Koolhaas’ın Esasları

HÜLYA ERTAŞ

14. Venedik Mimarlık Bienali, etkinliğin küratörlüğü Rem Koolhaas’a verildiği günden bugüne herkesin dilinde. Bienal öncesinde Ayça İnce, Mert Eyiler, Gökhan Karakuş ve Sait Ali Köknar’ın katılımıyla gerçekleştirdiğimiz yuvarlak masa toplantısında hem küratörün niyetlerini okumaya çalıştık hem de Türkiye bağlamında kendi mimarlığımızın esaslarını aramaya koyulduk.

HE
HE


Ben aslında Rem Koolhaas’ın Venedik Mimarlık Bienali için ortaya attığı temayı ve küratoryel metnini Türkiye bağlamında konuşalım istiyorum. Bu dosyayı bienalin kendisinden önce yapmamızın nedeni o metnin bienalde henüz temsil edilmemiş olması, yani halen saf ve temiz olması. Koolhaas yüzyıl öncesine, modern küreselleşmenin başladığı 1. Dünya Savaşı dönemine yani 1914’e yeniden bakmayı öneriyor, öte yandan herkesin kentlerden konuştuğu bugünlerde kıra tekrar bakmayı öneriyor. "Türkiye mimarlığı nedir, var mıdır?" gibi çok büyük sorularla başlamayalım da mesela daha baş edilebilir taraflardan bakalım konuya. Bienalin başlığı Fundamentals, yani Esaslar. Mimarlığın esasları dendiğinde ne geliyor aklınıza?

ME
ME


Koolhaas bienalin mimarlar değil, mimarlıklar ile ilgili olacağını belirtiyor ama mimarlıklar zaten bir tür endüstri olmaya doğru gidiyor. Soruyu biraz çoğaltmak için bir endüstri haline dönüşen mimarlık ve tetikleyicisi olan yapı endüstrisi üzerinden gireceğim söze. Mimarlığı bir endüstri kılmaya çalışanlardan biri de bence Koolhaas. Kırdan şehre bakmayı da bir tür günah çıkarma olarak okuyorum zaten. Ehliyeti masada bırakan mimar-lık-lar; vizyon tartışmaya başladığında heterotopiden sıyrılıp, mimarlık konuşmaya başlayabileceğiz. Koolhaas bienalin kendisinin de bu tartışmaların hazırlayıcısı olduğunun farkında bence.

Fotoğraflar: Emre Kapçak
Ayça İnce
Gökhan Karakuş
Sait Ali Köknar
Mert Eyiler


Koolhaas verdiği bir röportajda quasi vernacular, yani kısmi yerelleşmeden söz ediyor. Hollanda o kadar modernist görünmesine ve milli motiflere sahip mimarlık çizgisine uzak bir ülke olmasına rağmen eski, kırsal, Hollanda tipi cephelerin yapıldığı Zaandam’daki bir site üzerinden bu kavramı anlatıyor. Ve insanların talepleri üzerinden yaratılan "yaşam tarzlarının" yeni mimarlığı kıldığını söylüyor. Bu bizim çokça konuştuğumuz Osmanlı tipi binalar üzerinden ya da geçenlerde gazete ilanından gördüğüm İstanbul Anadolu Yakası’na planlanan Brooklyn Sitesi üzerinden okunabilir. Modernitenin bizi getirdiği noktada benim sosyolog olarak söyleyebileceğim şey, hala o kıyafetin neden üzerimize oturamadığıyla ilgili olabilir.

GK
GK


Koolhaas’ın kendi gidişatına da bakmak lazım. Kendi ofisinin şu anda gittiği noktayı ve kendi kimliğini çevreleyen stratejik yaklaşımlarını göz ardı etmemek lazım. Özellikle şu anda çok düz bir mimarlık yapmaya başladı nedense, bunu yaparken de mimarlık çevrelerinde bir tepki oldu.

SAK
SAK


Fundamentals, bana foundation’ı (temel) çağrıştırıyor, yani üst yapıyı taşıyan alttaki kısmı. Esaslar olarak çevirmek fena değil, geri kalan her şeyi o esasların üzerine inşa edeceğimizi imliyor. Koolhaas şunu diyor herhalde: "Bu temelin üstüne inşa edilenlerden memnun değiliz, başlangıcına geri bakalım orada belki günümüze daha yakışan bir şey buluruz". Çünkü dünya tarihinde hiç yapılmadığı kadar çok yapının yapıldığı bir dönemdeyiz. Rem Koolhaas son on yılını kapsayan bir kitap yapsa S, M, L’ı atıp sadece XL olarak yayınlayabilir ancak. XL 2 diye bir kitap çıkarabilir belki ya da XXL. 250 bin metrekare küçük olarak algılanmaya başladı, Moğolistan’da, Arabistan Yarım Adası’nda vs artık kocaman şehirler kuruluyor. Aynı şekilde Hollanda’da da benzer şekilde kentler kuruluyor, katılımcı olarak yapıldıklarını söylüyorlar ama sonuçta kırsalda yepyeni bir kasaba yaratıyorlar. Bu durumlardan bir memnuniyetsizlik varmış gibi algılıyorum ben. Temele gidip onun ne olduğuna, iki dünya savaşı arasındaki konuşulanlara bakmak istiyor olabilir. Hatta belki iki dünya savaşı arasından daha evvele de gidelim diyor olabilir.

HE
HE


1914’ü modern küreselleşmenin başlangıcı olarak alıyor.

SAK
SAK


Esaslar deyince o hep kullanılan, ikonik imaj aklıma geliyor. İki tane ağaç gövdesi atıp çatkı oluşturuyor da ev başlıyor ya o kadar temele inilebilir gibi geliyor. En azından bienalde insanlık tarihinin derinliğine inen bir esaslar arayışı göreceğimizi tahmin ediyorum.

HE
HE


Bir yandan da esasları yapı öğelerine indirgiyor.

SAK
SAK


Onu yapıyor zaten. Kapı, pencere, duvar, örtü, çatı... Esaslar ile o en temel parçaları çağrıştırıyor, eleman olarak, kurallar dizgisi olarak ya da üzerinde anlaşılmış, evrensel, insanlığı daha iyiye götürecek kabuller olarak. Biz de geri dönüp bakacak olursak o iki dünya savaşı arasında neydi modernizm? Yıkılan bir uygarlık var, onu yeniden inşa etmek gerekiyor ve çok ciddi şekilde konut ihtiyacı var.

GK
GK


Bu tamamen Batı’nın hikayesi.

SAK
SAK


Evet, belki biraz Japonya’yı da içerebilir. İlk Dünya Savaşı’nda yara almış ülkelerde modernizm tam yer tutuyor, oysa marjinal bir fikir gibi yok olup gidebilirdi de. Modernizm minimal formlar, çok az geometri demek; yani ucuz, sanayi tarafından üretilebilir demek. Az ve şık formlarla endüstrinin kolaylıkla üretip, çoğaltıp, seri üretim yapabileceği, banda sokabileceği bir mimarlık bu. Öte yandan bence çok yaman bir çelişki de var, kimseyi yargılamak için değil de tarih enteresan olduğu için bu çelişkiyi dile getirmek istiyorum. İki dünya savaşı arasındaki Mies van der Rohe, Le Corbusier gibi fikir babalarının hemen hemen tamamı Komünist Parti üyesi, sosyal hareketlerin bir parçası. Sonra onların 1950’lerde Amerika’ya göç etmesiyle birlikte sermayenin mimarisini inşa etmeye başlamaları, o dilin sosyal devletin değil, sermaye odaklı bir devletin mimarisine dönüşmesi de çok ilginç, tarihin cilvesi. Cam gökdelenin şeffaf ve içindekileri açık eden, bürokrasiyi yok eden, herkese eşit mekanlar vadeden bir kavrayış olarak Mies van der Rohe tarafından ilk kez bir sergide sunulması, zamanla onun SOM vasıtasıyla tüm dünyaya yayılması ironik. Öyle ki en sonunda Jacques Tati, Oyun Zamanı adlı filminde cam gökdeleni sermaye tarafından tektipleştirici bir öğe olarak ele alır. Bu tip dönüşmelerle ilgili Rem Koolhaas’ın da rahatsızlığı olabilir ya da yaptığı şeyden memnun olmayabilir.


Belki modernitenin çıkışına sebep olan o masum ve ihtiyaçtan doğan nüveyi hatırlatmak istiyordur. Aslında bütün bu hikayenin niye başladığını göstermek ve ardından da o dönüşümün eleştirisini koymak istiyordur.

GK
GK


Sait Ali’nin ortaya koyduğu bu pozitif bakış açısına biraz daha eleştirel yaklaşıyorum. Koolhaas ve nesli 1970’lerde iyi bir avangart tavırla başladılar. Zaha Hadid ve Bernard Tschumi gibi mimarlarla birlikte Koolhaas da AA’den idealist, ütopik hedefleriyle yola çıkarak 1970’ler ve 80’ler boyunca tasarladıkları yapıları inşa ettiremediler. 1990’larda işleri patlayınca ve yıldız olunca kendilerini Mert’in anlattığı sistemin içinde buldular. Ve yönetimsel olarak ofisler büyüdü, projeler ölçek olarak büyüdü. Önceleri çok sayıda Batılı mimarın olmadığı ağırlıklı olarak Çin, belki Güney Amerika gibi bölgelere girmeye başladı Koolhaas. Böyle olunca kendilerini "starchitect" (yıldız mimar) denen bir sistemin içinde buldular. Hatta o sistemi kendileri yarattılar, sonra da kendilerini içinde buldular. Doğrudan geç tüketim kapitalizmin bir piyonu olmaya başladılar, tabi ki arada sırada kamuya yönelik birtakım işler de yapılıyordu. Ama o yıldız sistemi şu anda tamamen o mimarları yuttu. Onlara çok fazla tatmin vermedi; para pul, dergi kapakları, bienallerin küratörlüğünü vs verdi ama 1970’lerdeki yola çıkış nedenlerini ve idealizmlerini silip süpürdü. Gayrimenkul sektörünün, yapı malzemeleri üreticilerinin ve mimarinin içinde bulunduğu üçgenden söz edebilirsek şu anda o alanda tamamen markaların tüketici deneyimleri üzerine kurulu bir hakimiyet var. Bu gelinen durumda Koolhaas’tan ve neslinden hata yaptıklarını kabul etmelerini bekleyemeyiz ama vardığımız noktanın bizi bir yere götüremeyeceğini fark ettikleri aşikar. O nedenle de esaslara geri dönmek istiyor olabilir. Ve bunu sürekli görüyoruz, 1700’lerden başlayıp kriz dönemlerinde mimarlar sürekli geçmişe bakmışlar. Bu bir gelenek. Özellikle batı endeksli modernizm kendini yenilemek için sürekli temellere bakmış, batı olmayan ülkelere gidip onlardaki öğeleri incelemiş ve ruhunu tazelemiş.


Bu ulusal pavyonlarda kimlerin neyi sergileyeceği de ilginç. Teknik olarak baktığımda Rem Koolhaas neredeyse bir küratör gibi çalışıyor. Bütün röportajlarında öne çıkan şey zaman açısından avantaj kullandığı, çalışmaya normalden çok daha erken başladığı. OMA’ya da sırtını dayandırarak bir araştırmacı gibi proje tanımı yazıp ülke pavyonlarının küratörleriyle yakın temasta çalışıyor. Hazır eline böyle bir şans geçmişken herkesin bir dökülmesini istiyor. Mesele herkes döküldükten sonra, Koolhaas’ın onlar üzerinden nasıl bir okuma yapacağı ve buradan nasıl bir sonuç çıkaracağı. Sonuçlardan biri "Bugün kendimizi çok tekrarlıyoruz, oysa işin özü şuydu" şeklinde olabilir, bir diğeri de bir nevi yine Batı yüceltmesi olabilir. Bu noktada sorunlu bir durum var. Klasik Anglosakson ya da Batı dışı birçok ülkenin pavyon açtığı bir sene görülecek Venedik’te. Oysa Koolhaas bu olabildiğince çeşitlilik içerisinde "esaslar"ı belirleyerek ve bunu ülke pavyonlarından talep ederek, yani o standardı baştan koyarak modern bir tavır takınıyor. Mesela ana pavyonda mimarinin elementlerini sergileyeceğini belirtiyor ve sadece bir kısmın merdivenlerden oluşacağını söylüyor. Sanki pavyonlarda yapılan sergiler dışında da belli bir seçme yaparak bunları üst üste, yan yana bindirerek izleyicilere bir resim vermeye çalışacak. O resim iki türlü olabilir; farklılıkları ortaya çıkarmak ve altını çizmeye ya da mimarlık eleştirisi yaparak o tekrarı üretmeye ve modernite eleştirisi yapmaya gidebilir.

SAK
SAK


Rem Koolhaas’ın küratör olması doğrudan kendi yapma şeklini de bienale empoze ediyor. O da araştırma temelli. Content dergisindeki gibi kıymetli görmediğin her şeyin bir araya getirilerek konuyla ilişkin bütün her şeyin derlendiği ve o bilgi arasından bir anlatı oluşturulmaya çalışıldığı bir bienal bekliyoruz.

ME
ME


Biraz iyimser bakacak olursam, ulusal bir dil kurmak yerine "yerellik üzerinden söz üretelim" demek istediğini düşünüyorum aslında Koolhaas’ın. 1. Dünya Savaşı üzerinden 100 yıl geçti, o zamanları tekrar masaya yatırmayı zaten gerçekçi bulmuyorum. Bu bağlamda da bu tavrı bir modernist bir kavrayış olarak değil de, tam tersi muhafazakar bir tavır olarak değerlendirdiğimi de söylemeliyim. Eğer Koolhaas ciddi ise bu ulusal söyleminin ardından; OMA(Office for Metropolitan Architecture)’ya kardeş AMO (Architecture Media Organization)’ya karşıt Çin’de adı MAO olan bir yapılanmayı da örgütleyecektir o zaman. Modernitenin masaya yatırdığı ilk şeyin insan değil, endüstrinin kendisi olduğu söylemiyle en son Güney Amerika ziyaretimde yüzleştim. Ve bu yüzleşme hep insan odaklı davranan tavrı ile bildiğimiz batı Avrupa coğrafyası yerine, Buenos Aires’te gerçekleşti benim için. Ben Fundamentals’ı "öz" olarak çevireceğim. Benim için bu tartışmaların özünde hala insan var. Mimar, mimarlık, yer, coğrafya, ihtiyaçlar üzerinden korkarım Koolhaas fark etti ki artık tasarlanması gereken şey; ihtiyaç. İhtiyaç tasarlamak? Beni bu tartışmaların en çok korkutan tarafı da bu.
Koolhaas 70’lerinde. Ve bundan sonrası için de bir şeyler bulmak peşindeymiş gibi davranıyor. Yaptığı işler çok çok büyük bir ölçeğe ulaştı, XXL’larda. Bu yapıp etmeleri sırasında, özünü kaybettiğini düşünüyorum. Burada çekiştirdiği endüstrinin ve yarattığı mimar rolünün altında bir sürü şey yerle bir oldu. Birincisi şehir insanı yaratılmaya başlandı ki o insan Fordist bandın başındaydı, şimdi o insan kıra davet ediliyor. Üreten, sorgulayan, dönüştüren sınıf yerle bir edildi. Endüstri, düşünmese de olur dediği insan modelini yarattı. Yani kırdan aldığı insanı, Ege’deki tütün işçisini sadece madene çekiç sallamak üzere hiçbir şey sorgulamadan indiren sistemden söz ediyoruz. Bu bağlamda işte sınıf politikası açmazları ile karşı karşıyayız. Şu sıra kimlikler üzerinden politika üretmenin hiç zamanı değil sanırım. Özellikle Soma’da karşılaştığım şey tam da buydu; artık bir işçi sınıfından bahsedebilecek miyiz? Bilmiyorum. En son deneyimlediğim 1 Mayıs yürüyüşünde de zaten sosyal kurguyu çekiştiren pozisyonlar sendikalar, dayanışmalar yerine sadece forumlardı. Dolayısıyla Koolhaas’ın bu bienalde yine iyimser bir bakış ile toplumsal dertleri yeniden çağıracağını da düşünmek istiyorum.
Gelişmeyi bir motivasyon olarak masaya davet eden endüstri ile nasıl baş edeceğiz? Bu da şu sıralar peşinde olduğum bir soru. Türkiye coğrafyasında gelişimin temel paydaşı olan yapı endüstrisi ve işbirlikçisi olan mimarlık. Gelişmek, geliştirici olmak gibi bir motivasyon var. Yine Güney Amerika’da deneyimlediğim şey şu oldu ki: Gelişmek de ne ayol? Yaşamak, yaşamanın kendisinden daha değerli bir şey yok. Mimar olmak rolleri yerine, insan olmak yeterli sanırım.


Gelişmek derken kalkınmayı mı kastediyorsun?

SAK
SAK


Toplumu olduğu gibi kabul etmek değil de başka bir ideale doğru yönlendirmeye çalışmak.

ME
ME


Evet, bir idea var, ona doğru çekiştirmeyi kast ediyorum aslında. Bulunduğu durumu anlamak yerine, tam tersi bulunduğu durumu görmeyip onu ileri götürmeye çalışmak, ileri diye bir varsayımda bulunmak...

GK
GK


Ama o ileri hedefini kim koyuyor ve neye göre konumlandırıyor? Çünkü 1700’lerde modern hayatın kurulması, demokrasiye yönelik bir sosyal proje olarak başladı. Tabi ki o, zamanla kendisini kapitalist endüstri mekanizmasının içinde buldu ki ben burada Zygmunt Bauman’ın akışkan modernite (liquid modernity) kavramına değinmek isterim. Modernitenin bu hali duruma göre değişir, altı boştur. Şu anda ben de Rem Koolhaas’ı bir akışkan modernist olarak görüyorum. Modernizmi sorguluyor ama onun arkasındaki sosyal yapılanmaları vs tamamen es geçiyor. Olmayan bir arayış içinde mimarlığı, arkitektonik formları konuşmak güzel, ben de seviyorum ama şu anda bir kriz var. Kriz konusunda mimarların cevabı bana göre çok dar ve aslen Batı geleneklerinde son 200 yıl yaptığı hamlelerin benzeri, yani bu filmi gördük. Bu filmi yeniden görmenin ne faydası olur?

SAK
SAK


Esaslar ile belki "mimar kim için çalışır?", "mimar bir meslek insanı olarak ne zaman oluşmuştur?", "ne zaman toplumsal örgütlenmede ayrışıp mimar kimliğiyle dolaşmaya başlamıştır?" gibi soruların gündeme gelmesi amaçlanmıştır. Tarihe baktığınız zaman iki dünya savaşı arasının çok bariz bir eşik olduğunu görürsünüz. O zamana dek mimarlar erkin yani ya sermaye ya da hukuki güç biriktirmiş olanın yanında konumlanır. Bir anıt yapar, mesela konut yapmaz. Mimarın iki dünya savaşı arasında bütün entelektüeller arasında en heyecan verici pozisyona gelmesi, bayrak taşıyan konumuna gelmesi sosyal vakalarla yakın ilişkileriyle alakalı. Artık toplumun hizmetinde bir mimar olarak ortaya çıkıyor o dönemde. Ama dikkatli bakarsak yine de yapılanlar Josephine Baker’ın Evi gibi, çok da orta sınıfın bizzat mimar tutarak hayata geçirdiği işler değil. Sonra 100 yıl sonraya 2010’lara geldiğimizde yine ayrı konumda buluyoruz kendimizi. Mimar bugün yine asimetrik olarak güç ya da para biriktirmiş kişiler tarafından istihdam edilen, onların beklentisi doğrultusunda hareket eden bir kişi. Yıldız mimar da doğal olarak büyük projeleri meşrulaştıran, albenisini artıran kişi. Bunu Hollywood’la karşılaştırabiliriz; bir film iyi de olsa, kötü de olsa iyi bir yıldız oynarsa yeterince ses yapar. Risk almadan işi ilerletmek ve bundan kesin geri dönüş sağlamak piyasanın geleneklerinde var, bu mekanizmanın ihtiyaç duyduğu da bir yıldız mimar.

Mesela öte yandan Alejandro Aravena’nın Elemantal konut projesinin ardından birdenbire yıldız mimar gibi parlayıvermesi inanılır gibi değil. Dünya Bankası’ndaki tecrübelerinden yola çıkıp da inşaat için gerekli paranın tamamını bulamadıkları o koşullarda konutların yarısını inşa ederek mimar pozisyonunu yeniden tarif etti. Müşterisi olmayan, mimarın kendi müşterisini tasarladığı yeni zekice durumlar ortaya çıkmaya başladı. Rem Koolhaas sürekli bütün panellerinde mimarı meslek adamı olarak yeniden tarif edeceğiz diye konuyu gündeme getirir. Ama OMA’nın dışında gerçekleşiyor bunlar artık. Hatta bazen mimarsız durumlar daha manalı olmaya başlıyor. Bir foruma gittiğin zaman mimar olarak orada olmak forumun gelişimini engelleyebiliyor.

Elemental konutları gibi bir sürü başka örnek de var ama bu örnek açık bir şekilde sözünü ettiğim durumu görselleştiriyor. Aravena proje sürecinde o yarı parayla banyoları inşa ederken anket yaparak insanlara soruyor: Şofben mi istersiniz, küvet mi? Kendisi mimar olarak şofben isteyeceklerini düşünüyor ama konutlarda oturacak olanlar küvet istiyorlar, çünkü küvetin yeri olursa sonradan şofbeni kendileri de takabileceklerini düşünüyorlar.

ME
ME


Mimarın aldığı rol, 20.yüzyıl başında ya da 1950’lerde yerel yönetimle erk arasında gidip geldi. Son dönemde yerel yönetim kendisini iyice geriye çekti. Aslında yerel yönetimin aldığı pozisyon burada o "yaratı" ya da üretim alanında bir tür hakemlik yapmaktı. Özelleştirmeyle birlikte tam tersi tetikleyici olmaya başladı. TOKİ’yle beraber de tetikleyici olmanın ötesinde girişimci oldu. Mimarın masada tek başına ihtiyaç sahibiyle karşı karşıya kalma hali artık gündemden eksilmeye başladı.

Zaten artık halka baktığında ihtiyaç sahibi değil ki, arzu sahibi. Dolayısıyla Sait Ali’nin dediği gibi o şofbeni istemiyor, o bir ihtiyaç. Ve mimarlar önceleri ihtiyaç üzerinden program geliştirirken şimdi kullanıcıların arzusu bir küvet olduğuna göre, mimar da kendini yeniden konumlamak zorunda. Arzunun üzerine gittiği noktada da mimarın konumu "tastemaker", "trendsetter" oluyor, tüketici deneyimine dönüyor konu. Performans önemini yitiriyor, program değişiyor. Yüzyıl öncesinin bütün temel esas ya da arkitektonik kavramlarının hepsi modifiye oldu. Markamekanlar kitabında Anna Klingmann’in yaptığı liste uzun; artık ürün markaya, ihtiyaç arzuya, performans deneyime, plan koreografiye, program ambiyans yaratmaya, etki yaratmak temas etmeye, işlev biçime, meta kataliste, fiziksel insaniye, obje nesneye dönüşmüş durumda. Bunu yaratan aslında tabi ki toplumsal değişim. Mert, özün kendisi için insan olduğunu belirtiyor ama 1. Dünya Savaşı sonrasında öz insanlara konutlarla geliyor. Mimar barınma ihtiyacından ötürü bireyi ya da iki kişilik bir aileyi düşünmek durumunda oluyor, öze en çok yaklaştığı nokta o. Ama zamanla yine o öz yaşanılabilir makinelerden, sadeleşmekten, şeffaflaşmaktan uzaklaşıp yeni kodlar yaratarak başka bir şeye dönüşüyor. Çünkü ekonomik olarak kalkınınca güç de devletten piyasaya geçtiği anda evrim, Mert’in öz olarak altını çizmek istediği şeyden kurtuluyor. Ama tabi piyasa ve devlet sadece mimariyi değil, toplumu da değiştirdiği için toplumun talepleri değişiyor. Biraz daha kalkındıkça mimar, kendi konumunu korumak, belki de mimarlık yapabilmek için belli bir mesafe yaratma çabası içine giriyor. Belli prensipler ortaya koyuyor, nasıl yaşanılacağını tariflemeye girişiyor. Hatta şu an Koolhaas’ın yapmaya çalıştığı gibi kıyaslama ortamı yaratarak birtakım yeni kurallar ve kanunlar ortaya koymaya, meşrulaştırma zemini oluşturmaya çalışıyor. Serginin kurgusuna ve verdiği proje tanımına bakarak aslında modern mimarlığı rasyonelleştirme çabasının arandığını düşünüyorum. 70 yaşına gelmiş bir adam olarak bundan sonra yapacaklarını rasyonelleştirmek için tüm Venedik Mimarlık Bienali malzemesini kullanacak, mobilize edecek. Gelen onca malzemeyi seçici algıyla istediği anlatıyı yaratacaktır. Bunun aksi olamaz ki.

HE
HE


Bunun yeni bir tarih yazımı mı olacağını öngörmeliyiz?


Bir tarih yazımı eleştirisi yapmak lazım. Tam detaylarını bilmiyor olsam da bu durum Türkiye Pavyonu için de geçerli olabilir. Kendi hikayesini anlatırken Koolhaas’ın seçtiği nüvelerden görüyoruz. Her pavyon bir anlatı ortaya koyuyor, o noktada neyi nasıl anlatmak istediği, ortaya koyduğu mesafe, sanatçıların duruşu ve temsil büyük önem kazanıyor.

HE
HE


Şimdiye kadar biraz Venedik Mimarlık Bienali’nin nasıl olacağı üzerinden öngörülerimizi paylaştık. Biraz daha Türkiye bağlamına geçmek istiyorum. Koolhaas "Ulusal kimlik görünen o ki moderniteye kurban edilmiştir" diyor. Bu cümle Türkiye üzerinden geçerli mi, bize de uyuyor mu?


Bizim kendimize has bir modernleşmemiz var, Nilüfer Göle bunu batı-dışı modernleşme olarak tanımlıyor, ama kendimize has bir modern mimarlığımız var mı? Asıl bunu sormak isterim.

GK
GK


Denemeler oldu tabi. Türkiye’nin mimarlık tarihine baktığımız vakit 1800’lerden başlayıp neo-klasisizmine, Beaux Arts’a öykünen, daha sonra ulusala bakan, bir dönem de Orta Avrupa’dan birtakım mimarlar getirtip onların burayı okumalarına yol açan çok uzun bir tarihimiz var, neredeyse 200 yıl kadar. Batı ve batınının temsil ettiği modernist mimarlık anlayışıyla denemeler yapıldı. Bu denemelerin en iyi noktasına geldiği 1950 ve 1960lar neslinde Turgut Cansever, Sedad Hakkı Eldem, Cengiz Bektaş gibi isimleri sayabiliriz. Bu işler kendi bağlamına oturmaya başlarken modernizmle deneyimimiz göçlerle, şehirlerin büyümesiyle beraber yok oldu. 2000’lerde gelen inşaat patlamasıyla da iyice yara aldı. Netice olarak bizim modernizmle olan maceramızda şu anda geldiğimiz noktada ben topluma bakarım. Şehirde ve ülkedeki iyi bina sayısına baktığın vakit çok iyi bir noktada olduğumuzu söylemek güç. Mimarlık anlamında Batı ve modernizmle olan geçmişimiz biraz uzun olmasına rağmen 20-30 mimar dışında iyi bir noktada değiliz. Biz hala batının modernizmini işlemeye çalışıyoruz. Koolhaas’ın bu konuya yaklaşımındaki hata, batının modernizmini üstlenmekten ziyade, kendi modernizmimizi nasıl yaratabileceğimizi bulmaya odaklanmıyor olması.

SAK
SAK


Modernizm, modernite, modernleşme kavramlarıyla yıllardır boğuşuyorum, çok birbirine geçişen şeyler, sorunlular o anlamda. Basitleştirelim. Bu kavramlarla adlandırılmış cümlenin dışına çıkalım. Yaşanmakta olan, sürmekte olan bir hayat var. Sonra çelik, beton, düz cam, vitrifiyeler çıkıyor; başka türlü iletişim kanalları, sektörler, para kazanma biçimleri açılıyor. Hiçbir şey yapmadan para kazanabilir hale gelebiliyorsun. Eski şeyler devam ediyor, yeniler geliyor. Evrensel soru, bu yenilerin eskiyle nasıl ilişkilendirileceği sorusu. Taş üstüne taş koymanın maliyeti artıyor, betonarmeden yapınca daha ucuza mal ediyorsun. O zaman taşla yaptığın formun aynısını betonarmeyle tekrar mı etmelisin, yoksa betonarmenin getirdiği imkanları araştırarak ona ait formlarla mı bu yeniliği, var olan şeye eklemlemeli misin ya da bambaşka bir şey mi yapmalısın? Bu tartışmanın her noktasında farklı pozisyon alan mimarlar, kültür insanları, yazarlar var. Sadece mimarlıkta değil, edebiyatta da, resimde de böyle. Eskiyle ne kadar zıtlaşacaksın, onun ne kadar içine gireceksin, ondan ne kadar kaynaklanacaksın? Pergelin sivri ucunu sürmekte olana mı saplayacaksın, yoksa olasılıklara, potansiyellere mi saplayacaksın?
Geçenlerde Baysal-Birsel anma toplantısında İlhan Tekeli çok güzel bir soru sordu; 1920 ile 1960 arasında Türkiye’de ulus mimarlığının görüntüsü dört kez gidip gelmiş. Önce Birinci Milli Akımı çıkıyor, sonrasında Seyfi Arkan’ların da içinde bulunduğu modernizm devreye giriyor, ardından İkinci Milli geliyor, sonra da Türk rasyonalizmi gündeme geliyor. Sadece 40 yılda nasıl oluyor da 10ar yıl arayla bu eğilimler art arda diziliyor? Tekeli, bunu bugüne kadar siyaseten, iktidardaki kişinin görüşüne göre şekillenen bir durum olarak hep dışsal sebeplerle açıkladığımızı belirtti. Ancak bunun içsel bir sebebi olması gerektiğini ve eğer bu içsel sebebi bulup cevaplayabilirsek o zaman çok daha ilginç bir cevabın ortaya çıkacağını söyledi. İçselden kastı mimarlığın, yapı yapmanın kendi dinamiklerinden kaynaklanan bir cevap arayışı. Ardından da çekinerek beğenmeyerek kendi yanıtını verdi: "Sadeleşmiş bir ulus mimarisi düşünülüyor, teorize ediliyor, inşa ediliyor. 10-12 yıllık bir sürede bunlar yapılıyor, insanlar içine giriyor, ardından da acaba çok mu kimliksiz oldu, diye bir tereddüt oluşuyor. Ve teori dönüşüyor, milli tarafa sarkaç sallıyor. Acaba bunu daha kimlikli nasıl yaparız deniyor, geçmiş formlara bakılıyor vs. Onun da üzerinden bir onyıl geçince bu kez fazla mı geçmişe dönük olduğuna dair bir endişe oluşunca yine modern formlara yöneliniyor." Aslen Türkiye kendine has modern yapı örnekleri üretmiştir ama bunların sayıları azdır. Bu da tartışma kültürünün giderek azalması, tektipleşmenin hakim olmasıyla alakalı. 1870'deki siyasal tartışmaların rengi 1940'ta yok, bugün dahi yok. O zamanlarda Osmanlı'nın geleceği için binlerce teori üretilmiş. İşte bunlardan biri Türkiye Cumhuriyeti olarak oluştu. Şimdi bu kadar çok alternatif üreten kültürel ortam yok. Yine de koşullarımıza oranla kötü bir konumda değiliz herhalde. 1992'de dört tane mimarlık dergisi vardı, 1990'ların sonunda sekiz tane oldu, 2000'lerde 15’ten fazla oldu. Demek ki tartışmalar birkaç dergiye sığmıyor. Zemin çok da boş değil; fakat hacmine oranla çok az. O yüzden Venedik'te pavyon açıp orada olmak önemli olacak, Türkiye için en büyük faydası bu tartışmaların açılması olacak bence.

GK
GK


Size kendi deneyimlediğim bir örnek vereyim. Tokat’ta Niksar’da büyüdüm, arada sırada gidiyorum ve şehrin zaman içindeki değişimi benim için iyi bir laboratuvar. 30 bin nüfuslu bir kasaba, çok ufak değil ama kapitalizmin de pek uğramadığı bir yer. Son zamanlarda kasabanın değerlerini, Selçuklu'dan kalma eski mimarlığı, ekolojiyi çok iyi kullanmaya çalışıyorlar. Safranbolu tarzı kerpiç evleri pazarlamaya başladılar, turist çağıran bir yer haline gelmek istiyorlar. Evlerin bir kısmını da bunun için onardılar ama asıl ilginç olan eskiden betonarme yapılan iki-üç katlı binaları beyaza boyayıp köşelerine de kahverengi boyayla çizikler atıyorlar. Bence Türkiye'nin şu anki modernist durumu budur.


İşte ona kısmı-vernaküler deniyor ya da sözde-vernaküler. Toplumla entegre olmamakla ilgili bir durum var. AKM de yüksek kültüre yönelik ve bir toplum ideali çerçevesinde tasarlanıyor. Toplumun o dönem tüketeceği kültür sanat ihtiyacı düşünülüyor. Binanın içine girince de insanlar bunun eğitimini alıyorlar, öğreniyorlar, o binada nasıl davranacağını bilen bir kitle oluşuyor. Son çalışmamda İstanbul'daki belediye kültür merkezlerine baktım. Yerel yönetimler tarafından inşa ettirilmiş 80 tane kültür merkezi var. Hepsi neredeyse aynı. Çok işlevli bir salon ve yanında iki-üç küçük oda bulunuyor. Bu odalarda seminerler, söyleşiler, kurslar verilebiliyor. Ortaya bir sergi alanı çıkarsa ve belediye kullanmak isterse sergi yapılıyor. Ama halk için yapılan binayı bu şekilde tasarlamak halkın onu beklendiği gibi kullandığı anlamına gelmiyor. Yani çatışmalar oluyor ve sürprizler, uyarlamalar, yeni yorumlar çıkıyor. Bir anlamda AKM döneminin yetiştirdiği bir nesil varsayımının çalışmadığını o kültür merkezi kullanımında görüyorsun. Pendik Belediyesi'nin program broşürünün arka yüzünde "On dakika önce girilir, aralarda çıkılır, sessiz olunur" vs yazıyor. Ya da konser, belediye başkanı ve protokol gelmeden başlamıyor. Kendi koyduğu kuralı da esnetip değiştiriyor. Bireyselliğin, arzunun öne çıktığı bir ortamda talepler de keyfiyet de ağır basıyor. Mimarın da yapabileceği tek şey geri dönerek gimmicky yapmak, yani yaptığını pazarlayabilmek adına çeşitli espriler yaratmak. Neo-Osmanlı tasarımlar, Venedik Sitesi ya da Bosphorus City de bunların örnekleri. Dolayısıyla buradaki temel soru, kendi yerelimizin ne olduğu konusu. Bu hız ve erozyon nedeniyle gerçek yereli yitirdiğimiz bir nokta var. Belki Tokat için henüz öyle değildir ama İstanbul o noktaya vardı. Bu Türkiye'ye has bir durum değil. Dünyada da, Koolhaas’ın örneğinden gördüğümüz gibi Hollanda'da da eğilim bu yönde. Mimarlığı entelektüel hizmet olarak düşünürsek mimarın nasıl bir duruş takınacağı sorusu tekrar gündeme geliyor. O noktada "esaslar" denilen özde nedense insanın adı değil de mimari öğeler anılıyor.

ME
ME


Ulusal kimlik moderniteye kurban edilmiş midir? Bu kıymetli bir soru. Kimlik bence bu coğrafyanın önemli dertlerinden biri. Kimliği özellikle 1923'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ideası ile bu coğrafyanın sınırları içinde tariflemek çok zor. Hangi kimlik? Kimin kimliği? Yaşanmışlıklar, yan yanalıklar o kadar çok ki buralarda. Bu coğrafyada nedense her daim yön veren bir tür "merkez" olagelmiş ve tüm bu sosyal yapılanmaya hep bu "merkez" yön vermiş; piyano çalın, opera izleyin demiş ve mekanlarını da ayağa kaldırmış. Koolhaas da kendini merkeze koyarak çeperlerini tariflemeye çalışıyor sanırım. Mimarlık bu coğrafyada hep inşai faaliyetler üzerinden değerlendirildi ya. Sedad Hakkı örneğini ben eksik buluyorum çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrası mimarın pozisyonu, sermaye ile işbirliği sosyeteyle kurduğu bağ üzerinden gelişti. Sedad Hakkı da bu durumda rol alanlardan birisi. Türkiye coğrafyasının mimarlığı gelir düzeyi yüksek bir grup için tasarlanmış, inşa edilmiş, o grup tarafından kullanılan "konutlar" üzerinden var edilebilir mi? Bilmiyorum.
Rüknettin Güney'in Kadıköy Halk Eğitim Merkezi üzerinden yapı, program, eylemlilik, kamusallık başlıkları ile bir mimarlık okuması yapmayı çok da değerli bulurum mesela. Üzerinde tabelası olmayan, yaşanmakta olan bir tür "ev". Locadan elinizde kadehiniz ile çıkabileceğiniz, Fenerbahçe’ye bakan balkonu var ki enfes.
Batı Avrupa coğrafyasının modernite kavrayışı bize nedense hep ürün odaklı aktarıldı. Ve ele alışlar genellikle ürün üzerinden yapıldı, şapkadır başa giyilir gibi. Kimlik de bizde hep inşa edilmiş şeyler üzerinden sorgulandı. Ayasofya’yı da, tarihin kendisini de dönüştürecek önemde Yenikapı’da çıkan buluntuları da yüksek önemde konuşabilmeliyiz. Bu coğrafyanın geçmişi ile geleceği arasında bağ kurmamız çok kolay değil. Bu çokluk için hem mimar kimliğinizi, hem mimarlığınızı hem de insan olma hallerinizi de ekleyerek olabildiğince görünür kılmalıyız. Nedense "mimar rolü" sadece bir tür iş, sadece bir tür meslekmiş gibi algılanıyor ya. O zaman da AbbasağaParkı’nda düzenlediğimiz ve parkla kurduğunuz ilişkiler ağı içinde hayal ettiğimiz oyun atölyesi, inşa edilmediği için mimarlık olarak okunmuyor. Ya da mahallede forum ile merdivenler için kullandığımız renkler, fırçalar havaya uçuyor.
Bu coğrafyada mimarlık okumaları hep Türkiye Cumhuriyeti ideası içine üretildi. Türk Evi ne demek? Sedad Hakkı ile bu tarifi yüzünden hala barışamadım. Temele yani barınma ihtiyacına bakılmadı da inşa edilmişe, kimliğe bakıldı. Gecekondular, modern mimarlık söylemi içinden ötekileştirildi, onların oluşundaki örgütlülük yok sayıldı. Mimarlığın nasıl yapılacağı söylemine yoğunlaşıldı ama oluşuna hiç değinilmedi. Evet, aslında inşa edilenin kimliğini değil de coğrafyasını konuşabilsek...

HE
HE


Hafıza son yıllarda çok gündemde olan bir kavram. Koolhaas da kültürel hafızadan söz ediyor. Zamansız ve yersiz olduğumuz bugün gerçekten ne işimize yarar ki hafıza?

SAK
SAK


Ya kavga etmek ya da birlikte yaşamak için sebep bulmaya yarar.


"Ben ne isem oyum" diye manifestif bir tutumla konuya yaklaşmaya başladı toplum Artık. Beyaz yakalılar üzerinden düşünürsek Gezi direnişi esnasında bir nevi süpermencilik oynamak durumunda kaldılar. Gündüz gökdelenlerdeki ofislerinde patronuna ses çıkarmayan, gece eyleme katılan ve ertesi gün çürüklerini birbirine gösteren şizofrenik bir ruh haline büründüler. Kimliğin oturması zaman ve çaba gerektiriyor. İnsanların birbirlerine temas noktaları ile "neysem oyum" tavırlarının sorgulanabildiği şey bazen facialar ve vicdan bükülmeleri ile bazen forumlar ve kolektivite ile ortaya çıkıyor. Taze dinlediğim bir panelde, yeni Türkiye’nin orta sınıfının ne olduğunu anlamaya çalışırken ortaya konan görüşlerden biri, bireyselleşmeye kendini gerçekleştirmek anlamında bakabileceğimizdi. Bireyselleşme köksüzleşmek demek, anneyi, babayı, devleti öldürmek, TC kimlik numarandan vazgeçmek, Amerikan ya da Malta pasaportunu parayla almak demek. Her şeyinden köksüzleşerek kendine yeni bir kimlik yaratıyorsun. Parçaları sen birleştiriyorsun. Birey oldun, özgür oldun ve şimdi de köksüz oldun ama artık şeffaflık talebin var. Ne olmadığını unutmaman için bellek devreye giriyor. Bu sebeple bellek arayışı var. Kim olduğunu düşünmek temas alanlarıyla mümkün. Mimar piyasa şartlarında AVM tasarlamak zorunda kalıyorsa AVM’deki temas unsurlarını düşünmesi "esas"tır. Eğer geriye kalan yegane kamusal alan AVM ise bunun hakkını vermelidir. Kaybolan yerelliği kentte bulmak mümkün olmayabilir.

ME
ME


İşin mekansallaşması konusunda gösterilen maharet, yaşaması gündeme geldiğinde doğal olarak kayboluyor. Örneğin Brasilia bir ütopya olarak harikadır ama şehri yerel yönetimin tek başına Oscar Niemeyer’ın neredeyse ütopyası olarak inşa etmiş olması sonuç ürünler, mimarlıklar için önemli bulunsa da, gündelik yaşamın oluşumuna yön verdiği için bence fazla müdahalecidir.

SAK
SAK


Ütopya, distopyasız olmuyor.

GK
GK


Yıllar evvel Amerika’da Disneyland’ı görmek istedik. En ilginç noktası içindeki oyuncaklar, aletler değil de bilet alırken karşılaştığımız kadındı. Belli ki Güney Asya’dan göç etmiş ve yaptığı işten ötürü o kadar mutluydu ki. O işin onu mutlu etmesi ütopik bir durumdu bence. Disneyland asıl şeyleri gizleyen bir dünya sunuyor.

SAK
SAK


Ama o bir insan için sahici.


Hayatlar gerçek olmadığı müddetçe kötü taklit sırıtmıyor. Mesela İstanbul’da Miniatürk ne işe yarar? Yapıların gerçekleri varken Miniaturk neden var? Bu nasıl bir pazarlama stratejisidir? Tüketim kültürü açısından düşünüldüğünde bile İstanbul’daki mekanların Miniatürk'te olması büyük bir tezat değil mi? Turistin iştahını kabartmak için Nemrut Dağı’nı, Kapadokya’yı koyarsın belki ama iki adım ötesinde ulaşabileceği Ayasofya’nın orada olmasının ne anlamı var?

SAK
SAK


Ayasofya ile birebir ilişki kurmak çok sorunlu. Birebir karşında durduğunda sana çok açık metin sunduğu için her türlü yorumlayabilirsin, farklı katmanlar görebilirsin. Sana tarif edilen yolun tersinden yürüyerek başka bir şey görebilirsin. Miniatürk’te ise sana şu sunuluyor: Ayasofya budur, anlaman gereken budur, bu kadar! Çanakkale Şehitler Anıtı'nın olduğu yere öğrencilerle pazar günü gittik. Çok kalabalıktı. Asker ya da hemşire kıyafeti giyip fotoğraf çektirebiliyorsunuz. Turlar var. 60'dan fazla otobüs insan taşıyor. Rehberler hikaye anlatıyor. Ailecek gelenler var. Öyle bir kalabalık içinde ziyaret ediyorsun ki hissedebileceklerin azalıyor. Savaştakilerin hatıratını okumakla pazar günü ziyaret deneyimi arasında ben hiçbir ilişki kuramıyorum ama oradaki insanlar için o deneyim sahici. Onlara alması gerekenin bu olduğu söyleniyor, kurgulanmış, bükülerek sunulan bir deneyim veriliyor.


Miniatürk ve Çanakkale’ye giden insanın köksüz olduğunu ve dolayısıyla bireyselleşmeyi tamamladığını düşünmüyorum. Mimariyi yeteri kadar eleştirmeme tartışmama konusu toplum olarak yeterince köksüzleşmediğimize de bağlanabilir. O yüzden bu toplum için ulusal kimlik çok önemli ve üzerinden hikayeler kuruluyor. Bireysellik üzerinden bir arayışla gitmiyor oraya. Kökleri var ve kendi yerelini bulmaya, hatta onaylamaya gidiyor.

HE
HE


Peki sizce neden bugüne kadar Türkiye olarak Venedik Mimarlık Bienali’nde ulusal pavyonla temsil edilmedik?

GK
GK


Neden bunu mimarlar yapmadı? Mimarlık kültürümüz uluslararası anlamda çok faal değil. Uluslararası arena çok önemsenmiyor diye görüyorum. Ben 2010 yılında bireysel olarak Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye Pavyonu olması için çabaladım. Dışişleri Bakanlığı’na ve Kültür Bakanlığı’na turlara çıktım Mimarlar Odası, farklı akademik çevrelerle farklı mimarlarla görüştüm. Yapı endüstrisine gidip katkıda bulunmalarını önerdim. Yurtdışına pek de malzeme satmadıklarını söyleyip reddettiler. Durum pratik olarak bu noktaya geldi. Son iki yılda tabi ki bir noktaya gelindi ancak oraya da mimarların inisiyatifinde gelmedi. Kültür endüstrisinden birileri çıktı, Venedik Sanat Bienali’nde kalıcı bir mekan olması gündeme gelince bari mimarlık bienali için de kullanılması gündeme geldi. Bu geldiğimiz nokta mimarlıktan değil, kültür yönetiminden ötürü mümkün. Mimarlar şu anda kültür endüstrisinin arkasından bir şeyler yapabiliyor. İlk pavyonun danışma kurulundaydım. Mimarlar olarak ordasın ama belli ki oradaki olayı yöneten başka bir kurum var. Öte yandan da Türkiye’de mimarlar arasında ulusal anlamda tanımlama, birilerine yaptıkları işleri anlatma gibi bir dert yok. Tamamen sipariş üzerinden gidiyor. Bence şu an ümit veren gençler ve kolektif çalışma.

ME
ME


Kendi temellerimi sorguladığım, konuştuğum bir dönemdeyim. Sistemle kurduğum ilişkileri sorguluyorum her gün. Mimarlık ekonomik söylemin neferlerinden bir tanesi oldu. Konu görünürlük ise, kendi görünürlüğümüzü şu anda dünyada ekonomiyi yönlendiren Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada, Rusya gibi G8 ülkelerinin söylemi arasında nereye konumlandırabiliriz ki? Görünmesek de olur bence. Küresel sermaye bu ülkeler tarafından yönlendiriliyor. Orta Doğu’nun kapısında duruyoruz. Şu anda yapı endüstrisi bu coğrafyanın temel ekonomik verilerinden bir tanesi ya. Bunun için de kendisine alanlar hazırlıyor. Bu kapının arkasında mimarlar üzerinden işleyen başka bir endüstri var. Siyasi ve ekonomik yapı ile olan bağımızı nasıl örgütleyeceğimiz konusunda yardıma ihtiyacımız olduğu kesin. Bu yüzden sosyal ağlar ile kurduğumuz bağı çok önemsiyorum ben. Gezi direnişi sırasında sistemin ne kadar aciz kılınabileceğini deneyimledim. Bu aczin başka yolları örgütlenebilir mi? Bunun arayışındayım hala, sistemin içinden mücadeleye devam edebiliriz.

SAK
SAK


Koolhaas ise Esaslar temasıyla mimarlığın kahraman söylemi içinden konuşuyor. Biraz Yapıcı Hareket’i (Maker Movement) ıskalıyor. Iskalamaması mümkün değil. Çünkü dönüşen dünyayı okuyabilecek araçlara sahip değil. Yine de son yıllarda mimarlık tarihinde en iyi okul OMA’dır. Ne zaman ilginç bir proje görsem hep OMA mezunu çıkarlar.

GK
GK


Bence mimarlık bunun ötesinde olması gereken bir uğraş. Kahraman modernist mimarlar dünyanın şu anki sorularını karşılayabilecek güçte değiller. OMA ne kadar iyi olsa da sosyal ve kolektif hareket etmeye doğru giden bir eğilim var. Örneğin son zamanlarda herkesin konuştuğu Yapıcı Hareket’te herkes bir şey yapabilir. Üretim anlamında herkes bir şeyler yapabiliyorsa bu büyük bir değişimdir. İnternet bir değişim mesela ve şu an bunu hissedebiliyorsun. Türkiye’deki yansımaları daha geç ve ilginç olabilir. Ulusal pavyon diye bir kavramda, Rem Koolhaas’ın sipariş ettiği şeyler ilginç olabilir ama yine de birilerinin siparişi üzerine yapmaktansa kolektif bir şeyler yapılması daha önemli.

Etiketler:

İlgili İçerikler: