakından tanıyorum, bunlara en iyi cevap (kerhen razı olduğum) bu işi durdurmaktır. İstemiyorlar ki niye yapalım?” dedi. Böylece sivil inisiyatif bastırıldı, elbirliğiyle olan biten kayıtlardan silindi. Karşı çıkış, itiraz siyasal iktidarla bir “symbiosis”1 oluşturdu.

Bugün AKM gibi temsil sahnesine dönüşen alanlar zannedersem iktidarlar açısından üzeri örtülen, bu temsil sahnesinde yeniden tasarlanmaya çalışılan konular. Israrla AKM’nin restorasyonu konusunda etkili olan bağımsız mimarlar ve kültür insanlarının girişimi yok sayılıyor. Uygulama aşamasında engellenen projede AKM’nin üzerine restoran yapıldığı söyleniyor. Buna karşılık Kültür Bakanı’nın naif girişimi, sanki para bulunursa bu iş olacakmış gibi zannetmesi öne çıkarılıyor ve bu girişimle yer değiştiriyor. Oysa bunu yapanların kendileri de çok iyi biliyorlar ki, iktidarla bu karşılaşma biçiminin bir şeyleri değiştirmesi, politikaları yenilemesi mümkün değil.

BİR BAŞKA ÖRNEK: NARMANLI HAN'DA YAPILANA RESTORASYON DİYEBİLİR MİYİZ?
Narmanlı Han’ın perdeleri nihayet kaldırıldı, yeni hali ile karşımızda. Evet, mimar Sinan Genim’in projesi 2000’li yıllarda mimar Halil Onur’un projesinde olduğu gibi yıkılıp, üzerine apartman yapılmış değil. Buna karşılık tarihi yapı, gıcır gıcır olmuş vaziyette. Aynı yerde olmasa, kolaylıkla bir tatil yöresinde inşa edilen replikalardan biri zannedebilirsiniz. Şimdi bu yapılana “bu bir restorasyon projesidir” diyebilir miyiz? Narmanlı’nın bir gayrimenkul yatırım faaliyeti içinde değerlendirmeyi amaçlayan “rant projesi”nin geçmişte durdurulmuş olması, süreci yalnızca uzatmış oldu. Ama bir anıt yapı olarak şehrin kamusal hayatını zenginleştirecek bir şekilde işlevlendirilmesine yol açmadı.

Türkiye’de bu mesele açıklığa kavuşmadığı için kafalar karışıyor. Güya restorasyonu bildiğini iddia eden birtakım kişilerin bıkmadan tekrarladıkları, dillerinden düşürmedikleri “aslına uygun yapmak” ilkesi, bu kafa karışıklığını ne kadar önlüyor? Genellikle iyi taklide “iyi restorasyon”, kötü taklide “kötü restorasyon” deniyor. Her iki durumda da restorasyonun bir taklit yapma bilgisi olduğu kabulü değişmiyor. Bunun örneği çok: Sütlüce Mezbahası’nı altına tünel açmak için yıkan mimar Cengiz Eruzun yaptığı işin bir “restorasyon projesi” olduğunu iddia ediyor, eleştirenleri bilgisizlikle suçluyordu. Rumeli Hisarı’ndaki Perili Köşk adı verilen tarihi yapının altına üç kat sığdırmak için yıkan mimar Hakan Kıran da aynı şekilde.

Hakim olan söylemde bir kafa karışıklığı olunca, kamuoyunda şöyle bir kanaat oluşuyor: “Restorasyon projeleri hiç bir değişiklik içermez. Olanı aynen taklit etmeye dayanır.” Oysa Topkapı Sarayı gibi, bir müdahalede bulunmadan önce en az bin kere düşünülmesi gereken bir anıtta bile gerçekleşen restorasyon işlerine baktığınızda bunun da iyi sonuçlar vermediğini, orijinal bütün öğelerin yerine kötü taklitlerinin konduğunu görüyorsunuz.

Restorasyon da, bu bürokratik akıl tarafından nereye çekilmeye çalışılırsa çalışılsın, sonuçta bir mimarlık uğraşıdır. Basmakalıp kabuller değil, eleştirel, sorgulayıcı bir düşünce ortamı gerektirir. Yapının çok katmanlı bir belge olarak konuşmasını, keşfini içerir; yapılacak müdahalelerin de onunla diyalog içinde gerçekleşmesini. Bu durumda AKM’yi veya Narmanlı Han’ı bir nesne olarak ele alan basmakalıp itiraz etme biçimiyle bu yapılan arasında bir fark kalıyor mu?

Tasarımların kamusal niteliği bu itiraz biçiminde olduğu gibi temsil edilenin temsil edene dahil edilmesiyle değil, edilmemesiyle ortaya çıkıyor. Dahil ettiği anda ise bilişsel alanın kendisi de başka bir temsil sistemine dahil ediliyor. Böylece bilişsel alan buharlaşıyor. İşte bu buharlaşma da zannedersem kamu sahasında tam da neoliberal sisteme uyarlı bir boşluk oluşturuyor. Eğer itiraz, yönetim erkinin kapalı bir alanda yeniden üretimini getiriyorsa, o zaman da bir iktidar eylemi halini alıyor. Bu açıdan bakıldığında neoliberal kamu modelinde bürokratik iktidarın sanıldığı gibi çökmediği, tam tersine onu motive eden bir güç olarak içine yerleştiği iddia edilebilir. Görünüşte taraflar var. Ancak yalnızca karşı tercihler, taraflar olmadığı, ayrıca bir de devlet olduğu için bu karışıklık ortaya çıkıyor. Sistemli bir şekilde unutulan şey ise eşitsizliği üreten devletin ve kamunun işleyişinin kendisi.

Böylece herkesin bildiği, gördüğü bir şey, hakikatin temsilinin imkansızlığı “görünmeyen bir neden” olarak işlev görüyor. Temsil edilmeyenlerin, dışlananların, bastırılanların da eşitsizlik üreten bu kamu işleyişinin içinden geçerek temsil sahnesinde yer alıyormuş gibi olmasını sağlıyor. Kolektif bilinçaltından gelen dürtüler aynı yöntemlerle bastırılıyor. Bu tür bir muhalefetin iktidar güçlerine meşruiyet sağlaması, herhalde Türkiye’de “demokrasi tarihi”nin bir ironisi.

NOTLAR
1 “Symbiosis” (ortak yaşam) farklı türlerdeki canlıların birbirlerinden yararlanarak kurdukları bir yaşam ilişkisi, müşterek yaşama hali. İnsan toplulukları arasındaki sosyal ilişkiler de bu tür bir ilişkiye benzetilebilir. Doğadaki bu ilişki biçimi çoğu zaman sosyal gruplar arasında da gözlemleniyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: