SO? Mimarlık ve Fikriyat'ın kurucusu olan Sevince Bayrak ve Oral Göktaş ile Türkiye’deki kamusal proje süreçleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Güzin Öztok: Mimari üretim sürecinizde ayırt edici ve önemli bulduğunuz davranışlar ya da aldığınız kararlar var mı, neler mesela?
Sevince Bayrak & Oral Göktaş: Mimari üretim sürecinin, gözlem yapmak, düşünmek, eleştirmek, sorgulamak, bocalamak, kurmak, yıkmak gibi aslında herhangi bir üretim sürecinde karşılaşabileceğimiz eylemlerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bütün bu üretim süreçlerinde ne yaptığının gerçekten farkında olmak mühim bir meziyet, kendine ve yaptığın işe dışarıdan bakabilmeyi gerektiriyor. Bizi en çok zorlayan ama becerdiğimiz zaman iyi hissettiğimiz tavırlardan biri bu.

GÖ: Özellikle yarışmalar üzerinden çok sayıda kamusal proje çalıştınız. Bugünün kamusal proje üretim süreçlerini nasıl buluyorsunuz? Bu süreçlerde mimar ne kadar etkili?
SB & OG: Geçenlerde bu konu üzerine konuşurken şunu fark ettik. Bizim lisanstan mezun olduğumuz 2005 yılından bugüne kadar geçen dönem, tam da İstanbul’un küresel ölçekte keşfedildiği, inşaat çılgınlığının kenti daha öncekilerden daha büyük ve kökten bir dönüşümle karşı karşıya bıraktığı bir evre. Bu esnada, biz projelerde sürekli kamusal alandan bahsederken kamusal alan tanımı da değişti aslında. Kamusal proje dediğimiz projeler, çoğunlukla kamu kuruluşlarına yaptığımız projelerdi. Bugün geldiğimiz noktada, kamu kuruluşlarının da çoğu zaman birer şirket gibi kar odaklı çalışan yapılardan farkı kalmadığını görüyoruz. Belki de hep böylelerdi de biz ancak farkına varabildik. Kamu yararının ve kent hakkının hiç gözetilmediği projelerin arkasında kamu kuruluşlarının ya desteği var ya da doğrudan katkısı. Kamu kuruluşu dediğimiz yapıların da temelde seçimle iş başına gelmiş kişilerden mütevellit olduklarını düşününce kimin hakkını kime karşı koruduğunuzun belli olmadığı bir ortamdan söz etmeye başlıyoruz. Kamu dediğimiz tanımın elbette tek bir karşılığı yok öte yandan verimli bir çeşitlilikten de söz etmek mümkün değil, toplumda her alandaki kutuplaşma bu tanıma da sirayet ediyor. Yine de, her şeye rağmen kamusal alandan ümidi kesmemiz gibi bir şey söz konusu olamaz, kentlerin ve hepimizin yegane kurtuluşu orada gizli bizce.

GÖ: Kamusal projeler üzerinde çalışmakla özel bir firmaya çalışmak arasında ne gibi farklar var, özellikle mimarın aldığı pozisyon açısından?
SB & OG: Özellikle İstanbul’da proje yapıyorsanız kentin bugün geldiği noktada, inşaat sektöründe iç içe geçmiş, acayip bir ilişkiler ağı var. İster kamuya proje yapın, ister özel sektöre, bu içinden çıkılamaz ağın bir noktasına yakalanmamak pek mümkün değil. O noktada bıkıp usanmadan kent hakkını, daha iyi tasarlanmış, kamusal alandan herkesin eşit ve adil olarak yararlanabildiği şehirlerde yaşamayı savunmak gerekiyor. Biz kendi hikayelerimizde henüz daha bu didinmenin bir işe yarayıp yaramadığını görme noktasına gelmedik, merakla bekliyoruz sonuçları ama aslında somut karşılıklar görmek çok da önemli değil. Bu konuların tartışılıyor olması, dile getiriliyor olmasının da uzun vadede kent kültürüne katkısı olacağını ümit ediyoruz.

GÖ: 2013’te İstanbul Modern’in bahçesinde uygulanan Göğe Bakma Durağı ise yarı-kamusal bir alana özel bir iştirakle gerçekleştirildi. Yapım sürecinden söz edebilir misiniz?
SB & OG: Göğe Bakma Durağı’nda programın formatı gereği yükleniciliğini de biz yaptık projenin. İlk başta çok çekinmiştik işin o kısmından, fakat bir taraftan da Göğe Bakma Durağı zaten bir müteahhite verip sonucu bekleyebileceğimiz, alışılmış inşaat süreçlerini içeren bir iş değildi. Sürecin içindeki bilinmezlikler, su altı işleri, bürokratik sıkıntılar (alanın TDİ’ye ait olması, tam bizim proje sırasında Galataport ihalesinin yenilenmesi ve TDİ’nin bu sebepten alanla ilgili çekincelerinin olması vb.) yapım sürecini de en az projenin kendisi kadar belirsizleştirmişti. Öte yandan, bir mühendislik problemi olarak, her ne kadar kağıt üzerinde Boğaziçi Üniversitesi Kıyı Mühendisliği laboratuvarının ve danışmanımız Emre Otay’ın hesapları ile sorunsuz bir proje gibi görünse de, daha önce hiç denenmemiş bir sistem olması, denizin özellikle Marmara Denizi’nin hareketlerinin belirsizliği de proje sürecindeki soru işaretleriydi. Oral ve ben, müellifler olarak her şeye hakim gibi görünmeye çalışırken içten içe herkes kadar meraklı ve heyecanlıydık sonuç ürünle ilgili olarak.

GÖ: Turgut Uyar’ın bir şiirinden adını alıyor Göğe Bakma Durağı. Şiir mekanın belirlenmesinde nasıl etken oldu?
SB & OG: Göğe Bakma Durağı, şiirden ilham alıp projeyi tasarladığımız bir iş değildi. Tam tersi, o şiirin ve kavramın herkesin kafasında başka bir şey yaratabilme gücü bizim hoşumuza gitti. Açıkçası işe “bir Göğe Bakma Durağı tasarlayalım” diye başlasak, kilitlenip kalırdık herhalde, o denli güçlü bir şiiri mekana dönüştürmeye kalkışmaya cesaret edemezdik.

GÖ: Göğe bakma durağı işinizi anlatan metinde mimarlığın sınırlar üretmesi, kontrollü olması gibi şeylerden bahsediyorsunuz. Peki aksini düşünürsek mimarlıkta kontrolsüzlük mümkün mü veya nasıl mümkün olabilir?
SB & OG: Mimarlıkta kontrolsüzlük mümkün mü bilmiyoruz; ama mimarlığın öznelerinin (mimar, işveren, kullanıcı, kentli vs.) bitmek bilmeyen kontrol etme arzusunun farkına varması mümkün olsa gerek. Sözünü ettiğin metinde bunu vurgulamak istiyoruz. Bir taraftan da tuhaf bir çelişki var: Bunca kontrol manyaklığının olduğu, hem kağıt üzerinde (imar planı vs.) katı kurallarla, hem de günlük hayatta görünmez sınırlarla kuşatılmış mekanlarla dolu, herkesin en ufak bir metrekareyi bile kendi zapturaptı altına almak için didindiği ama büyük resimde hala bir türlü kontrol edilemeyen ya da yeteri kadar kontrol edilemediği düşünülen bir şehirde yaşıyoruz.

GÖ: Türkiye’de genç mimar olmak nasıl bir his? Bu özgürleştirici mi yoksa kısıtlayıcı bir pozisyon mu?
SB & OG: Neredeyse 10 senedir bu soruyu yanıtlıyoruz, herhalde bir 10 sene daha yanıtlayacağız. Çünkü genç mimar olmak hep nicelikle değerlendirilen bir tanım. Bizi bu payenin niteliksel kısmı daha çok heyecanlandırıyor. Yoksa “genç mimar” Hansel ve Gretel gibi, sektörün besleyip semirtip yemeye hazırlandığı bir tanım, bu durumdan şikayetçi olmayan gençler de olabilir elbette. Bizim için özgürleştirici olansa “efendisi acemilik” olan bir gençlik tanımı.

GÖ: Neler okuyup izliyorsunuz?
SB: Ben doktora tezimi yeni bitirdim, uzun zamandır kent tarihi ve teorisi ve hep elimin altında olan edebiyat klasikleri dışında bir şey okuyamıyorum, bir de İlker Aksoy’un romanı Ölümden Beter Yaşamlar’ı okuyabildim.

OG: Son izlediğim film İnsanları Seyreden Güvercin idi. Okuduğum son kitaplar ise Puslu Kıtalar Atlası ve Kafamda Bir Tuhaflık.

Etiketler: