Mahalle, Futbol ve Yaşanmışlıklar Üzerine

ALPER ÜNLÜ

Bu yazının başlığı olan bu üç kavram belki de artık kapanmış olan bir dönemi yansıtıyor. Bu üç kavramı sosyolojik olarak bir arada görmek, İstanbul adına konuşuyorum, şu anda pek yok gibi. Oysa geçmiş yüzyılın hemen sonlarına değin mahallelerin sosyal ağını oluşturan bu kavramlar vardı, belki de bazı mahalleler için bu durum söz konusuydu. Bu kavramlardan ilki ki bence en önemlilerinden biri olan “mahalle futbolu” idi. Bazı mahallelerde buna voleybol takımları da eklenirdi. Örneğin Üsküdar Anadolu kulubünün voleybol branşı olduğunu da anımsıyorum… Çocukluğumun bir bölümünü geçirdiğim Üsküdar İmrahor mahallesi de Anadolu futbol takımının yer aldığı tipik mahallelerden biriydi. İmrahor’un merkezi diyebileceğim Doğancılar Caddesi’nde mahallenin kalbi olabilecek eczane, kıraathane, ileride kırtasiye dükkanı, bu zincirin karşısındaysa iki tarihi fırın –açma ve un kurabiyeleri muhteşemdi- vardı. Bu merkezi dokunun hemen üstünde tarihi bir bina içerisinde Üsküdar Musiki Cemiyeti yer alırdı. Buranın en önemli ve hatta Türkiye’nin en önemli şefi Emin Ongan da komşumuz sayılırdı. Dokunun, yokuş aşağı olan kısmında tarihi evler, bizim evin çaprazındaysa tarihi bir tekke, tüm bu binaların Uncular mevkiine giden kısmında kız enstitüsü -bence aklımda kalan modern bir bina- yer alırdı. Tüm bu binalar aşağıda bizi biraz önceki hamam, uncular ve gazoz fabrikasına götürürdü. Bugün Niğde Gazozu olarak satılan birçok gazoz fabrikasını çocukluğumdan anımsıyorum. Ekranın önünden geçen gazoz şişeleri, çocukluğumun teknolojiyle olan tek ara kesitiydi. İlginç olan konuysa tüm bu almaşık sosyal dokunun hafif endüstriyle birlikteliği ve bu doku içindeki yaşanılanlardı. Bu ilginç toplumsal örgütlenme biçimi yetmişli yılların sonlarına kadar sürdü. Kentlerimizde öbek öbek rastlanan bu yerleşik yaşam seksenli yılların başında serbest piyasa belirleyicilerinin politik ivmeyle önem kazanması sonrasında bence tarih oldu. Bu yaşantılıkların iç içeliğini yıllar sonra ikibinli yıllarda gittiğim Kobe’de devam ettiğini ara sokaklarda gezdiğimde farkettim ve buradaki yaşamın bizim o dönemde “eski” sayılabilecek mahalle yaşantımızla benzerliğini keşfettim. İmrahor’da mahallelinin yaşantısı eczane, kıraathane, fırınlar ve musiki derneğinin arasında oluşan kentsel boşlukta devam ederdi. Bu beraberliğe cumbalı Üsküdar evlerindeki komşuların katılımı ve buraya açılan sokaklardaki sosyal yaşantı katkıda bulunur, pencereden pencereye seslenmeler ve “radyolu” saatlerimizle yaşantımız zenginlik kazanırdı. Radyodan çıkan müzik açısından toplum hem Zeki Müren’i hem de Adamo’yu aynı düzeyde beğenirdi. Noktasal düzeyde etkinlikler bu yaşama katkıda bulunurdu. Yıldız Kenter ve İzzet Günay’ın oynadığı “Ağaçlar Ayakta Ölür” filminin bazı sahneleri eczaneyle kıraathane önünde sahnelenmiş, Zeki Müren’in Salacak Gazinosu’na gelmesiyle mahalleli canlılık kazanmıştı. Günlük sıradan yaşantım, bu etkinlik ve bu çevre içerisinde sürmekteydi. Küçük bir çocuk olarak bu etrafımı çevreleyen gelişme ve etkinlikleri izler, hemen her gün fırından alınan un kurabiyesi ile Ayazma İlkokuluna gider, Emin Ongan yönetiminde korodan gelen müzikle benim küçük çevremde pek de geçici olmayan bir daire oluştuğunu hissederdim. Okula giden kıraathane önünde Üsküdar Anadolu’nun maçları yer alırdı. Pazar, saat 16:00 Üsküdar Anadolu-Selimiye, saha: Selimiye, hareket: 14:00 gibi… Mahalle takımı için Paşakapısı cezaevinden sonra Selimiye sahası zorlu deplasmandı. Selimiye ve Çiçekçi mahalleleri bize göre daha organize mahallelerdi, en azından toprak sahaları vardı. Ciddi taraftarları vardı ve büyük kulüplerin alt yapısını oluştururlardı; bu yüzden verdikleri futbolcular ile gurur duyarlardı. Bizim yaşantımız futbolu mahalle arasında beş kuruşa satın alınan futbolcu kartlarından futbolculara öykünmek, taşlarla yapılmış mahalle arasındaki küçük alanlarda beş korner-bir penaltı, son atanın galip olduğu -şimdi bunların ne anlama geldiği konusunda mizah gücümün depreştiği- akşam geç saatlere kadar süren sokak maçlarıyla geçerdi. En sonunda çoğunlukla annelerimizin yaygarası ile her tarafımız yara, bere içinde yorgun argın evin yolunu tutardık. Futbol dünyamız bizi heyacanlandıran sokak maçları ile -benzer yaşantıyı bir filmde Marsilya’da sokak aralarında gördüm- çikolatalardan çıkan futbolcu resimleri ve bir de gıpta ettiğimiz kıraathane önünde oturan futbolcu abilerimize öykünerek geçerdi. İdollerimiz o dönemlerde benim için Metin Oktay,Turgay Şeren, yaşı bana yakın kardeşim içinse Can Bartu’ydu. Bu ilginç sosyolojik sarmal içinde büyüyorduk ve bedenimizi, her şeyden önce bacak ve ayaklarımızla birikte beynimizin hükmetmesini keşfediyorduk. Yaşantımız Üsküdar’ın sokaklarında geçiyordu. İstanbul’un diğer yerlerini de ancak mahalle takımlarından, maçtan maça tanıyorduk. Beykoz, Feriköy, Yeşildirek, Beyoğlu, Kasımpaşa bildiğimiz bazı semt takımları idi. Sahası olan mahalleliler daha organizelerdi ve mahalleli taraftar kitleleri vardı. Semt sahaları tamamen topraktı. Bu sahalarda oynamak bile bir mahalle futbolcusu için prestijli bir işti. Ayakkabılarımız bu semt sahalarında oynamaya müsait değildi. Jislavedlerle (lastik bir ayakkabı markası) oynuyorduk, bunlarla meşin topa vurmak çok güçtü.Bir de topu kuyruk yağı ile yağlarlardı, top gittikçe ağırlaşırdı, bir çocuk için bu ciddi anlamda güç bir işti. Sokak maçlarıyla yaşamımı geçirirken bu maçların zamanla bende bıraktığı pek çok izlenim oldu. Yaşamı sokak maçları ile karşıma çıkan diğer çocuklarla, ekip olmanın ne demek olduğunu öğrendim. Bunlar belki de okulda öğrenemediğim artılardı. Futbolu daha iyi oynayarak bir gün ayağıma dinyakosları (deri futbol ayakkabısı, o dönem için en prestijli marka) çektim.Gözüm gibi baktığım bu ayakkabıları kuyruk yağı ile yağladım, maçlara çıktım. Futbol oyununda yerim belliydi, çalışkan bir futbolcu oldum ve takımımı hep sevdim. En son çıktığım maç Langa maçıydı, sanıyorum yetmişli yılların başıydı. Göztepe’de, önce meteoroloji olan daha sonra da “Four Wings”lerin çakıldığı yüksek konut kulelerinin yer aldığı sahada rakibimizi 1-0 yendik. Bu maç benim de arsanın da son maçı oldu. Daha sonra araziyi meteoroloji aldı. Beş sene önce de arazi Taş Yapıya teslim edildi. Bu kentteki katliam böyle olmuyor muydu zaten? Öncelikle yetmişli yılların başında Kalamış’ta Köhne’nin önünden girdiğimiz plaj kapandı, sonra yat limanı rezilliği oldu. Altmışlı yılların sonunda 35 yaşında güleç yüzlü, siyah fötr şapkalı bir amcanın deniz kenarında Tuzla’da otururken-yıl 1967 idi- yanındaki heyetle alana geldiğini anımsıyorum. Süleyman Demirel’in, batık gemiden dolayı, “akvaryum” adı verilen plaj alanını tersaneye çevirdiği Pendik ve Tuzla sahillerini anımsıyorum. Mis gibi kokan ıhlamurlu sokakları, bugün kentsel dönüşüme uğramış, herkesin beyin dalgalarının farklı çalıştığı “yükselen katları” ile kent katliamını düşünüyorum. Yazın ıhlamur kokan sokaklarından üzerimize bir hırka alarak gittiğimiz Kalamış ve Caddebostan Budak yazlık sinemalarını, kışın soğuk günlerde ancak sığındığımız bugün hepsinin yerinde yeller esen Kızıltoprak Kent Sinemasını dün gibi anımsıyorum. Olayın etkisi sadece mahalledeki sosyal yaşantı ve maddeleşen kent futboluna olmadı. Bu total etki rant adına kent içinde oluşan tüm özel yaşantılara yapıldı. Bugün, bizi Akdenizli yapan kent içindeki özel yaşantı alanlarımızı kaybettik. Küçük komşuluk adına sosyal bağlarımızı kaybettik. Birbirimize yabancı olduk, farklı ithal normlarla birbirimizle çatışmaya başladık. Tüm bu gelişmeler Tönnies’nin topluluk ve toplum kuramlarına bağlı olarak, sosyal bir değişim ya da kaçınılmaz bir gelişme olarak görülebilir. Buna kuramsal olarak katılmakla birlikte, değişimin ve gelişimin hızı kontrol altına alınması adına gerçekten katılmadığımı söyleyebilirim. Kent talanı İstanbul ve diğer kentlerde acımasızca sürdü ve sürüyor. Kuramsal açıdan kıymetli ve sürdürülebilecek çok önemli kültürel öz elemanları kaybettiğimizi düşünüyorum. Yıllardan sonra, geçen gün yine İmrahor’dan geçtim. Eczane kapanmış, yanındaki kıraathane yine var ama beyaz zemin üzerinde yeşil yıldız olan Üsküdar Anadolu kulübünün logosunu göremedim. Ama aynı yerde olduğunu söylediler. On kuruşa alış veriş ettiğim bence İstanbul’un en güzel tarihi fırınları da kapanmıştı. Tarihi binanın yanından geçerken kulağıma hiçbir ses gelmedi. Emin Ongan öleli çok olmuştu. Belki de pencere doğramalarını pvc ile değiştirmişlerdi, bu yüzden koronun sesini de duyamadım. Sağır gibi yürüdüm. Maç yaptığımız alanlar ne kadar küçükmüş dedim, ya da bu kadar araba o zaman yoktu, eskiden her yer bizim için futboldu. Geçmişe baktığımda sadece belleğimde bir kare canlanıyor. Toprak ve bej bir sahanın üzerinde küçük futbolcu resimleri yan yana, Metin ile Can’ın çömelerek verdiği poz ve yanlarında dinyakos kramponlarım, erimeye yüz tutmuş, bazı yerlerinde çivileri çıkmış olan yağlı futbol ayakkabılarım… Ne kadar nostaljik bir kare değil mi?

Etiketler: