Kamusal Mekan: Kutsal ve Dindışı

LEVENT ŞENTÜRK

Berkin Elvan’ın anısına

-Halil Duranay ve Kamil Savaş için-

Türkiye’de birçok yerde dünyevi alan, gitgide kutsiyet çerçevesinde tanımlanırken, kutsallık da dünyeviliğin tek belirleyicisi haline gelmekte. Kutsalın dünyayı belirlemesi ve sağ politika bağlamında dünyevi olanın dinsel argümanların dar marjına sıkıştırılması, ne yeni bir olgu ne de şaşırtıcı bir gelişme. Burada mahalle baskısı olgusunu kat be kat aşan yepyeni bir reel-politik biçime ulaşıldığını tekrar söylemeye gerek yok. Sonuçlarını uyandığımız her yeni günde yaşamaya devam ediyoruz: Berkin’in terörize edilişinden tape’lere, twitter yasağından seçim hegemonyasına, hatta siz bu yazıyı okurken vuku bulup da bu yazıda yer almamış, beklenen diğer skandallara kadar... Kutsiyetçe çerçevelenmeye dair değinime geçebilirim: Güneydoğu Anadolu’daki kentlerde dünyevi alanın kutsalın egemenliğinde olmasının çeşitli veçheleri bir çırpıda gözlemlenebilmekte. Erkeklerle kıyaslandığında kadınların kent sahnesindeki görünürlüklerinin eşbiçimliliği ve ikincilliği, bunların en başta geleni.

Son on yıl içinde oluşmuş kentsel çehrelerin anonimliği bu ayrımcılığı ilk bakışta ele vermiyor olabilir. Bugün Midyat’a gittiğinizde, karşılaştığınız kentin Bursa, Bozüyük, Adana veya Denizli’den bir farkı yoktur. Aynı bölünmüş yollar, apartman blokları, aynı peyzaj düzeni ve ticaret / konut bileşiği sizi karşılar. Bu anonimleşmenin, söz konusu erilliğin / ataerkilliğin dolayımsız sonucu olduğunu itiraf edecek gücü kendinde bulanlar, epeyce azınlıkta olsa gerek.

Urfa’da kadim bir dini kampus niteliği taşıyan balıklı göl ve çevresi, dünyeviliğin kutsiyetçe sarılıp sarmalanmasının en somut örneklerinden biri. Fiziksel mekânı sarıp sarmalayan mitolojik anlatılar, dini turizmin başlıca sermayesi olarak yaşatılmaya devam ediyor. Yine de balıklara İbrahim efsanesinin yaşayan tanıkları rolü verilmesinde belki ana akım islam açısından tekinsiz karşılanabilecek bir yan var; çünkü balıklar, sembolik olmanın ötesinde bilfiil yaşayan varlıklar olarak kutsiyetin bir parçası sayıldıklarından aykırı bir varlık biçimine gelmenin, deyim yerindeyse tabu, put olmanın sınırında yer alıyor. Balıklar, mutlak kötülükten mutlak iyiliğe dönüştürüldükleri, tehlikesiz, nötr ve sessiz yaratıklar oldukları ve son olarak da, hayvansal varoluşları suyun total mecrasına hapsedilebildiği için kutsiyet kültünün meşru bir parçası olarak kalabiliyor. Uzatmayalım; kimse onları kadim bir mutant kültünün parçası saymıyor; alev alev yanan cehennemi odunlardan dönüşmüş oldukları darb-ı meselde kalmış. Urfa’nın balıklı gölündeki tatlı su balıkları “queer” hayvanlar da sayılmıyor; ki yukarıdaki yorumun kuir teolojiye uzandığını söylemek de zor görünmüyor.

Balıklı göl ve çevresi, islami kutsiyet motiflerinin baskın çıktığı bir dini merkeze dönüşmüş durumda. Alana yayılan merkezi “uhrevi” müzik yayını, alanı ziyarete gelen kitlenin sosyokültürel karakteri, alanda saçaklanan ticaret biçimleri, ziyaret “makam”larına yüklenmiş yoğun dinsel anlam ve islami pratiklerin sürekliliği, burayı bir hac yerine dönüştürüyor. Bunlardan daha azıyla kamusal bir mekânı dinselleştirebilirsiniz. Farklı tarihsel ve dinsel katmanlara sahip heterojen bir tapım alanı olmasına karşın, islami motifler tüm alana egemen oluyor. Pagan, Hristiyan ve Müslüman unsurların kaynaşmış olması da durumu değiştirmeye yetmiyor.

Alan mimari bakımdan hegemonik bir islami kült bölgesi olsa da, burada zaman geçirmeye gelenlerin taşıyıcısı olduğu “halk tipi”/devletli olmayan müslümanlık, dinselliği teğet geçiyor: Düpedüz dünyevi, gevşek, alelade, sere serpe haller içindeki kalabalıklar, çimenlerin üzerine yayılarak buranın tadını çıkarıyor.

Çıkarılan dünyeviliğin mi yoksa dinselliğin ve kutsiyetin tadı mı? Başka bir zamanda ve başka bir yerde, sözgelimi sıradan bir kent parkında bu kadar çok kadının, çoluk çocuk, uzun uzun, bir sürü yabancı erkeğin gözü önünde olmasına rağmen “huzur içinde”, meşru bir biçimde zaman geçirebileceğini düşünmek saflık olurdu. Buradaki dindar halk, dinin şemsiyesi altında dünyevileşme olanağını buluyor. İnsanların ezici bir çoğunluğu, ancak dinselliğin yoğun ve kesintisiz varlığı sayesinde kendine bir sosyal ve dünyevi niş bulabiliyorlar. Böylece erkek egemen toplumun hemen duvarların arkasına hapsettiği kadınlar burada bir parkta dışsallaşabiliyor. Dini yerlerde ibadet benzeri bir huşu içinde vakit geçirmenin büyüsü, dünyeviliğin aylaklığı için mükemmel bir kamuflaj sağlıyor ve günah işleme düşüncesini kısa süreliğine uzaklaştırabiliyor. Erkek egemen toplum, açık alanda, ilan edilmemiş olsa da pratikte şaşmaz şekilde uygulanan haremlik selamlık veya homososyal gruplaşma, temelinde kadınlara bir miktar avans veriyor ve kuralları kısa süreliğine gevşetiyor. Gençler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar; herkes dinsel figürlerin tarihsel gücünü arkalarına alarak baskın erkekliğin hegemonyasından anlık bir kaçış sağlıyor. Sığınılan şey din ve kutsiyet de olsa, kutsal balıkların yüzdüğü aynı sularda genç aşıkların sandalla gezmesi, dar çemberdeki kamusallık imkânının mı yoksa imkansızlığın ve arıziliğin mi bir işareti?

Böylece yazının başındaki önermemin ikinci parçasını açmış oldum. Şimdi ilk yarısına dönebilirim: Dünyevi olan ne varsa, kutsiyet tarafından boyunduruk altına alınıyor; katı olan her şeyin uçup gittiği twitter çağında hala insanların sırtına din kisveli semerler vurulmak isteniyor. Dünyevi alan, dünyanın tamamını eşek yerine koymaya çalışanlarca, güvensiz ve tekinsiz bir yer olarak tahayyül edilmek “zorunda”. Çünkü başka türlüsünü kavrayamıyorlar. Kendilerini sıradanlığın sularına bırakmaktan korkanlar kendi kültlerinin hayaliyle huzur bulmak isterken, kendilerini bu hayali benliklerine kapatmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ama dünyanın tamamını bu dev aynasının arkasına hapsetme tehdidini savurmayı da ihmal etmiyorlar. Asker ve polisle örülmüş aşırı güvenlik çemberleri, dağı taşı örtmeye yeltenen tekil portre, devletle örtüşerek insanüstü bir nitelik kazanmanın, sembolleşmenin, dünya dışına kaçabilmenin ve kutsallaşmanın hezeyanlı yanına işaret etmekte.

Halk, ancak dinselin şemsiyesi altında kendi dünyeviliğini yaşayabildiği duygusuna kendini hapsettiğinden, egemen iktidar da dünyeviliği geride bırakmak için yanıp tutuşmakta. Kendini kutsallığın dokunulmaz alanında var etmek norm haline geldiğinde, geçerli tek egemenlik biçimi de o kutsallığın ele geçirilmesi olmakta. Sorun, gerçekte, ortada ele geçirilecek bir kutsalın olmaması. Ne tarihsellik ne efsane ne tek tek teolojik / mitolojik anlatılar ne de onların aurası ele geçirilebilir nitelikte: Bunların etkilerini yeniden üreten “mecra”, öznenin ta kendisi.

Türkiye’de, kutsallaşa kutsallaşa dokunulmaz ve erişilmez hale gelme vehmince büyülenmiş egemen iktidarlar, özneleri bu projelerine ikna edebilmek için bütün güç göstergelerini bir arada ve çelişkili biçimde kullanır. Bunun somut kanıtlarını 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesindeki miting hazırlıklarında gördük. Liderlerini karşılamaya hazırlanan kentler, liderine liderin imgesini bütün gücüyle iade etmeye çalışırken, her yanı onun göstergeleriyle kesintisiz biçimde donatır.

Bunun başka bir kamuflaj taktiği olduğu söylenebilir. Güç karşısında kendi varlığını en alt sınıra çekerek narsistik efendiye istediğini sonuna kadar vermek, bir yandan efendi-köle diyalektiğini yeniden üretirken diğer taraftan da köle rolündeki ezilen figürünün son bir kandırmacayla efendisini kendi imgesiyle baş başa bırakarak ortadan kaybolma taktiğidir. Bu ilişkide karşılıklılıktan başka her şey vardır: Başta ikiyüzlülük olmak üzere... Yerellik, hegemonik figürlere göre yeniden üretilirken, hiçbir ayrıntı atlanmaz: Temiz ve tertipli bir imaj için görülmedik bir çalışkanlık sergilenir. Sokakların yıkatılması, yol kenarlarının süpürülmesi, refüjlerin düzenlenmesi gibi göstermelik işler öteden beri hegemonyaya yaranmak için Türkiye’de izlenen yollardan sadece biridir. Böylece yerellik, tam bir kendini aşağılamayla kendi gücünü ortadan kaldırır ve merkeze biat için bütün koşulları yeniden üretmiş olur.

Etiketler:

İlgili İçerikler: