Kamusalı Yeniden Yapmak

KORHAN GÜMÜŞ

Şehrin yaratıcı enerjisini harekete geçiren, kamusal hayatını zenginleştiren, yereli anlamlandıran, katılımı, öğrenmeyi, gelişmeyi teşvik eden, çok-işlevli, dinamik ve canlı kamusal alanlar nasıl tasarlanabilir?

Bir vapur iskelesi örneğin neden semti tanıtan bir “İskele-Müze” olmasın? Ya da “İskele-Sergi”, “İskele-Sinema”, “İskele-Okul”, “İskele-Semtimize Hoşgeldiniz Evi”… İstanbul’un çoğu vapur iskelesi zamanında bir sosyal mekan olarak da düşünülmüş, tasarlanmış. Ama bugün öyle değil. Günümüzde bu kamu işlevini yerine getiren kuruluşların böyle bir vizyonları, kapasiteleri yok. Kamusal alanlar genellikle kiraya veriliyor. Demek ki eksiklik bu kamu yapılarında, mekanlarda değil, yönetimlerin onları değerlendirme biçiminde. Akıllarına piyasa aktörleri geliyor da sanatla veya sosyal projelerle ilgili kuruluşlar gelmiyor.

Geçtiğimiz aylarda, bir konferans dolayısıyla Büyükada İskelesi bir sergi alanına dönüştürüldü ve bekleme bölümlerine önemli bir fotoğrafçının objektifinden Adalar'ın tarihini belgeleyen bir sergi (Sébah&Joaillier'in Gözünden Adalar Sergisi) yerleştirildi. Her gün iskeleyi kullanan binlerce insan, gönüllülerin gayretleriyle düzenlenen bu sergiyi ve fotoğrafları ilgiyle izliyor. Bu sergi gönüllü çabalarla gerçekleşen küçük bir deneme oldu.

Belki gelecekte, öğrenen bir yönetim modeli için birkaç deneysel çalışmadan sonra kamusal alanların kullanımı için kalıcı bir yönetim modeli oluşturmak mümkün olabilir. Yenikapı Transfer Merkezi örneğin, neden şehrin tarihi ile ilgili heyecan veren buluşların sergilendiği bir yer olmasın? Bu açıdan kendisini "insan hakları sanatçısı" olarak tanımlayan Françoise Schein'in ve Inscrire adlı kuruluşun yaptığı çalışmalar ilgi çekici bir deneyim oluşturuyor. Dünyanın neredeyse her tarafında, kırktan fazla metro istasyonuna İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çeşitli sanatçılar, çocuklarla işbirliği yapılarak değişik tekniklerle kazınmış durumda. Kendisi ile, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin kabul edilişinin ellinci yılında Taksim Metro İstasyonu'nu Büyükşehir Belediyesi'ne teklif etmiştik. Yalnızca red cevabı almakla kalmayıp, "Siz kim oluyorsunuz da bize bunu teklif ediyorsunuz?" sözleriyle bir dayak yemediğimiz kalmıştı.

Saint-Gilles metro istasyonu, Brüksel; fotoğraflar: Ingolf, Flickr
Saint-Gilles metro istasyonu, Brüksel; fotoğraflar: Ingolf, Flickr

Bir metro istasyonunun nasıl olacağı, nasıl yönetileceği çok doğaldır ki ulaşımla ilgili standartlar, güvenlik, erişim gibi konularla ilgili. Kent içi ulaşım kuruluşu, yönetimi işlevi gereği elbette ki bir sanat kuruluşu gibi bir perspektife sahip olamaz, onun gibi davranamaz. Davranırsa kendi işiyle uğraşamaz. Ancak bu ilgisizlik bir eksiklik olmaktan çok bir avantaja da dönüşebilir. Bu sayede çok işlevli, çok boyutlu yönetim deneyimleri gerçekleştirilebilir.

Günümüzde metro istasyonları, vapur iskeleleri, kamu hizmet binaları, parklar, bekleme salonları, havalimanları, postaneler ayrı yönetimlere ve işlevlere sahipler. Böyle olmaları normal. Ancak metro istasyonlarının örneğin, isimleri duvarlarına yazılı olmasa bunları birbirinden ayırdetmek neredeyse imkansız. Ünlü Fransız antropolog- düşünür Marc Augé bunlara “yok-yerler” (non-lieux) adını vermişti (1992), şehirsel bağlamların, ilişkilerin, tarihin ve kimliğin kaybedildiği alanlara atıfta bulunmak için. Kapalı bir katılım modelinde ulaşım mekanları ulaşımcıların, tarihi mekanlar korumacıların, yeni yerleşim alanları piyasa mimarlarının ilgi alanına giriyormuş gibi gözükür. Biraz daha karmaşık durumlarda bunlar bir araya geliyormuş gibi olurlar. Disipliner yaklaşımların ötesine geçmeleri gerektiğini anlamış gibi yaparlar. Ancak kurumsal eylemlilikleri, güçleri ve arkasına sığındıkları güçleri yukarıdan belirlendiği, sabitlendiği için bu çabalar tamamen görüntüde kalır.

Bu yüzden günümüzde tasarımcılar şehir yönetimlerinin işlevleri arasında bağlar, ilişkiler kurmak zorundalar. Kamusal alanların canlandırılması, şehrin kamusal hayatına kazandırılması, zenginlik katması için farklı, katılımcı bir yönetim modeline ihtiyaç var. Bunun için yapılabilirlik aşamasından başlayarak fikir geliştirme işleri bağımsız aktörlere açılabilir. Ancak bunun için farklı bir katılım modeline ihtiyaç var. Bu konuyu yeni bir şehircilik deneyimi olarak görmek mümkün. Günümüzde tasarım eylemliliklerini sınırsız ve sonuçsuz bir biçimde işlevler arasında bağlar kurma, temsil edilenle ilişkileri canlı tutma çabaları olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ancak kamusal alanları yapmanın bir de şehircilik deneyimi boyutu var. Kamusal alandaki kuruluşların birbiriyle hiçbir ilişkisinin olmaması tahmin edilenden çok daha ciddi bir sorun. Örneğin, Marmaray projesi tasarlandığında kimsenin aklına bu hattın ulaşım ihtiyacının ekonomik koşullarda karşılanabileceği bir güzergah gelmiyor ya da böyle bir tercih başka bir bakanlığın alanı gibi görülüyor. Marmaray adı verilen ya da metro sisteminin ana omurgası olabilecek bir ulaşım projesini ihtiyacın en uygun koşullarda karşılanacağı bir hat üzerinde tasarlama fikri ancak projenin daha yapılabilirlik aşamasında şehirselleştirilmesi ile mümkün olabilirdi. Oysa Marmaray projesi Tarihi Yarımada adı verilen yeri, bir ulaşım platformuna dönüştürmeden, şehrin ulaşım ihtiyacını çok daha uygun koşullar içinde karşılayabilir ve bir kültür mirası olan tarihi ulaşım hattı bütün topografyası, köprüleri, Haydarpaşa ve Sirkeci istasyonları ile iyileştirilerek kesintisiz bir biçimde kullanılabilirdi.

Yenikapı gibi bir transfer merkezi söz konusu olduğunda, harekete geçen kuruluşların, plancıların, mimarların aklına diğer projelerle ilişki kurma kaygısı gelmiyor. Çünkü tasarım yönetiminin koşulları onları daha başlangıçta belli bir kamusal ayrışma içinde tanımlıyor. Madem ki projeyi Ulaştırma Bakanlığı gerçekleştirmektedir, o zaman onu eski endüstriyel ulaşım hattı üzerinde tasarlama koşulu dayatılacaktır ve bunu kimse sorgulamayacaktır. Üst ölçekteki bu ilişkisizlik alt ölçektekiyle birlikte gelişiyor. Şehrin ana transfer merkezi olacak bir mekanda yer alan kurumların birbiriyle hiçbir ilişkisi olmuyor.

DİSİPLİNER ŞİDDET ŞEHİRLERİ ZEHİRLİYOR
Türkiye’nin şehirsel mekanları yönetim işlevlerinde modernleşmenin sanki ilk aşamasında kalmış gibiler. Yönetim işlevlerinin basit temel ihtiyaçlar olarak görüldüğü zamanlardaki gibi kendi simgesel varlıklarına takılmış olarak duruyorlar. Oysa modernleşme sürecinde kamu bürokrasisi ile örtüşen bu disipliner işlevler, kurumlar, kimlikler kendilerinden bağımsız olarak gelişen ve sorunlarla boğuşan şehirleri iyileştirmeye çalışıyormuş gibi gözüküyorlardı. Şehirlerin gerçekliğinin iktidarların, sağlık bilimcilerin, mühendislerin, mimarların optiğinden dönüştürülmesi, kapitalist modernleşmenin gelecek için umutlar vaat ettiğini gösteriyordu. Günümüzün neoliberal koşullarında disipliner işlevler iyileştirmek şöyle dursun, toksik bir etki yaratıyor. Disipliner işlevlerin iyileştirici etkileri tersine dönmüş durumda. Geçmişte şehirleri boğulmaktan kurtarmayı amaçlayan ulaşım projeleri giderek onları zehirliyor. Şehirleri boğuyor. Sektörel bir temsile dayanan, kamusalı tanımlayan güçlerin yarattığı eylemsellikler normları tersine bükmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Disipliner şiddete dayalı yönetimler şehirlerin ve kendilerinin yıkımını hazırlıyorlar.

Concorde metro istasyonu, Paris; fotoğraf: Katchooo, Flickr
Concorde metro istasyonunun seramiklerinden detaylar; fotoğraf: Andrea Kirkby, Flick

Kamusal alan, sınırsız çeşitlilikte, geçicilikte ve karmaşık birçok imgenin karşılaştığı yer. Yönetimlerin işlevi, bu imgeler arasındaki akışları, sahnelenme biçimlerini sınırlandırmak, kontrol etmek değil, birbirini baskılamamasını, çatışmamasını, dışlamamasını sağlamaya çalışmak olabilir.

İdeal bir kamusal alanın tarifi başka nasıl yapılabilir? Ancak bu o kadar kolay bir iş değil. Kamusal alanda görünür olabilmek, temsil edilebilmek bile koşullara, güce, imkanlara bağlı.

Bu yüzden kamusal alanın şiddetsizleşmesi yönetimlerin olmaktan çok, kamusal sorumluluk üstlenmiş aktörlerin işlevi. Onlar bağlar kurarak, katılım alanını açarak, temsilin yarattığı krizlerin farkında olarak temsil-dışı bir işlev yerine getirirler. Onların işlevi kamusal alanı kullanmak değil, kamusal olana yol açmaktır. Kamusal alanlarla ilgili kararlar görünürde siyasetçilerin işidir ama onların yaptıkları işler kamusal alanları katılıma açmaya, katılım alanını genişletmeye yeterli değil. Kamusal olana yol açma kabiliyetini ortaya koyacak eylemsellikler, simgesel sınıfın işi. Bu nedenle, gayrı-maddi sermayenin iktidarla ilişkilerinin görünmez kılınması ve sorunun yalnızca yöneticiler ile siyaset kurumu üzerinden tartışılması imtiyaz ilişkilerinin gizlenmesinden başka bir şey değil

İSTİSNA HALİNİN GÖRÜNMEZ AKTÖRÜ: İMTİYAZ PEŞİNDEKİ SEMBOLİK SERMAYE
Kamu ile özelin karıştığı istisna rejimlerinde ise genellikle eş düzeydeki rakipler arasında bir gerilim değil, farklı bir sorun ortaya çıkar: Katılım alanının kapatılması. Her ne kadar piyasa aktörleri arasında bir rekabet varmış gibi gözükse de kamusal alanda katılımı eşitsiz hale getiren farklılıklar bulunur.

Kuralsız bir işleyişte kamusal alanda kamu gücünü kullanan aktörlerin de “bir kamusal alan tanımlayıcısı” (tasarlayıcısı ya da kodlayıcısı) olma eğilimi bulunur. İktidar ve güç sahipleri sekülerleşmiş bir kültürel politik alandan yana değillerdir, genellikle. Kültür bakanları örneğin, ne kadar demokrat gözükürlerse gözüksünler, sanat yapıtlarına, restorasyon işlerine, mimari projelere karışmayı kendi vazifeleri zannederler. Uç bir örnek olarak, mimar olan bir belediye başkanı düşünelim. Bu elbette ki özel bir durumdur ama genel durumu anlamak için iyi bir örnek olabilir. Bu kişi, kendisi veya ortakları diyelim, yönettiği belediye adına mimari proje işleri alırsa ne olur? Çoğu zaman kendisi ve ortakları kariyerlerini bu şekilde geliştirdikleri için yaptıkları projeler herhangi bir eleştirel düşünce süzgecinden geçmemiş olur, sonuç da bir felaket olur. Bu tür kamu-özel karışımı kimlikler, kamu yararı adına birtakım kısıtlamaların olduğu koruma alanlarındaki çoğu profesyonelin iş alma koşullarını belirler. Koruma alanlarındaki imar kısıtlamaları, kurallar aynı zamanda iş yapma becerilerini tanımlayan korunaklı sahalar oluşturur. Bir tarafta normların bulunduğu, diğer tarafta idari tasarrufların özelleştiği durumları 1922’lerde Carl Schmitt’in adlandırdığı “İstisna Hali”ne* benziyor.

Onun bu tanımından hareketle, bu tür kamusal alan pratiklerinin totaliter modernleşmeye özgü rejimlerin temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Bu durumda etkin bir güç olarak maddi ve gayrı-maddi sermaye, oligopolistik bir biçimde şehirsel alanları paylaşır. Nesneleştirici, kendisini etken özne olarak merkeze alan eylemsellikler katılımı koşullandırır. Sivil toplum da bu rejimin içinde biçimlenir. Bu rejimin içinde inşa edilen bir “sivil toplum” oluşur. Geleceğe dair kurgular, farklı aktörleri etkileşim ve ilişki içinde yeni bir eşiğe taşıyan süreç odaklı yaklaşımlar yerine doğru veya yanlış perspektifinde değerlendirilir.

Kamusal alan tanımlayıcısı ile iktidar örtüşmesinin başka ve yaygın versiyonları da olabilir. Bir koruma kurulu üyesi hem de aynı alanda proje işleri alan bir mimar düşünelim. Proje işlerini almasının nedeni konumunu iyi niyetle kullanması da olabilir. Bir kamu kuruluşu, belediye, adına çalışanları düşünelim. Buradaki konumlarını, ilişkilerini kullanarak işler alırlarsa ne olur? Cevabı gayet basit: Onların dışında kimse faaliyette bulunamaz.

Üniversite gibi kamu adına üretilen bilgileri, imkanlarını, konumları kullanarak proje işleri alan, fikir ürünleri geliştiren kişileri düşünelim. Bu kişilerin üretimleri yalnızca niteliksiz ya da eleştirel düşünce süzgecinden geçmemiş işler değil, aynı zamanda kamusalın totaliter bir zihniyetle inşa edilmesine yol açan pratiklerdir.

ÇOK BOYUTLU, ŞİDDET İÇERMEYEN TASARIM EYLEMSELLİKLERİ
Simgesel olan, bir taraftan nesnenin varlığını, ya da gerçekliğini, bir taraftan da yokluğunu temsil eder. Hangi konuyu ele alırsanız alın, onu simgeselleştirerek var etme çabası aynı zamanda onu yok etme eylemidir.

Dolayısıyla şiddet içeren, bir iktidar aygıtına dönüşen bir simgeselleştirme eylemi, nesnesinin ölümü ile sonuçlandığına göre, paradoksal bir şekilde bu eylemle kendisini var eden öznenin ölümüne de işaret eder. Bu yüzden simgesel alanın kendi içine kapanması kamusal alanda özneleri işaretsizleştiren bir şiddet eylemi, bir intihar eylemi gibidir. Yalnızca kendisinin ölümüne yol açan değil, çevresinin de. Simgeselleştirme eylemi, daha çok bir “intihar bombacısı”nın yaptığına benzer. Bu yüzden kamusal alandaki simgeselleştirme şiddetine inşa ettiği nesnesinin gerçekliğinin dayattığı hat üzerinden, gerçeklikle ilişkili olduğunu gösterecek eylemliliklerle direnilebilir. Totaliter eylemsellikler, nesneleştirici bir yaklaşımla kamusal alanları, işlevleri “şehirsel olmayan” (non-urban) boşluklar haline getirir. Neoliberal koşullarda normatif yapıyı temsil eden sınıflar imtiyaz ilişkilerine bir direnç oluşturmak şöyle dursun, onların önünü açar. Gayrı-maddi sermaye sahiplerinin hem kamu, hem de özel bir konumda yer almaları, neoliberal sistemde kamusal nitelikleri imha eden istisna rejiminin temelini oluşturur. Edinilmiş kimlikler bir güç, iktidar aracı olarak kullanılır. Kamusal alanlar yönetim işlevleri açısından sabitlenmiş özlerden ibaret olarak gösterilir.

“Totaliter modernleşme” iktidarla sembolik sermayenin örtüşmesini sağlayan eylemsellikler içinde üretilir. Neo-klasik devletlerin iktidar aygıtı genellikle sembolik sermayenin yönetimle örtüşmesi üzerine kurulur ve kültürel-politik alan soylulaştırıcı bir işlev görür. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden yapılanan modern siyasal kurumlar, bu örtüşme durumuna karşı sembolik sermayenin iktidar aygıtından ayrışmasını, sekülerleşmesini sağlayan deneyimler üzerinde çalıştılar.

Bu açıdan “Alan Yönetimi” kavramının ortaya çıkışı ve geçmişte biraz zoraki de olsa ona hukuksal bir çerçeve kazandırılmış olması çok önemli, çok değerli. Ancak İstanbul'daki gelişmeler bu kavramın deneyimle geliştirilmesi değil, geçmişteki imtiyazcı ilişkilere uydurulması yönünde oldu. Bu alandaki eylemsellikler, anında kamu-özel karışımı kurumlar ve kişiler tarafından ele geçirildi. Böylece sivil toplum katılımı bir-iki göstermelik toplantı ile görüşü alınması gereken kişilere indirgendi. Katılım adına yapılan toplantılara katılanlar gene bu imtiyaz sahibi aktörler oldu.

Şiddetsiz bir tasarım deneyimini geliştirecek eylemsellikler için katılım meselesinin yalnızca yönetimlerin işi olmadığını söylemekle işe başlayabiliriz. "Alan Yönetimi" gibi çok boyutlu temsil kavramının hukuksal bir çerçeve kazandırılmasından evvel güncel şehircilik deneyimlerinin zorunlu bir koşulu olduğunun farkına varmak zorundayız.

* İstisna Hali, Giorgio Agamben, Ayrıntı Yayınları 2018, sayfa 9 Yönetim Paradigması Olarak İstisna Hali başlıklı bölüm içinde.

Etiketler:

İlgili İçerikler: