Mimarlık Neyle Yaşar?

KORHAN GÜMÜŞ

Fransa’nın Cannes kentinde düzenlenen ve 93 ülkeden 500 yatırımcının ve 20.000’den fazla ziyaretçinin katıldığı dünyanın en büyük gayrimenkul fuarı MIPIM’in açılışında gerçekleştirilen basın toplantısında konuşan İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı İbrahim Çağlar "Nasıl ki Nuri Bilge Ceylan, Cannes Film Festivali’nin en görkemli filmlerini yapıyorsa biz de MIPIM Fuarı'nın en görkemli katılımcısıyız. Bundan sonra Cannes bizden sorulur." demiş. Yer aldıkları mekandan dolayı sinema ile gayrimenkul sektörü arasında benzerlik kuran bu sözleri yadırgayanlar olabilir. Oysa mimarlığın ve sinemanın benzer piyasa koşulları içinde üretildiğine işaret ettiği için "çatlaktan sızan bir ışık" gibi de görebiliriz, Çağlar’ın bu sözlerini. Eğer arkasındaki tınıyı kayda almazsak. Nitekim gayrimenkul fuarında sektöre hizmet veren mimarlara ödüller dağıtılması, benzerliğin şekilde kalmadığını gösteriyor. Bu yönde biraz daha kendimizi zorlarsak bu sözleri, (eğer varsa) kafamızdaki kompartımanlaşmayı sorgulamak için bir fırsat olarak da görebiliriz.

mipim fuarı'ndaki istanbul çadırından görüntüler

Nasıl bir kitap fuarında yazarların, düşünce insanlarının yer almasını garipsemiyorsak, MIPIM’de mimarların, şehir plancılarının yer almasına da bir itirazımızın olmaması gerekir. Yazarlar, mimarlar, şairler, düşünce insanları kendi işlerini yaparlar. Onların yetenekleri, düşünce ufukları, yaratıcılıkları bir birikimdir, bir tür sermayedir. Çok zorlu bir rekabet ortamındaki çok uzun süreli uğraşlara, deneyimlere dayanır. Aralarında sistemin işleyişi açısından kategorik bir ayrım yoktur.

Bu işe kendi deneyimleri, birikimleri, harekete geçirdikleri parasal sermaye ağları ile katılan piyasa aktörleri de tıpkı sinemada, mimarlıkta, yayıncılıkta olduğu gibi bu kültürel, sanatsal ürünlerin pazarlanmasına aracılık ederler. “Kapitalizm (bunca eşitsizliğe, yıkıma, şiddete, savaşa rağmen) neyle yaşar” diye sorulursa, “bu iki farklı sermaye türünün temelde birbirinden bağımsız olması sayesinde” diye cevap alınabilir. Kapitalizmi bunca yıldır ayakta tutan bu iki sermaye türünün birbirinden bağımsız işleyişi olmuştur.

Çünkü fikir üretiminin bağımsız olmadığı bir durumda iktidar, kamusal niteliğini kaybeder, otoriterleşir. Bu örtüşmenin sanattaki karşılığı sansürdür. Bu iki sermaye türü birbiriyle örtüştüğü anda ortaya savaş, faşizm, diktatörlük gibi korkunç yıkımlar çıkar. Belki de bu nedenle Çağlar’ın sözlerinde rahatsız edici olan Türkiye’de mimarlık alanında bu iki sermaye türünün örtüşmesidir. Mimarlık, tasarım gibi faaliyetler bu alanda piyasa ve iktidar koalisyonunun yarattığı yıkımı örtmek için kullanılıyor. Kentsel dönüşüm projelerinde gördüğümüz gibi piyasacı mimarlar, iktidar odakları ile birlikte hareket ediyorlar. Restorasyon alanında birçoğunun yaptığı ise şehirdeki piyasacı dönüşümü kolaylaştırmak. Hatta üniversite, koruma kurulu gibi kamu alanlarındaki pozisyonlarını, hatta kendi ünlerini bile kolay yoldan çıkar sermayesine dönüştürmek için kullananlar var. Dahası mesleki alandaki bir rekabet yerine ahlaksız ilişkideki becerilerini yarıştırmayı marifet sayanlara bile rastlanıyor. Eğer yazarların hangi konuları işleyeceğine, sinema eserlerinin senaryolarına, medyada ne yayınlanacağına, ne konuşulacağına iktidar ve sermaye karar verseydi, daha da önemlisi bu işleyişi onlar, yazarlar, sanatçılar da peşin peşin kabul etseydi, halkın beynini yıkamak için birbirleriyle yarışsaydı, ancak bu kadar olurdu.

Ekonomi sermayesi düz bir mantıkla çalışır: daha fazla kar etmek. Siyaset sermayesi kapitalizmin yarattığı sınıfsal asimetriyi karşıtlıklarla dengelemeye, düzenlemeye çalışır. Sermayesizlere de aynı işleyişle fırsatlar tanır. Kültür sermayesi ise bağımsızlığı ile bu işleyiş üzerinde çalışır. Dolayısıyla mimarların ekonomi sermayesini değil, siyaset sermayesini işleyiş üzerinden etkileme imkanı bulunur. Bu işlevi reddetmek, kültür sermayesine değil, ekonomi sermayesine dahil olmayı tercih etmektir. Mimarın giderek parasal sermaye sahibi “iş insanı” kimliği kazandığı görülüyor. Eleştirilere getirilen cevap ise şu: “Mimarlığı bırakıp, siyasetle mi uğraşmamı bekliyorsunuz? Hayır, ben mesleğimi yapmayı tercih ediyorum.” Oysa mimarlık gibi edinilmiş kimlikler siyaseti profesyonel işleyiş üzerinden etkileme patikası sunar. Mimar edilgen bir durumda olduğunu söyleyerek "Bu işleyişi kendi lehime bir fırsata nasıl çevirebilirim?" demektedir, "Bu işleyişi başkaları için bir fırsata nasıl dönüştürebilirim?" demek yerine. Bu tercihi, yani işleyişi kendi lehine bir fırsata dönüştürme gayreti, sorumluluğunu gizlemeyi amaçlar. "Bu kararı ben vermiyorum, yatırımcı veriyor. Benim elimden bir şey gelmez." Oysa tahakkümün sınırsızlaşması, ancak farklı sermayelerin birleşmesi ile mümkündür. Bu yalnızca insani olanı değil, her şeyi yok etmeyi, canlıları, cansızları sömürmeyi amaçlayan bir tahakküm sistemidir, açık bir savaş ilanıdır. Mimarlık alanında karşılaştığımız sorun yalnızca yeşil alanların betonlaştırılması, haksız kazançlar elde edilmesi, çevresel yıkım değildir. Geri dönülemeyecek şekilde, tıpkı bir savaş gibi düşünceyi imha etmeyi amaçlayan şiddettir.

Merkezi yönetimin İstanbul’daki en değerli alanları imara açıp iktidarını sermayesizleri, medyayı, düşünce üretimini kontrol altına alacak bir patronaj sistemine dönüştürmek için kullandığını, bu amaçla kendisine kaynak yaratmak için projeler geliştirdiğini ve uluslararası sermayeye açtığını fark ediyorsak bunun tek sorumlusu siyasal tercihleri değildir. Aynı zamanda farklı iktidar biçimlerini aynı anda kullanma biçimidir.

Modern dünyadaki siyaset, sanat, hukuk ile ilgili entelektüel tartışmalar, bu alanda üretim yapan sembolik sermaye sahiplerinin kendileri için değil, onların dışında kalan topluluklar, sermayesizler içindir. Bu süreçte sermayesiz kalan toplulukların sahip oldukları, onların kaybettiklerinden fazladır.

Bu nedenle bu sorunu en iyi anlayacak olanlar yoksullardır. Savaş onlar için daima yıkımla eşanlamlı olmuştur. Üstelik barışçıl ve demokratik gibi gözüken ilişkiler içinde. Bu pozisyondan çıkıldığında, arada zeka farkı varmış gibi gösteren bütün aptallaştırıcı önyargılılara karşı onları en iyi anlayacak olanlar sermayesizlerdir. Ama sembolik sermaye sahiplerinin kendilerini onlar gibi temsil etmemeleri koşuluyla!

Öyleyse neden siyaset bu sonucu (yoksulluğu) engelleyemiyor? Çünkü çoğu zaman entelektüel sermaye onlara “mutlak yoksulluğu” sunuyormuş gibi yapıyor. “Mimarlık, entelektüel faaliyetler yalnızca zenginler içindir” diyerek. Sermayesizlerin eğitim için dirsek çürütecek zamanları, hocalara eğitim için ödeyecekleri paraları yoktur. Entelektüellerin, sembolik sermaye sahiplerinin onları aşağılayan bu pozisyondan çıkmaları gerekir. Dolayısıyla çoğu zaman siyasal konularda sergilenen itirazlar bir göz boyamadır. Siyasetçiler bunları tartışmaya başladığında zaten olan olmuştur. Sorunun basitçe çıkara ve niyete (rant peşinde olmak) indirgenmesi, asıl eyleyenin parasal sermaye ya da iktidar olduğu algısını inşa etmek içindir. Çıkar mücadelesi, sınıf mücadelesini gizleyen en kalın örtüdür. Nasıl piyasacı mimarlık, mekanı kalıcı bir gösterilen olarak fiziksel bir varoluşa dönüştürürse, “gayrimenkul” kavramı da bir “üst-dil” olarak (ekonomi) mekan üretimini metaya dönüştürür. Bu nedenle rutin olarak neo-liberal iktidarın yaptığı iş, halk adına bu sembolik şiddetin onaylanması değil, mutenalaştırıcı bir süreçle sermayesizlerin iktidar alanına sızma çabası olarak da okunabilir. Çünkü bu alanda kültür sermayesinde olduğu kadar aşılması zor sınırlar yoktur. Siyasal bagaj arka planda iş görürken yani kimlerin zengin olacağına karar verirken, temsil “mekan” ve “ekonomi” olarak hayatın yerini alır ve iktidar odaklarının hizmetine sunulur. Segmentleşme, yarattığı asimetrik yeniden üretim süreçleri ile sermayesizleri kendisine tabi kılan içsel bir onay mekanizmasıdır. İktidar organında yer alan temsil edenlerin görüntüsü bu sızmanın gerçekleştiğini ispatlayan “hiperrealite”, gerçekten koparılarak saf temsil halini alan bir niteliktir. Bu eşitsiz ilişki biçiminin temsil edilenlere vekaleti irdeleme imkanı sağlamadığı ortadadır: Temsil edilenin hiçleşmesidir. (İktidar tarafından sıklıkla hatırlatılan şudur: Ben olmasam, siz de olmazdınız.) Temsil eden olmadıkça, temsil edilen de yoktur. Marquis de Sade’ın söylediği gibi “Tahakküm altındakiler her zaman iyi olmak zorundadırlar.” İtaatkar ve yumuşak olmaları gerekir ki, bu zor durumdan sıyrılmanın yolunu bulsunlar. Bu yüzden onların yıkımına yol açan savaşlar daima olması gerektiği yerde, gerçekleştiği sınırlarda değil, hayali sınırlarda geçer. İktidarlar bu nedenle bu hayali sınırları inşa etmenin yolunu ararlar. Bunun bir yolu taraftarları ekonomik alanda bağımlı hale getirmektir. Böylece en alttakiler hem daha fazla itaatkar hale gelirler, hem de dünyayı iktidarın gözünden görürler. Sembolik şiddet, ancak temsil ettiklerinin onayı ile gerçekleşebilecek bir olgudur. Bu yüzden şiddetsiz bir siyasetin ve mimarlığın rolü temsil ettiğinin özgürlüğünü geri vermek olmalı!

Etiketler:

İlgili İçerikler: