Kırsalda Üretken Yaşam

EMİR DRAHŞAN EZGİ TEZCAN

Üretim odaklı kırsal yaşamı gündelik hayatın bir parçası haline getirmek üzere geliştirdiği Ekoköy modelini ve Kandıra kırsalında kurduğu yerleşimi, mimarı Emir Drahşan ile konuştuk.

Ezgi Tezcan: Narköy’ün ardından ikinci ekoköy projenizi gerçekleştirdiniz ve burası esasen kendiniz için kurduğunuz bir yerleşim. Ekoköy’ü kurma düşüncesi nasıl ortaya çıktı?
Emir Drahşan: Narköy projesi ilginç bir projeydi çünkü şehir insanına tarımsal üretimi, doğal tarımı deneyimleme fırsatı yaratıyor ve aynı anda hem üretim hem tüketim tarafında bulunuyorsunuz. Biz de bu projede sadece mimari ekip olarak yer almakla kalmadık projenin her safhasında bulunduk, yatırımcıyla beraber fikir geliştirdik. Tasarımı da elimiz toprağa değecek şekilde yerinde gerçekleştirdik. Bu süreçte de tarım, üretim, toprak, hayvancılık, kırsal kalkınma, sosyal sorumluluk gibi konularda çok şey öğrendik. O sıralar ben de Paris’teydim, orada organik ve biyodinamik tarım konuları biliniyor ve tartışılıyordu. Narköy projesi kapsamında da Kandıra kırsalını çalıştık ama daha birçok yerle ilgili Tarım ve Orman Bakanlığı, İl Tarım ve Orman Müdürlükleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve kırsal kalkınma üzerine çalışan sivil toplum kuruluşlarıyla temasımız oldu. Zaten mümkün olduğunca organik ürünler tüketmeye çalışıyorduk fakat işin içine bilfiil girdiğimiz zaman felaketin boyutlarını birebir, yerinde görmüş olduk ve korktuk. Her şeyden önce kendim, ailem ve çevrem adına korktum ve bir adım atmaya karar verdim.

Yerleşimdeki konutlardan biri ve Kandıra kırsalına bakış
Konteynerlerle tasarlanan misafir evleri
Hafif çelik strüktüre sahip konutlardan biri
Konteynerlerle tasarlanan misafir evleri
Ahşap strüktüre sahip ortak alan

ET: Sizi korkutan neydi tam olarak?
ED: Günümüzde özellikle hava kirliliğinin insan ve gezegen sağlığı üzerindeki etkilerini küçük ölçekte bile gözlemleyebiliyoruz. Kronik hastalıkların ve kanser vakalarının çoğalmasından tutun iklim değişikliğini, selleri, hortumları gündelik hayatımızda hissedebiliyoruz ve aslında tüm bunları kırsalda daha net görebiliyorsunuz çünkü şehir çok yalıtılmış bir ortam. Isı adaları var, hayat kapalı mekanlarda geçiyor. Dolayısıyla şehir, zaten kaybedilmiş bir alan. Bundan kaçmak için kırsala gidiyorsunuz ama şehirdeki düşünce yapınızla, sahip olduğunuz o bagajla gittiğiniz için konfor beklentilerini de oraya taşıyorsunuz. Kırsala yerleşmek, tek başınıza ya da birkaç arkadaşınızla bir araya gelip bir arsa alarak etrafına dikenli tel çekmek ve villa yapmak demek. Şehir insanının kırsalla bu şekilde şizofrenik bir ilişkisi var: şehre geliyor kırsalı arıyor, kırsala gidiyor şehri arıyor. Nerede olduğunu ya da ikisinin neler getirdiğini tam olarak anlayabilmiş değil. Bu sefer kırsal bozulmaya başlıyor ve bu daha da tehlikeli, çünkü zaten şehirleri bitirdik, sıra kırsala geliyor.

Öte yandan kırsalda yaşayanların kırsalla olan alakaları, şehirlininkinden çok farklı çünkü her şeyden önce kırsal onların geçim kaynağı, yaşam amacı. Fakat Narköy sürecindeki temaslarımızda fark ettik ki Monsanto, Bayer, Syngenta gibi firmalar Ziraat Odaları ile Tarım ve Orman Bakanlığı üzerinden kırsalı tamamıyla ele geçirme operasyonları yapmış durumda. Siz aslında köy yumurtası alıyorum dediğinizde tavukların hangi yemle beslendiğini, süt alıyorum dediğinizde ineğin beslendiği süt yemlerinin içinde neler olduğunu bilmiyorsunuz. Köylerde iki ineği olanlar dahi süt yemi kullanmaya başlamış durumda. Bu yemler Amerika ve Hollanda gibi GDO’lu üretim yapan ülkelerden ithal ediliyor ve GDO’lu mısır ve soya ile daha çok ürün vermesini sağlayan protein bazlı içeriklerden meydana geliyor. Sebze ve meyveler için de aynı durum geçerli: Tohumları melez, çok ağır kimyasal içeren ilaç ve gübreler kullanılıyor. Siz köy domatesi diye alıyorsunuz ama o artık köyden başka her şey. Bunun insan sağlığına doğrudan olumsuz etkisi var.

Bunlara mahkum olmak zorunda değiliz ama kendi üretiminizi yapmak, ciddi anlamda tarım ve hayvancılık yapmak demek. Ama şehirden de kopamıyoruz. O zaman şunu sorduk: Nasıl bir model geliştirelim ki şehirde şehri, kırsalda kırsalı yaşayalım? Bu sayede kırsal sadece bir kaçış değil, hayatımızın bir parçasını sürdürdüğümüz bir alan olsun. Kendi yiyeceğimizi yetiştirdiğimiz, üretim yapabildiğimiz ve aynı zamanda çalışma hayatımızın bir kısmını da taşıyabileceğimiz bir yer kurmak istedik esasen. Şimdi şehirde nasıl bir savaş veriyorsak kırsalda da benzer bir savaş veriyoruz ama bu tamamen sağlıklı ve daha iyi yaşam adına; üretim esaslı bir model oluşturmaya çalışıyoruz. Günümüz iletişim teknolojileri sayesinde de artık nerede çalıştığınızın mekansal olarak bir anlamı da kalmamaya başladı. İnsanlar giderek daha fazla hareket ediyor ve bundan otuz yıl sonra, bugün inşa edilen devasa, ölçeğini şaşırmış ofis binalarını ne yapacağımızı düşünmeye başlayacağız.

Bugün Türkiye’nin ekonomik ve politik anlamda dengesiz bir durumda olduğunu biliyoruz, birebir yaşıyoruz ama bu aslında bütün dünya için de geçerli. Küresel bir kriz içindeyiz ve gezegende insanı geleceğe taşıyabilecek, herkese sağlıklı bir yaşam sunabilecek kaynaklarımız yok. Dolayısıyla bu proje, kırsalda kendi kendine yetebilme hayalinin, var olan kaynakları kendi ölçeğimizde nasıl daha iyi kullanabiliriz şeklindeki sorgulamaların bir sonucu.

ET: Yer seçiminde ne etkili oldu, Kandıra’da olmasının özel bir sebebi var mı?
ED: Fikir gibi yer seçimi de Narköy’ün etkisiyle oldu. Orada çalışırken bölgeyi çok sevdik çünkü İstanbul’a çok yakın ama öte yandan İstanbul’dan çok farklı. Karadeniz’in doğası çok güzel; farklı endemik bitkiler, şifalı otlar, mantarlar var. Üstelik plajları da çok güzel.

Araziyi annemle birlikte üç yıl boyunca aradık ve bundan beş yıl önce de bulmayı başardık. Aslında yaklaşık üç dönümlük bir arazi ararken yirmi dönümlük bir arazi bulduk. Güneye eğimli olup kuzey rüzgarlarına karşı korunaklı olması, toprağın kalitesi, organik tarım yapacağımız için etrafının mümkün olduğunca ormanlık olması, denize mesafesi önemliydi ve Narköy’e de yakın olmak istiyorduk. Nihayetinde Kurtyeri köyündeki araziyi aldık ve üç yıl kadar hiçbir şey yapmadık, sadece hayal kurduk. Araziyle konuştum bir anlamda, çünkü doğa bir şekilde söylüyor; rüzgar, suyun hareketi, bitkiler, hayvanlar arazinin ne istediğini işaret ediyor.

Öte yandan iyi yiyecek, temiz hava çok önemli ama iyi bir yaşam için iyi ve kaliteli bir sosyal çevre de şart. Böylece arkadaşlarıma, sevdiklerime bu projeden bahsettim ve sadece hikayeye ikna olanlar çıktı, dediler ki “tamam, biz bu işe yatırım yapmaya hazırız” ve böylece başladık; şu an yedi paydaşız.

Limon ve portakal ağaçlarının bulunduğu sera
Sera ve ortak alanın gece görüntüsü
Konut ve kendine ait serası
Büyük sera
Sebze bahçesi ve güneş panelleri
Seralar ve ortak alanın genel görüntüsü
Yerleşimin havadan görüntüsü

ET: Tasarım süreci nasıl ilerledi, kararlar tüm paydaşların katılımıyla mı alındı?
ED: Esasen mimar olarak kontrol bendeydi. Normalde süreç mimar, müteahhit ve işveren arasındaki üçlü ilişkiye dayanır ve bu ilişki ne kadar iyiyse proje de o kadar sağlıklı yürür. Türkiye’deki yeni durumda ise özellikle de şehirlerde, bir geliştirici sürece dahil olmaya başladı ve bu geliştirici, hem işi geliştiren hem yatırımı ayarlayan hem de inşaatı gerçekleştiren kişi. Büyük inşaat firmaları artık hep bu düzende çalışıyor. Mimarsa bu sürece ancak dışarıdan ekleniyor ve zavallı bir konuma düşüyor. Bu projede ise durum farklı. Mimar, bir hayalin peşinden koşan kişi olarak geliştirme ve inşa etme gücünü elinde toplayan kişi oldu. Böyle bir güce sahip olmanın genel anlamıyla mimarın rolü ve yapılı çevrenin kalitesi açısından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi kendi zorluklarını da beraberinde getirdi. Bugün bu görevlerin kesinlikle bir kişide toplanmaması gerektiğini ama birbirinin dilinden anlayan ve herkesin eşit katılım gücüne sahip olduğu bir ekibin işi olduğunu düşünüyorum.

Tasarım sürecinde ev sahipleriyle teker teker görüşüldü, eşlerin ve çocukların istekleri dikkate alındı; arazinin neresine yerleşilecek, evin manzarası nasıl olsun, kimin evi kime yakın olsun gibi kararlar bu görüşmeler neticesinde birlikte alındı. Tıpkı bir köyün adım adım kurulması gibi, o süreci biraz hızlandırarak paydaşlarımızla birlikte oluşturduk.

ET: Peki bu kararlar doğrultusunda araziye nasıl yerleşildi, ortak yaşam ve bu yaşamın sürekliliğini, konutları nasıl kurguladınız?
ED: Her paydaşın kendine ait küçük bir evi var. İki küçük misafir evi ve beraber vakit geçirebileceğimiz ortak bir alanımız var. Kümes ve ahırımızda iki yüz elli tavuğumuz ve üç ineğimiz var, biri de hamile. Bunun yanı sıra sekiz yüze yakın meyve fidanı diktik, sebze bahçemiz ve toplam 350 m2 alana sahip seralar da var. Seraların birinde limon ve portakal ağaçlarımız bile var, normalde bu iklimde yetişmezler ama serada büyüyorlar. Burada vakit geçirmek de oldukça keyifli.

Köyden bir aile bizimle beraber sürekli orada yaşıyor ve biz yokken tarım ve hayvancılık faaliyetlerini sürdürüyor; hayvanlara yem veriyor, yumurtaları topluyor ve sebzelerin düzenli bakımını üstleniyorlar. Buradaki tarım ve hayvancılık ile bakım maliyetlerini belli bir miktar aidat ödeyerek paylaşıyoruz ve buradan çıkan yumurtaları, sütü, tereyağını ve sebzeleri tüketiyoruz. Fazla olan ürünleri de satarak köyün masraflarını hafifletmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla şu anda bu aidatın neredeyse yarısı besin olarak geri dönüyor. Amacımız buradaki üretimi artırıp hem kendi besinlerimizi hem de hayvanların yemlerini buradan sağlamak. Meyve fidanlarımız henüz çok küçük, üç beş sene içinde verim almaya başlayacağız.

Yapıların konumları araziye göre, hiçbir ağaca değmeden, taşları yerinden oynatmadan ve doğal eğime müdahale etmeden mümkün olduğunca mevcut durumu koruyarak belirlendi. Projenin kalbini üretim alanları oluşturuyor ve hayat bu üretim alanlarının etrafında dönüyor. Girişte, bize yardımcı olan ailenin evi bulunuyor. Ardından da depo, kümes ve ahır geliyor. Bunlar da sundurmalarla birbirine bağlanıyor ve böylece hava koşulları nasıl olursa olsun işler tamamlanabiliyor. Arazide 40 metrelik kot farkı var. Girişten aşağı doğru indikçe de meyve fidanları ve sebze bahçeleri bulunuyor. Yağmur suyu topladığımız gölet de en alt kotta yer alıyor ve önce suyu yukarı basıyoruz, ardından su kendi cazibesiyle aşağı doğru akarken sulama ve günlük kullanım ihtiyacımızı karşılıyoruz. Bütün bu yapı ve sistemlerin tasarımını ise tümüyle yerinde, iplerle projeyi yerinde çizerek yaptık. Yapıları da pabuç temeller üzerine prefabrik olarak inşa ettik. Hiçbir yapı yere dokunmuyor. Karadeniz’in iklim koşullarında mecburen böyle oluyor zaten. Böylece evin altı havalanıyor ve rutubet tamamıyla kesiliyor.

ET: Konteynerler mi kullanıldı yoksa farklı malzemelere de yer verdiniz mi? Yapılar hangi malzeme ve sistemlerle üretildi?
ED: İki misafir evini 7x3 metre ölçülerindeki konteynerlerle kurguladık. Annemin evi ise 11x3 metre ölçülere sahip. Bunlar fabrikada üretildi ve arazide yerine oturtuldu. Diğer evler hafif çelik strüktüre sahip. Fabrikada üretilen hafif çelik elemanları araziye taşıdık ve burada birleştirdik. Ortak alansa ahşap bir yapı olarak kurgulandı. İki evin de kendi özel seraları var. Evlerin tasarım dili çok daha mimari görünürken kümesi ve ahırı buradaki yerel zanaatkarlarla yaparak en sade ve basit şekilde çözdük.

Duvarlarda Strawpanel dediğimiz bir izolasyon panel sistemi kullandık. Kalın saman balyaları yüksek basınç ve ısıyla sıkıştırılarak 4-6 cm kalınlığında panellere dönüştürülüyorlar. Enleri 120 cm sabit boyda ise serbest ölçü oluyorlar. Nefes alan ekolojik bir malzeme. Bunun üzerine de 2-3 cm kalınlığında Styronit ekolojik horasan sıvası yaptık. Sıvanın üzerine de yağlı kireç sürdük. Böylece izolasyon değerlerini yükseltirken nefes alan duvarlar elde ettik.

ET: Yaşam döngüsünü sürdürmek için, tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yanı sıra gerekli enerjiyi nasıl sağlıyorsunuz?
ED: Elektrik enerjisini güneş panellerinden ve rüzgar tribününden sağlıyoruz. Evlerde sıcak suyu ise katı yakıt sobasıyla elde ediyoruz. Bu sobalar hem kaloriferleri ısıtıyor hem de sıcak su kullanımına cevap veriyor. Kendim için tasarladığım evde tek bir sobayla ısınıyoruz örneğin. Yapının içinde farklı kotlar var ve tümüyle kara düzenle çalışıyor: Sıcak hava yükseldikçe kotların zeminini ısıtıyor, soba borusu da yukarı çıkarken su haznesinin içinden geçerek suyun ısınmasını sağlıyor. Diğer evlerde soğutma için pervaneler yer alıyor ama burada tümüyle ısınan havanın yükselmesi ilkesine dayalı olarak en üst kotta açılan pencere ile doğal havalandırma sağlıyoruz.

ET: Doğal yaşamın giderek zedelendiğinden, köylerde doğal ürünler bulmanın zorlaştığından bahsettiniz. Serada ve bahçede kullandığınız tohumları nereden temin ettiniz?
ED: Tohumların bir kısmı Narköy’den geldi, bir kısmını da ben Fransa’daki organik tohum birliği olan Kokopelli’den aldım. Burada tarıma başlayalı yaklaşık bir buçuk yıl oldu ve bu zamana kadar bazı ürünlerden çok verim aldık. Şu anda yavaş yavaş kendi tohum bankamızı oluşturmaya başladık. Öte yandan kendi gübremizi de elde ediyoruz. Hayvan yemini de burada üretiyoruz fakat eğer dışarıdan almamız gerekirse GDO’suz mısır ve arpa alıp karıştırıyoruz ya da pazar kurulduğunda oradan artıkları topluyoruz. Amacımız her şeyi bu yerleşimin sınırları içinde çözmek ve tümüyle kendine yetecek bir düzen kurabilmek.

Etiketler:

İlgili İçerikler: