Yoğunluk ekibi kurucuları Elif Tekir, İsmail Eğler ve Nil Aynalı Eğler ile mekanla farklı biçimlerde ilişki kurmaya dair izledikleri yolları ve yaklaşımlarını konuştuk.

Ezgi Tezcan: Yoğunluk disiplinlerarası bir oluşum. Her birinizin farklı bir mesleki donanımı ve arka planı var. Bu birliktelik nasıl kuruldu ve hangi değerler etrafında şekillendi?
Nil Aynalı Eğler: Bu birliktelik İsmail’in öncülüğünde ve onun sanatla olan hikayesinin bir parçası olarak kuruldu diyebiliriz. İsmail, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İnteraktif Medya Tasarımı Bölümü’nde okumuş fakat Graz’daki yüksek lisans eğitimi sırasında sanatsal üretime daha yakın olduğunu keşfediyor, orada ilk kişisel sergisini açıyor ve daha sonra “artist-in-residence” programlarına katılmaya başlıyor. En son katıldığı programdan İstanbul’da da böyle bir program başlatma niyetiyle dönüyor. Bizi de bu fikri birlikte gerçekleştirmek için çağırmıştı diyebilirim. İsmail’in bizi bir araya getirdiği dönemde henüz fikir de yolda idi; yapmak istediğimizin tanımı budur diyebildiğimiz bir zemin henüz yoktu. O dönem sabit bir mekana sahip olmanın maddi zorlukları, maliyet gibi kısıtlar dolayısıyla bir gün İsmail, “Neden tek bir mekana sahip olmaktansa neden her işimizi farklı mekanda yapmayalım?” dedi. Başta kulağa oldukça pragmatik bir endişe gibi gelse de hepimizin içinde sakladığı yumurtayı çatlatan cümle bu oldu ve ne yapmak istediğimizi keşfettik.

Mekan ile derinlikli bir bağ kurma imkanına inanıyoruz. Mekan dışarıda bir yerde hasbelkader var olmuş ve bizim de şimdi karşılaştığımız bir olgu değil. İnsanın, mekan ile kurduğu ilişkide derinleştikçe kendi varlığında da derinleştiğine inanıyorum örneğin hayli kişisel bir bağlamda. Mekan sadece içine girdiğimiz bir yer değil, varlığımızda iz bırakan ve bizim de varlığımızla onda iz bıraktığımız bir şey. Bu yüzden Yoğunluk, mekanları sanatsal üretimin başlangıç noktası olarak ele alma niyetiyle kuruldu. İlgilendiğimiz mekanla ilişkimizde oldukça sübjektif bir derinliğe ulaşmayı hedeflemek, buna başka bir deyişle bir tür okuma da diyebiliriz; kavramsal bir çerçeve çizerek bu minvaldeki potansiyelleri açığa çıkaracak insanları da davet ederek hep birlikte üretmek bir yöntem olarak tanımlandı.

Disiplinlerarasılık mevzusunda da belki şu söylenebilir: Hepimizin aldığı belli bir eğitim, deneyim ve birikim sahibi olduğumuz çeşitli alanlar var ama Yoğunluk vasıtasıyla içine girdiğimiz süreç öyle bir şey ki aslında hangi disiplinden geldiğimizin çok önemi kalmıyor. Kimse mimar ya da sanatçı olduğu için daha hakim değil. Bir araya gelen kişilerin uyumuyla da ilgili bu şüphesiz. Bir cümleyi birinin başlatması ve sonra başkasının devam ettirmesi çok kıymetli, böyle bir durumdan rahatlıkla bahsedebiliriz. Bu daha ziyade insani varlığımız içinden çıkan ve dahil olunan bir süreç. Bu yüzden meslek, eğitim ve disiplin konusu oldukça arka planda kalıyormuş gibi hissediyorum; ancak onlardan bize süzülen demlerin birbiriyle kaynaştığı bir ortamdan bahsedebiliriz.

İsmail Eğler: Yoğunluk’un başka bir karakterinden bahsedecek olursak; madde ile ilişkiyi çok önemsiyoruz. Mekanın içinde birtakım malzemelerle çalışıp, bunun üzerinden bir his oluşturmaya çalışıyoruz. Bu ilişkiden hareketle, önceden orada sezdiğimiz fakat göremediğimiz değerleri ortaya çıkarmak istiyoruz. Su buharıyla bir tür sis oluşturmak olabilir, ahşap kullanmayı seviyoruz; silikonu da sıklıkla kullanıyoruz ve bunların ürettiği dokunsallığa odaklanıyoruz. Dokunsallığı sadece malzemeye temas etmek anlamında değil, bir atmosfer yaratmak anlamında tanımlıyoruz daha çok.

The House, 2017, Fotoğraf: İsmail Eğler
The House, 2017, Fotoğraf: İsmail Eğler
The House, 2017
The House, 2017, Fotoğraf: İsmail Eğler
The House, 2017, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren / İKSV izniyle
The House, 2017

ET: Su Ruhu adlı işiniz bu dokunsallıkla kurulan atmosfere dair iyi bir örnek sanırım. Buhar oranın temel bir unsuru haline gelip etrafınızı sardığında ister istemez temas da ediyorsunuz. Ortaya koymak istediğiniz bu türden bir his mi?
NAE: Bu his her işte farklılaşabilir; mekana özgü durumlardan bahsediyoruz çünkü, ama işin ne olmadığı bizim açımızdan çok açık; işimiz bir imaj yaratmak değil. Ürünler, Su Ruhu’nda da olduğu gibi fotoğrafı çekilemeyen şeyler oluyor. İmaj, bizim için kolayca ele geçirilen bir şey. Bir imaja baktığınızda size bir şey der; her yerine hakim olabilirsiniz. Ama mekan bu anlamda hakim olunamayan bir şey diye düşünüyoruz.

İE: Mekanın içinde olma halini imgeleştiremezsiniz; biz de bir çeşit mekanda olma hali yaratıyoruz. Duyuları ve kavrama gücünü zorlayan üretimler gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Parçalar halinde kavradığınız bir durumun imajı ise çok sığ kalıyor ve dolayısıyla imaj üzerinden temsil edilemiyor.

ET: Bahsettiğiniz bu mekansallığın kurulma sürecinde tercih ettiğiniz malzemeler, mekanla nasıl ilişkileniyor? Mekanın sahip olduğu birtakım özellikler doğrultusunda mı şekilleniyor üretimleriniz, sizi yönlendiren etkiler neler?
İE: Önce mekanda zaman geçiriyoruz ve bu süreçte mekan birtakım şeyleri fısıldıyor; nasıl bir malzeme kullanacağımızın ipuçlarını bize veriyor.

NAE: Mekanın talep ettiği ve ortaya attığı sorular var; bizim orada yakaladığımız hisler ve aradığımız yanıtlar var. Tüm bunlar bir araya gelerek bir çerçeve oluşturuyor ve süreç mekanın içinde denemeler yaparak ilerliyor. Bunun dışında, halihazırda potansiyeli olduğunu hissettiğimiz -sis ya da silikon gibi- malzemelerle mekan dışında, daha mekanda çalışmaya başlamadan atölye ortamında da denemeler yapıyoruz.

İE: Çalışırken de sıklıkla maket yapıyoruz ve her maketi mekanın içindeymişiz hissini verecek şekilde, en uygun malzemelerle yapmaya özen gösteriyoruz, hele ki sürekli gidebileceğimiz bir mekan değilse üzerinde çalıştığımız.

NAE: Bu önemli. Mimari ölçekten bahsedersek 1/50 ya da 1/20 ölçekli maketlerle çalışıyoruz. Peter Zumthor’un atölyesinin fotoğrafını gördükten sonra, benzer meseleler ile uğraşıyoruz galiba, demiştim. Orada da maketler mekansal deneyimi, malzemeleri, detayları temsil edecek hatta detay performansını test edecek şekilde büyük ölçekli olarak yapılıyor. Hatta maketler masada durmuyor, her zaman göz hizasında duruyor ve bu çok önemli bir mesaj. Yoğunluk atölyesi de buna çok benzer biçimde çalışıyor. Fakat yine de her şey mekana girdiğimizde başlıyor; ne kadar hazırlık yapsak da iş mekanın içindeyken değişiyor, evriliyor. Buradan da şunu anlıyoruz, ne kadar yetkin olursa olsun mekanın temsili yetmiyor. Kendisi ile temsili arasındaki mesafe baki.

İE: Diğer yandan işlerimizin bir de zamansallık boyutu var: Siz mekan içinde hareket ettikçe o mekan giderek kendini size daha fazla açıyor ya da siz dursanız da kurgu zaman içinde gelişen bir senaryoyla oluşuyor. Küçük bir alanda dahi türlü ışık oyunları sizi sarmaya başlayabiliyor örneğin.

Süblim, 2015 – Fotoğraf: İsmail Eğler
Zamansız, 2015
SuRuhu, 2015, Fotoğraf : Korhan Karaoysal / Artfulliving izniyle
SuRuhu, 2015, Fotoğraf : Buşra Tunç
SuRuhu, 2015, Fotoğraf : Korhan Karaoysal / Artfulliving izniyle
SuRuhu, 2015, Fotoğraf : Buşra Tunç
SuRuhu, 2015

ET: Projelerinizi kurumlarla sponsorluk ilişkilerine dayalı olarak gerçekleştiriyorsunuz, süreci de zaman zaman mimarlarla işbirlikleri yaparak ilerletiyorsunuz. Bu işbirlikleri süreci nasıl etkiliyor?
NAE: Her şeyden önce, Yoğunluk kar amacı gütmeyen bir sanat inisiyatifi olarak kuruldu. Süreç şu şekilde yürüyor: Proje önerilerimiz oluyor ve onları geliştirdikten sonra gerçekleştirmemize mali anlamda destek almak üzere çeşitli sponsorlarla görüşüyoruz.

Elif Tekir: Bugüne kadar hep mekan sponsorlarımız oldu ve hiçbiri proje sürecine müdahale etmedi. Bu herhalde biraz da bizim şansımız oldu. Onun haricinde, kimi işlerde prodüksiyon giderleri için de sponsorluk aldığımız oldu.

ET: Peki üretimlerini gerçekleştirdiğiniz mekanlara nasıl ulaşıyorsunuz?
İE: Mekanlar konusunda çok ilginç bir durum var. Burada yaptığımız işleri yurtdışında yapamazdık; bu mekanları bize hiçbir şekilde açmazlardı çünkü çok ciddi koruma altında olurlardı. Oysa burada çalıştığımız yerler özel mülk oldukları için koruma altında değiller. Özel mülk sahibi izin verdiği sürece mekanı kullanabiliyoruz.

ET: Sanat ve mimarlık arasında, mekanla ilgili kurduğunuz bu türden ilişkileri aynı zamanda atölyeler ve derslerle de paylaşıyorsunuz. Ne gibi dönüşler alıyorsunuz bu atölyelerden?
NAE: Öncelikle başkalarıyla aynı heyecanı paylaşıyor olmak çok ilginç ve sevindirici. Yaptığımız işleri, projeleri mimarlık öğrencilerine anlattığımız zaman, gözlerinin parladığını görüyoruz, demek ki aynı meseleye heyecanlanan kişiler var. Mekan kurma dediğimiz şeyde bir esansiyel durum var; biz de işlev veya programdan azade kalıp onunla ilgilendiğimizi hissediyoruz. Yaz atölyelerimizin doluyor olması çok sevindirici. Farklı bir iş kuruluyor ve öğrenciler kendi projeleri, kendi işleriymiş gibi işin içine dahil oluyorlar, zaten kendi işleri haline geliyor kısa süre içinde. Bu heyecanı paylaşacağımız bir nesil var, elbette büyük bir çoğunluktan bahsetmiyorum ama geleceği bu anlamda ümit verici görüyorum.