Kamu Estetiği, İktidar, Sermaye ve Mimarlar

KORHAN GÜMÜŞ

Sanayi yapıları kimi zaman modern mimari için bir esin kaynağı olmuştur. Bu tür yapılarda üretim koşulları gibi belirleyiciler yanında, klasik mimarlık kanonları ile bir yaklaşım farkı hemen göze çarpar.

sedad hakkı eldem,entrepolar,cemal emden
sedad hakkı eldem tasarımı entrepolar (fotoğraf: cemal emden)

Örneğin Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nın türbin binalarının çelik karkas strüktürü ile arasındaki boşlukları dolduran büyük pencereleri ve delikli tuğla duvarları sanki Adolf Loos benzeri bir mimarın avangart mimarlık tasarımı manifestosu gibi karşımızda durur. Oysa muhtemelen inşaatı gerçekleştiren şirketin bir mühendislik projesi olarak şekillenmiş olmalıdır.

Buna karşılık sıra idare binasına gelince, burada farklı bir yaklaşım, bir mimari tarz karşımıza çıkar. Bina, o devirdeki vapur iskeleleri, Galata Köprüsü, Mezbaha, İTC Kulübü (1.TBMM Binası) gibi oryantalist bir üslupla, 1. Milli tarzında bir yapılmıştır. Neden? Muhtemelen basit gerekçelerle. Birincisi, mühendislik yapıları işlevseldir, onlara mimari müdahaleyi gerektirecek bir koşul yoktur. Ama ikincisi, bir kamu yapısı olduğu için, o tarihlerde uyulması gereken bir siyasal reçeteye göre yapılmak zorundadır, simgeseldir. Çünkü o tarihlerde, 20. yüzyıl başında geçmişi yeniden tanımlamak için “Osmanlı” kavramı, ulus-devlet projesinin anonim simgesi ve bir kamu estetiği programı olarak siyasal ve entelektüel elit tarafından icad edilmiştir. Biraz gecikmeyle de olsa, aynı ulus-devlet programını oluşturan Almanya modelinde olduğu gibi.

Şimdi buradan sıçrayıp Cumhuriyet döneminde İstanbul’daki en büyük mimari projelerden birine, İstanbul’un dış ticaret limanı olan Salıpazarı’na gelmek istiyorum. Sedad Hakkı Eldem’in tasarladığı Salıpazarı’ndaki ofis ve antrepo binalarında da benzer bir durum var. Arkadaki antrepoların son derece nitelikli, yalın sanayi yapıları oldukları söylenebilir. Caddeye cepheli ofis binaları ise kamunun denizcilik alanındaki kurumlarını temsil ediyor, simgesel bir işleve sahipler. Ancak bildiğimiz nedenlerle, kamu programında gerçekleşen dönüşüm nedeniyle Silahtarağa’daki gibi aynı bütün içinde mimari bir karşıtlık yok. İki savaş arasında nasıl Avrupa’da klasik eğitim, mimarlık kurumları iktidar alanındaki bir entelektüel mücadele ile dönüştüyse, Türkiye'deki kamu programı da Cumhuriyet'in kuruluşundan bir süre sonra hızlı bir değişime uğramıştır. Eldem de daha önceki kamu yapılarını biçimlendiren ve sonradan “1. Milli” olarak adlandırılan “Osmanlı” icadını tasfiye eden grubun başında gelir. Ancak Eldem’in binalarının simgeselliği savaş sonrası "Uluslararası Stil"in mimarlık programı ile ilişkili. 1950'lerden sonra "2. Milli" olarak adlandırılan düşünce dünyası da geçmişte kalmış, artık Cumhuriyet'in resmi programındaki oryantalist izler kısmen kenara konmuştur.

Antrepoların neredeyse 1970’lere doğru, 1. Boğaz Köprüsü yapıldığında yerinin anlamsızlaştığı, bu yatırımın on sene için yapılmış olmasının tuhaflığı, 1987’deki Haliç yıkımları sonrasında ise neredeyse tamamen işlevsiz kaldığı defalarca tartışıldı. Ankara, merkeziyetçi bir yaklaşımla, ithal ikameci bir iktisat modeli içinde şehrin ekonomisini kontrol etmek için bu dış ticaret limanını inşa ediyor. Şehirdeki bir dolu yeri, özel şirketlere ait depoları yıkıyor. Sonra da yerine bunları yaptırıyor. Şimdi de aynı merkeziyetçi modelin piyasacı versiyonuna tanık oluyoruz. Tuhaflık bugün bu simge yapılardan ilkini yıkanın Eldem’in hem fiziki yapısıyla, hem eğitim-öğretim programıyla yenilenmesine ön ayak olduğu üniversite olması. Üniversite yönetimi, merkezi yönetimle yaptığı anlaşma sonucunda, terkettiği Şehzade Sarayı yerine, Resim ve Heykel Müzesi’ni buraya taşıyor. Ancak bunun için Mektebi Harbiye’yi “ihya etmek” gibi sıradan bir iş yaptırmak yerine, Türkiye’nin önde gelen mimarlarından birini görevlendiriyor, Emre Arolat. O da antrepo binasını önce korumaya ve güncel deniz taşımacılığının yeni aracı, konteynerleri eklemleyerek değiştirmeye yöneliyor. Taşıyıcı sistem bu konsol yükleri taşıyamayacağı için yapı yeniden inşa ediliyor. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak sıra gösteriyi perdeleyen ofis binasına gelince, ki bu dizideki yapıların içinde onu da herhalde yeniden ele almak gerekiyor ve o da yıkılıyor.

Yanlış anlaşılmasın: “Şehrin merkezini işgal eden dış ticaret limanı binaları önemli bir kültür mirası, aynen oldukları gibi kalsın” demiyorum. Dönüşümün yapıların fiziksel varlığına yönelik bir müdahale olarak gerçekleşmesinin programın kamusal niteliğindeki bir sorunun göstergesi olduğunu söylemek istiyorum. Antrepolar yapıldıkları tarihlerden itibaren şehrin tarihi merkezinin denizle ilişkisini bir duvar gibi kapatan, anlamsız bir yer olarak duruyor. Bu yüzden tahmin ediyorum, bu yapılar yıkılırken kimsenin sesi çıkmıyor. Ancak aynı alanda piyasacı bir modelle, merkezi yönetimin şehrin artık değerine el koymasını sağlayan mimarlar iş başında.

Belki önce bu bölge için bir yönetim planı hazırlamak, yapıların ortaya koyduğu potansiyelleri değerlendirmekle, farklı bir deneyimle işe başlamak gerekirdi. Böylece müze, rezidans, otel, restoran gibi herhangi bir işlevi sabitlemeden bu bölgenin şehrin yaşamına nasıl katılacağı, yapıların potansiyel kullanımları konusunda bir deneyim sahibi olunurdu. Bu bölge için gerçekleştirilecek misyon odaklı bir örgütlenme ile katılıma açılacak bir programa bağlı olarak ve kullanıma dönük dönemsel çalışmalar, işletme için STK’lara yönelik uluslararası bir yarışma gerçekleştirilmesi amaçlanabilirdi. Bu organlaşma aracılığıyla yapılacak çalışmalar belirlendikten sonra, yatırımcılar, piyasa aktörleri, müteahhitler devreye girebilirdi. Önce ihale yapılıp sonra program oluşturulduğunda bu fırsatların çoğu kaybedilmiş oluyor. Kamunun şehirde uyguladığı yap-işlet modeli şehrin yaratıcı enerjiden yararlanmasını engelliyor. Tıpkı Antrepoların buraya inşa edilmesi kararı gibi bunun da yakın bir gelecekte bir sorun olarak görüleceğinden eminim. Ama o zaman da tıpkı ilk müdahalede olduğu gibi, iş işten geçmiş olacak.

Beyoğlu’nun en değerli kamu alanını, kıyısını bir boşluk olarak görmek ve diğer yerlerde olduğu gibi otel ve rezidanslarla doldurmak, aynı özel alanlardaki piyasacı dönüşüm modelini burada da tekrarlamak ne kadar yerinde? Eminim ki “Haliç’i dolduralım, kazanılan alanı imara açıp üzerine otel, rezidans yapalım” desek, buna talip olacak çok sayıda yatırımcı bulunur. Eğer bu tespit yerindeyse, onları dönüştürmek için şehrin tarihi merkezinin kıyısını bir enerji yutma kapanına, bir hapishaneye çeviren bu yapıları mı, yoksa bu modeli mi değiştirmek gerekiyor? Bu yapılar şehrin hayatına enerji verecek bir şekilde kullanılamaz mı? Şehrin en değerli alanına bu şekilde, müzakere özürlü bir yöntemle yaklaşmak ne kadar yerinde? Sorun bu yapıların kendisinde mi, yani fiziksel özelliklerinde mi, yoksa yönetim modeli gibi başka yerde mi? Neden her konuda yönetimlere fikir üreten kişiler ve kurumlar görevlerini yapmıyor? Şehrin bütün sahillerinin, kamu alanlarının piyasacı bir modelle dönüşmesine ön ayak olmak yerine?

Mimarların iktidarlar ile ilişkisine tekrar geri dönersek, kamu yapılarının mimarisinde bugün de yakından tanık olduğumuz gibi, yüzyıl öncesine benzer bir durum var. Koruma planında bir dolu yeşil alanda ihya projeleri öngörülüyor. Geçenlerde bu gelişmenin bir istisnasına tanık olduk. Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan “Bugün yapılan, bugünün mimarisini yansıtmalı” gibi şaşırtıcı bir söz söyledi, Beyoğlu Belediyesi binasına yapılan ekleri savunurken. Oysa ki göreve geldiğinde “Beyoğlu tarihi bir yer, yeni yapılan binaların biçimi de öyle olacak” gibi sözler söylüyordu. Bu zihniyetle Beyoğlu, Demirören AVM gibi bir dolu yapıyla doldu. Ancak belediye binasındaki bu yaklaşım farkı kimi durumlarda mimarların nasıl kamu programları üzerinde etkili olabildiklerini gösteriyor. AKM’de de benzer bir durum oldu. Merkezi yönetim ideolojik nedenlerle yıkmayı amaçladığı bir yapıya sivil bir inisiyatifin girişimiyle gerçekleştirilen başarılı bir restorasyon projesi nedeniyle kaynak ayırmak zorunda kaldı. Ancak bu girişim eski çatışmacı modele geri dönülerek engellenmiş oldu. Başka bir örneği Taksim’de yapılmak istenen AVM-Kışla projesi için verebilirim. Taksim Platformu’nun (düzenlenen imza kampanyası ardından) gazetelere verdiği ilan şu anda kamuya iş yapan ve bu projeyi hazırlayan bir grup ihyacı mimarı rahatsız eder. Tayyip Erdoğan’dan acil randevu talep eder. Zaten Taksim’deki proje onun kontrolünde ilerlemektedir ve bu grup rutin olarak kendisini ziyaret etmektedir. Ancak bu ziyaretin amacı farklıdır. Amaç kendisine bilgi aktarmaktır. Kamu projeleri yapan bu ihyacı mimarların özetle söyledikleri şudur: “İstanbul’da bir grup, bir sivil inisiyatif diyorlar kendilerine, bu projeyi engellemek için size gelip Gezi’nin bir kamusal alan olarak korunması ve canlandırılması için bir öneri getirecekler. Onlar, biliyorsunuz AKM’de de karşınıza çıkıp, size zorla binayı onartmaya çalışmışlardı. Onlar yüzünden bu iş başarısız oldu, sakın onları dinlemeyin.”

Elbette ki başlangıçta siyasetçilerin kafasında ne Taksim’e tüneller açmak, ne de ağaçları kesip AVM yaptırmak gibi bir fikir olabilir. Bu projeleri hazırlayanlar, yönetime “ruh kazandıranlar” bu işlerde deneyimli, donanımlı sınıflardır. Geçenlerde köklü bir üniversitenin rektör yardımcısı “Bugüne kadar bizim mimarlığımız ihmal edildi, kamunun bugün milli değerlerimize sahip çıkmasından daha tabi bir şey olamaz”diyordu. İktidarla bilgi eliti arasında bir bağımlılık ilişkisi olmasından çok karşılıklı, etkileşimli bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Otoriter iktidarların yalnızca siyasal ideolojilerin değil, kendi çıkarlarını ve özel hayatlarını güvenceye almaktan başka bir kaygısı olmayan sembolik sınıfın ürünü oldukları söylenebilir. Otoriter yönetimlerde bu sınıf, anonim kalıplar altında ayrıcalıklarını korumaya, iktidarın gücüyle bağımsız fikir üretimini engellemeye çalışırlar.

İktidar ile entelektüel üretim, mimarlar arasındaki ilişkilere ait örnekler bugün de “ihya mimarlığı” konusunda yaşanıyor. Günümüzde kamu alanında yaşanan bu devasa ihya mimarlığı programını oluşturanlar yalnızca siyasetçiler değil. Bu defa karşımızda her zaman olduğu gibi sembolik sınıf, siyaset eliti ve sermayeden oluşan yeni bir çıkar bloku var.

Etiketler:

İlgili İçerikler: