Kamusallığın Doğası*

ERAY ÇAYLI

Söz konusu Sinan Logie olduğunda, konunun er ya da geç kaykaya geleceğini bilmeliydim! Kendisi geçen ay, modernist mimariyi mesken tutan kaykayın kentte “kamusal alandan gerçekten söz etme”ye olanak tanıyan bir pratik olduğundan bahsediyordu. Kaykayın kente dair ufkumuzu açan bir pratik olduğuna kesinlikle katılıyorum. Ancak bana öyle geliyor ki, bu ufuk açıcılığın altında yatan, kaykaycıların “gerçek” kamusal alanı mümkün kılmaktansa “kamusal alan” ile “özel alan” olguları arasındaki simbiyotik ilişkiyi faş etmedeki maharetleri. Üstelik bunu, kanıksayageldiğimiz bir diğer ikili karşıtlık olan “doğal” ve “kültürel” arasındaki zıtlığın kentsel bağlamda üretilmesinde mimarlığın oynadığı rolü sorgulatarak da yapıyorlar. Bu tür bir sorgulamanın, içinde bulunduğumuz ekolojik krizler çağında son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum. Sözü kaykay gibi havai gözükebilecek bir pratikten ekoloji gibi hayati bir meseleye getirerek biraz fazlaca büyük bir sıçrama yaptığımın farkındayım. Yaşadığım/çalıştığım ülke olan İngiltere’den birkaç örnek ile açmaya çalışayım.

thomas heartherwick,garden bridge,
thomas heartherwick tasarımı bahçe köprü (garden bridge), görsel: arup

Kaykay ile “kamusal alan” arasındaki ilişkiyi tartışacaksak önce ikincisinin köklerine kısaca değinmek ve “kamusal” ile “özel” arasındaki ilişkiye dair anlatabileceklerine kulak vermek faydalı olabilir. Malum, bugün bu ilişki genelde ikili bir karşıtlıktan ibaret görülüyor. Hatta “kamusal” olanın tanım itibariyle insanlığı “özel” olandan özgürleştirdiğine inanılıyor. Ne var ki, “kamusal alan” olgusunun 15-16. yüzyıllarda Avrupa’da başlayan ve gerek kırda gerekse kentte bir dizi alanın “özel” mülk olarak tescillenmesine varan bir dizi süreçle eş zamanlı olarak gündeme gelmesi herhalde tesadüf olamaz. İngiltere örneğindeki süreç 16. yüzyıl ortasında o ana kadar kiliseye ait olan topraklara kral tarafından el konulmasıyla başlıyor. 17. yüzyıl başındaysa, önceleri köylü-çiftçiler tarafından “müşterek” kullanılan ve adından da bu şekilde bahsedilen kırsaldaki bir dizi toprak, soylular tarafından çitlerle çevrilerek “özel” birer mülk haline getiriliyor. Toprağın bir mülkiyet konusu haline gelmesiyle köylüler, geçim kaynaklarından olduğu kadar, işle dinlencenin, kültürel olanla doğal olanın hemhal olduğu yaşam biçimlerinden de mahrum ediliyorlar. Akabinde çareyi kentlere göç etmekte buluyor, orada baş göstermekte olan sanayileşmenin ivme kazanmak için ihtiyaç duyduğu işgücünü teşkil etmek durumunda kalıyorlar.

Yüzbinlerce mülksüzün kırdan kente göç ettiği bu oldukça sert geçişi yumuşatmak için icat edilen mimari mekanizmaların başındaysa parklar gelir. Dahası, çitleme yöntemi burada da devreye girer; kendini artan yapılaşmanın ortasında bulan bir takım yeşil alanlar çitlerle çevrilerek parklaştırılırlar. Kırdan kente geçişte tampon görevi verilen mekanizmanın “kentteki kırsal” olarak nitelendirilebilecek park olgusu olması yalnızca tarihin bir cilvesinden ibaret değildir elbette. Böylece kırsaldaki müştereklerin yitiminin yarattığı yoksunluk en azından sembolik olarak hafifletilirken, kentteki özel mülkiyet olgusuna da bir nevi meşruiyet ve hatta ivme kazandırılır. Zira yakınında park olan yerlerdeki gayrimenkul fiyatları şişirilebildiği gibi, emekçi sınıfların az sayıdaki boş vakitlerini buralarda geçirmeleri sağlanarak da hem aylaklık ve çalışma arasındaki ayrım keskinleştirilebilecek hem de fabrikada çalışırken zaten gözetim altında olan söz konusu sınıfların dinlence sırasında da gözetlenmesi mümkün olabilecektir. Dahası, emekçiler parkların civarında yaşayan üst sınıfların hayatlarına kısa ve uzaktan da olsa tanıklık ettirilerek özendirilecek ve böylece mülkiyet temelli bir toplumsal-ekonomik sistemin basamaklarını tırmanabilme hayalini içselleştirmeleri de sağlanabilecektir. Kısacası, park, “yapılı” çevrenin ortasında kalan “doğal” bir vahanın korunarak “kamusal” kullanıma açıldığı bir alan gibi gözükse de, aslında o da en az etrafındaki yapılaşma kadar toplumsal disiplin, piyasa, gözetim ve mülksüzleştirme temelli özel mülkiyet gibi yapay ya da “kültürel” mekanizmaların bir parçasıdır.

İşte, kent mekanlarını mesken tutan kaykayın da, böylece özetlemeye çalıştığım süreçleri geriletmek amacıyla girişilen mütevazı karşı-saldırı pratikleri arasında olduğu söylenebilir. Aylaklıkla üretkenliğin, dinlenceyle düzenli çalışmanın iç içe geçtiği sokak kaykayı, bu açıdan Benjamin’in flaneur’ünden Durumcular’ın dérive’ine uzanan hattın bir devamı olarak da nitelendirilebilir. Zira bu kavramlara konu olan pratikler gibi sokak kaykayı da, kent mekanını öngörülemeyen biçimlerde yeniden üretirken, bunu modernitenin özel alanı meşru kılmak üzere ona zıt olarak kurguladığı bir “kamusal” alanı olumlayarak değil, tam da bu çeşit bir simbiyotik karşıtlığa itiraz ederek yapar. Bunu yaparken de, parkların sahte doğallığını alaşağı edercesine, çevrenin yapılılığı ve doğallığı arasındaki ayrımın varoluşsal olmaktan ziyade ilişkisel olduğunu vurguladığı söylenebilir. İddiama somutluk kazandırabilmek adına yine İngiltere’nin başkenti Londra’da yer alan ve Southbank olarak anılan bölgeden bir dizi örneğe başvurayım. Southbank’te bugün, tiyatro, konser salonu ve sanat galerisi gibi bir dizi kültür kurumuna ev sahipliği yapmak üzere 1950 ve 60’larda inşa edilen binalar yer alıyor. Bu binalar arasında yer alan Queen Elizabeth Hall, Purcell Room ile Hayward Gallery’den oluşan üçlü kültür kompleksi, betonun damga vurduğu Brütalist mimarileri ile biliniyor. Üçlünün inşası sırasında, projede çalışan bir grup genç mimar (ki aralarından bazıları birkaç yıl sonra ünlü mimarlık kolektifi Archigram’ı kuracaklardır) kompleksin alt katında yer alacak ve zaman içinde Undercroft adıyla anılmaya başlanacak boş alanı değerlendirmekle görevlendiriliyor. Genç mimarlar buraya işlevini ilk bakışta ele vermeyen bir dizi eğim, basamak ve düzlemden oluşan beton bir “peyzaj” inşa ediyorlar. 1980’lere doğru Southbank türlü nedenden dolayı gözden düşünce kentin “öteki”lerine ev sahipliği yapmaya başlıyor. İşte bu “öteki”ler arasında kaykaycılar da yer alıyor ve özellikle de Undercroft’u mesken tutuyorlar. Tam da bu noktada, Sinan’ın da geçen ay belirttiği gibi, kaykayın kökenlerinin bir doğa sporu olan sörfe dayandığını hatırlamak gerekiyor. Kentteki en yapay gözükebilecek mekanlardan birinde, Undercroft’un beton “dalga”larında “sörf” yapan sokak kaykaycıları, böylece bir yandan kamusal-özel simbiyozunun tezahürü parkların unutturmaya çalıştığı bir kentsel müşterekliği diriltirken, diğer yandan da yeşilliğin doğallık için yeterli olmayabileceğini, görünürde “yapay” olanın imkan tanıdığı bedensel ilişkiler üzerinden bir anda “doğal”laşabildiğini ispatlıyorlar.

Ancak özel-kamusal simbiyozunun ve görünürde doğalken içinde yer aldığı modern ilişki ağları anlamında son derece yapay olan tipolojinin timsali parkların hayaleti bugün yine Southbank civarında hortlamaya devam ediyor. Ve parkın bu kez köprü suretine bürünmüş olanıyla, Garden Bridge (Bahçe Köprü) adlı bir projeyle karşı karşıyayız. Ünlü tasarımcı Thomas Heartherwick imzası taşıyan projenin kağıt üstündeki amacı Londra’nın “kamusal”lığı yüksek iki bölgesinin -kentin içinden geçen Thames Nehri’nin güney kıyısındaki kültürel merkez Southbank ile kuzeyine düşen tarihi merkezin- arasındaki kopukluğu bir yaya köprüsü aracılığıyla giderirken aynı zamanda kentin yeşil alanlarına da bir yenisini eklemek. Köprünün kamusallığına dair vurgunun, masraflarının 60 milyon sterlinlik bir bölümünün halkın vergileriyle karşılanmasının otoritelerce onaylanmasında büyük rol oynadığı açık. Ancak yakında inşasına başlanması planlanan projeye dair basına sızan birtakım belgelere bakılırsa sayısı yedi kişiyi aşan grupların köprüyü kullanabilmesi, köprüyle aynı adı taşıyacak vakfın iznine tabi olacak. Yani hem kamusallık hem de çevrecilik kisvesiyle inşa edilecek köprü, esasında turizm ve emlak piyasası gibi özel menfaatlerin hizmetindeki bir yapı olacak. Nitekim bu da bizi ekoloji meselesine getiriyor. Kentleşme konusunda yapılan yanlışların başlıca müsebbibleri arasında bulunduğu ekolojik krizlerimizden çıkış hiç şüphesiz ki Garden Bridge’ler aracılığıyla kağıt üstünde yeşil olan alanların sayısını artırarak değil, bu krizlerin altında yatan mülksüzleştirme, disiplin ve gözetim gibi toplumsal-ekonomik birtakım meseleleri de derinlemesine ele alarak mümkün olabilecek. İşte, sokak kaykayını da, “özel” alanın simbiyotik zıttı “kamusal”ı var eden bir olgu olarak görmektense bizleri bu meseleler üzerine düşünmeye sevk eden kentin “öteki”lerinin mütevazı gündelik pratikleri arasında düşünmeliyiz derim. Kim bilir, bu pratiklere çanak tutan türlü yapılı çevrenin -örneğin baştan ayağa beton olan Undercroft’un- da aslında ne kadar “doğal” olduğu o vakit anlaşılacaktır.

*Bu yazı, 23 Eylül 2016 günü başlayan gözaltıları 26 Eylül itibariyle halen herhangi bir gerekçe bildirilmeksizin ve avukatlarıyla görüştürülmeksizin devam etmekte olan Sakarya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim görevlisi Senem Doyduk ile aynı üniversitede araştırma görevlisi olan Emre Demirtaş’a ve kendilerine destek amacıyla tutuldukları Polis Merkezi’ne gittiği sırada tutuklanan Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi araştırma görevlisi Serhat Ulubay’a adanmıştır.

Etiketler:

İlgili İçerikler: