Oksimoron Bir Durum: Seküler Tanrı Adına Konuşmak

KORHAN GÜMÜŞ

Judith Butler, Savaş Tertipleri kitabında “Süperego, libidinal arzuya gem vurma mekanizması olarak değil, birincil agresyonu ve yıkıcı sonuçlarını sahiplenerek erteleyen bir devre olarak kurulur.” diyor.1 Benzerlik kurarsak; norm koyucu bilimsel aklın da iktidar yokluğuna değil, onu aşan ve ondan önce gelen (kökensel) bir ontolojik duruma yol açtığını söyleyebiliriz.    İktidar, siyasetin dışındaki devlet işlemlerinden, işleyişinden destek alır ve onlarsız işleyemez. Bu yüzden iktidarın merkezine yalnızca siyaseti koyarsak, iktidarı anlayamayız. Norm, bir bakıma fantezinin “modus operandi”sidir, onsuz olmaz. Normlar ile siyasal muhayyile arasındaki ilişkilerin bir güç çatışması değil, aynı zamanda iktidar oluşumundaki semptomatik bir karşılaşma biçimi olduğu söylenebilir. Görünüşte taraflar vardır, devletin işleyişi bilinç dışına itilmiştir. Kamu aklını üreten sınıfların, kendi kamu yararı anlayışlarını temsil eden imtiyazlı topluluklar haline geldikleri anda (devletin işleyişinden bekledikleri ve iddia ettikleri gibi) iktidarı sınırlandırmak şöyle dursun, muhalefet alanını daraltarak, iktidarın tahkim edilmesinde rol aldıkları söylenebilir.   DOKUNDUĞUNDA NE OLACAĞINI BİLMEK
Koruma kavramının da kimi zaman “dokunmamak, müdahale etmemek” anlamında kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Kimi zaman, “sınırlı” (az müdahale etme) gibi bir anlamda kullanıldığını görüyoruz, belli uzmanlık çevrelerinde. 

Doğal, kültürel mirasımız, mahallemiz, şehrimiz, köylerimiz “ne kadar dokunulmadan kalırlarsa, o kadar iyi!” Örneğin Narmanlı Han’daki dönüşüm tartışılırken tanınmış bir restorasyon uzmanı, mimar, projenin “sınırlı” bir müdahale içermesi gerektiğini söylüyor. Gerçekleşen müdahalenin restorasyonla bir ilişkisi yok. Karşımızda tarihi yapıların, şehir dokularının bütün izlerini, katmanlarını yok eden, kazıyan, insanları yerinden eden müdahaleler var. Bunlara “hiç dokunulmasaydı çok daha iyi olurdu” diyoruz. Evet, Narmanlı’ya dokunulmamalıydı… Tarlabaşı’na, Sulukule’ye… Elbette dokunulmamalıydı!   Öyleyse, vergilerimizle beslediğimiz, güya bizi temsil eden kamudan ne bekliyoruz? Hiçbir şey yapmamasını ve yaptırmamasını mı? Kamu adına çalışan, sorumluluk üstlenen insanlar ne yapmalılar? Karşı çıkmaktan başka? Narmanlı Han için yaklaşık yirmi senedir mücadele sürüyor. Peki, bu uzun sürede kamu adına farklı bir “özne”nin ortaya çıkması için hangi çalışmalar yapıldı? Taksim, Narmanlı ve Emek Sineması’nın AVM’ye dönüşümü gibi onlarca projenin geçmişte, neredeyse yirmi yıl önce yerel katılımla durdurulması, hukuk mücadelesinin kazanılmış olması, sonrasında farklı bir kamusal deneyime örnek teşkil etti mi? Planlama ve projeler açısından açık uçlu bir tartışma ve fikir ortamına yol açtı mı? (Söyleyeyim: Bu kadar uzun bir sürede, bir üniversite adına ve kamu bütçesi kullanılarak yalnızca cephe süslemelerini ele alan “Güzel Beyoğlu” başlıklı naif bir proje hazırlandı.)

Duyurulan 1/100.000 ölçekli Kanal İstanbul Güzergahı, 2018

  Çok bilinen bir başka örnek: Kurumların adını ve kamu kaynaklarını kullanarak Sulukule için proje hazırlayan uzmanlar, şehir plancıları, mimarlar bir kere gelip oradaki halkla görüştüler mi? (Buna karşılık hiçbir sorumlulukları olmadığı halde, yerli yabancı bir dolu uzman, sanatçı semte yüzlerce kere geldi.) Kamu adına güya bu projeleri hazırlayanlar burada yaşayan insanlara, semte hiç dokunmadılar! Nedenini çok iyi biliyoruz: Yukarıdan ve dışarıdan bakan bir göz olarak kendilerini konumlandırdılar. Eğer birazcık dokunsalardı, semtlilerle temas etselerdi, konumlarını sorgulamaları gerekirdi.   Kurumsal donanımlar, kapasiteler, yetkiler hiçbir zaman gerçeklik hakkında kesin bir bilgiye sahip olmak için yeterli olmaz. Bilinenin dışında korunması gereken bir doğa, sorunları çözülmesi gereken bir şehir yoktur. Olmadığı için dokunmaya, temas etmeye çaba göstermek, bildiğini iddia etmek değil, bilmediğini fark etmek gerekir. Bir müdahalenin kamusal nitelik kazanması için “sınırlı” değil, "sınırsız" bir çaba gerekir. “Sınırsız” diyorum, çünkü ne kadar dokunmaya çalışsak da dokunamayız. (Yoksa sembolik sınıf olarak kendimizi yanlış mı tanıyoruz? İktidarda falan mıyız?)   KANAL İSTANBUL: AKLIN İÇİNDEKİ AKIL DIŞI
“Dokunma” diyoruz, çünkü dokunulduğunda ne olacağını biliyoruz. “Dokunma” diyoruz, çünkü ötekilerin bilmediği, farkına varmadığı, bizim bildiğimiz bir şey olduğunu varsayıyoruz. Örneğin “Kanal İstanbul Projesi bilimsel olarak tamamen yanlış, onu unutun” diyordu bir uzman. Ancak onun bu kadar kesin bir şekilde bildiğinin iktidarın kararları üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu kimse bilmiyor. Buna karşılık 16 Ocak 2018 tarihli Hürriyet’te “İşte Kanal İstanbul’un Güzergahı” başlığı altında arazilerin yıllara göre değer değişimleri yer alıyor. Bu sayfada yer alan tabloda, Kanal İstanbul’un açıklandığı tarihten yaklaşık on misli, kesinleştiği tarihten kırk misli fazla değer kazanan yerler var. Dahası değer artışı çok hızlı olduğu ve sürdüğü için elinde arazi olanlar satmıyor, bekliyormuş. Bölgedeki emlak ofislerinin sayısı bini geçmiş. Yatırımcı profiline bakıldığında ise yalnızca büyük sermaye sahipleri değil, küçük girişimciler, esnaf, sıradan vatandaş herkes bir beklenti içindeymiş. Projeye doğal tahribat yaratacağı için bilimsel gerekçelerle karşı çıkanlar, hukuki sorunlar yaratacağını söyleyenler varmış. Bunların etkileri herhalde proje gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkacak.

Her dönem büyük bütçeler ayrılarak (tekrar tekrar) hazırlanan ve kamu kuruluşları tarafından üretilip tekrar kamuya pazarlanan İstanbul Master Planları’nı ele alalım. Bunun son örneği de İMP’de hazırlanan İstanbul Çevre Düzeni Planı. Bu çalışmaların yan anlamının “şehrin gelişmesini akılcı ve stratejik bir şekilde düzenlemek, doğal ve kültürel mirası korumak” olduğunu varsayarsak, uzmanlık pratiklerindeki düz anlamının “yerel politik iktidar ile şehrin resmi aklını üreten kurumlar ve uzmanlık çevreleri arasında bir tür sözleşme” hüviyetini taşıdığını söyleyebiliriz. Kapalı ilişkiler içinde kamu imkanları ve kaynakları kullanılarak gerçekleştirilen binlerce mimarlık projesi, kentsel tasarım, danışmanlık hizmetleri gibi uygulamalara bakıldığında İMP’deki modelin yalnızca buzdağının suyun üstünde kalan kısmı olduğu görülüyor. Bu planların asıl işlevinin bu olduğu, kamu ile bu kişi ve kurumların imtiyaz ilişkilerini düzenlemekten başka bir işe yaramadığı bile iddia edilebilir. (Nitekim diğerleri gibi o da Büyükşehir’in tozlu raflarında yerini aldı.)

“Kanal İstanbul” projesi İMP’de hazırlanan ve bir “Master Plan” hüviyeti taşıyan çalışmayla görünürde bir karşıtlık içerse de, onun semptomatik bir tezahürüdür. Eğer iktidar fiili birtakım kurallara rağmen gerçekleşiyorsa, kurallar da, sınırlar da onun içindedir.

Devlet iktidarı içindeki bu tabaka, ayrıcalıklarını yeniden üretmek için tıpkı bir ruhban sınıfı gibi (oksimoron bir durum: “bilim ya da seküler tanrı adına”) konuşur. Ancak karşı taraftan bakıldığında bir kesimin kendi imtiyazını temsil etme iddiası gibi algılanır. Bu tür bir ilişkide kendisi her şeyi görmesine rağmen hiçbir şekilde görünmeyen bir özne mevcuttur. Bu özne de aynı şekilde görmekten mahrumdur, yani kendisiyle her şey arasındaki ilişkiyi görmemektedir. İktidar bu nedenle, gözünü merkeze yerleştirdiği için travmatiktir. 

Kapitalist toplumda nasıl siyasal sermaye, gücü kendisinde yoğunlaştırarak başkalarını bu güçten mahrum hale getirmeye çalışırsa, iktidar alanını paylaşan bilişsel sermaye de aynı şeyi yapar. Bilgiyi dolaşımdan kaldırmaya, erişilebilir olmaktan uzaklaştırmaya çalışır. Ancak onun rekabete kapalı, eşitsizlik yaratan işleyişi politik iktidarı güçlendirir, sınırlarını tahkim eder. Önemli olan planların, projelerin şehri düzenlemesi, yönlendirmesi değil, bir toplumsal tabakanın imtiyaz ilişkilerini yeniden üretmesidir. Nitekim bugün Kanal İstanbul, 3. Havalimanı, Galataport gibi projelerin içinde de birtakım kamu üniversitelerinin adını kullanan grupların olduğu söyleniyor.

NORMUN SEMPTOMU OLARAK MÜDAHALE ETME ARZUSU
Planlama, projelendirme faaliyetlerinin bir tarafında uzmanlıkların kullandığı temsil teknikleri (benzeşimsel ve işlevselci ilişkiler ve bağlarla tanımlanmış çok katmanlı bir sembolik işlev), diğer tarafında bir “gösterilen” olarak (üzerine bilgi üretilen) şehir imgesi yer alır. İmge olarak diyorum, çünkü temas etme biçimi dolaylıdır, temsil onunla (şehirle) bir özdeşlik içermez. Özdeşleştiğinde ise temsilin gösterilen tarafı boş kalır. Şehir imgesi temsil edene dahil edilir ve sanki bir “oyun çamuru” gibi yumuşaklık kazanır.

Ondokuzuncu yüzyıldan beri planlama faaliyetinin, karmaşık bir ağ sistemi oluşturan şehirle kurduğu ilişki eklemleyicidir. Bu yüzden farklı kamu yararı kavramlarının temsiline, katılıma elverişli değildir. Bir uzmanlık çalışması olarak gerçekleşir. İktidar alanı içindeki güçlerin rekabeti ve işbirliği temsil sorunsalının yerini alır ve onu maskeler. Bu nedenle siyasal alan genişlediğinde iktidar alanı içindeki üst-belirleyici konumunu kaybeder. Bugün yatırımcılar tarafından geliştirilen projelerle planlama faaliyeti arasındaki ilişkide olduğu gibi. Planlama ve tasarım pratikleri iktidarın bir aracı haline gelir. Bu açıdan bakıldığında popülist iktidarın oluşumunda bir tür “görüntü kırılması” yaratan bir tuzak olduğu söylenebilir:

Mekanı bir nesne olarak inşa eden çatışma ve uzlaşma dinamikleri, genellikle iktidar gücünü kullananların, imtiyaz sahiplerinin kendi temsil meselesini perdelemeye yönelik olarak gerçekleşir. Bu mücadele ve işbirliği zemini, bir ortaklık girişimi olarak toplulukları iktidar dışında tutma işlevini yerine getirir. Görünüşte taraflar vardır. Ama maddi pratikleri açısından gücün sorgulanacak bir tarafı yoktur. O, ilgi alanı dışındadır. Böylece iktidarın “püf noktası”, yani iktidar dışında olan herkesin aslında bildiği ama üzerinde konuşamadığı asimetrik işleyiş “görünmez neden” olarak iş görür.

İktidar alanı, ayrı pratiklere sahip bu toplumsal tabakalar arasındaki bir mücadele ve işbirliği zeminidir. Bu alandaki aktörler gücü ve bilgiyi kendi ellerinde toplamak için mücadele verirler. Ancak bu mücadele temsili bir rekabettir, yani bir yer değiştirme ile denetimli bir sembolik alan üzerinde gerçekleşir. İktidar gücün ve bilginin şiddet yoluyla yoğunlaştırıldığı alandır. Bu zeminde taraflar mücadele ediyormuş gibi gözükürken bu karşılaşma biçimi iktidarın işleyişini (sırrını) gizler. Bu yüzden iktidarı yalnızca görünen taraflar açısından, kendisini bize gösterdiği biçimiyle görmek, yanıltıcı olduğu kadar, onu bir perdeyle koruyan bir eylemlilik biçimidir. Bu perde olmadan görünen iktidar kendisini yeniden üretemez, kendisini doğallaştıramaz.

İktidar yönetme iradesi olarak karşımıza çıkar ve bizi kendisi üzerinde konuşmaya zorlar. Oysa iktidar alanının işleyişi içindeki gerilimler, farklı tercihler, aynı zamanda bunun içindeki birbirine rakip toplumsal tabakaların, güçlerin varlığının işaretidir. Bu farklılıkların temsil edilebilir, aralarındaki çelişkilerin, karşıtlıkların görünür hale gelmesi, çatışmaların olması iktidarın sorgulanması anlamına gelmez. Tam tersine iktidarın daha da güçlü bir şekilde perdelenmesi, işleyişindeki asimetrinin maskelenmesi anlamına gelir. Tarafların olması, iktidarın gizlenmesinin olduğu kadar seçkinler arasındaki anlaşmanın (bir tür gizli sözleşmenin) bir gereğidir.

SONUÇ: İKTİDAR FANTEZİ GÜCÜNDEN NASIL MAHRUM BIRAKILIR?
Kendi muhayyileme göre evimi düzenleyebilirim. Ama ya söz konusu olan “şehir” gibi bir müşterek alansa? Dikkat edilirse müşterek alan ile özne arasındaki gerilim, arzunun ve hazzın temelinde yer alır. Bir topluluk içinde bir anlaşma olsa bile sınırsız topluluk dışarıda kalır. Müşterek alanla temasımız bir taraftan arzuyu kamçılar ama bir taraftan da bir dürtü olarak bilinmeyeni bilişsel alanın dışında tutar. 

Kişisel muhayyile ile müşterek alan arasında bir ilişki bulunur, ancak temas etme biçimi maskelenmiştir, iktidar gücüyle bilinç dışına itilmiştir. Müşterek alanı yaralayan bu dürtünün yok sayılmasıdır. İşaretsizleştirilmiş olanın temsil içindeki varlığı edilgen değildir. Muhayyile dünyasında ikircikli bir varlık kazanır: Nesne oluş ve temsil edilenin bastırılmış öznelliğiyle merkeze yerleşen, gücü kendisinde toplayan gözün körlüğü... Bu ikircikli durum, iki kişi arasındaki ilişkide bile yaralayıcı olabilir, eğer aralarında eşitsizlik varsa.

Bu imtiyaz ilişkileri içindeki sembolik iktidar, politik iktidarın yapamadığı işi yapmaya soyunur. Beklenmedik durumda ortaya çıkan, filizlenen yeni gelişmeleri, deneyimleri hafızalardan kazıyarak, işaretsizleştirerek iktidarı yeniden tesis etme görevini üstlenir. İktidarın temsil sahasının dışına çıkan bütün girişimlerin politik iktidar tarafından olduğu kadar, bu imtiyazlı sembolik sınıf tarafından da bastırıldığı söylenebilir. Buna karşılık sembolik sermaye sahipleri temsil ettikleri konumlarla, kendileriyle özdeşleşmeyince, iktidarlar da fantezi yaratma gücünden mahrum kalır. Dolayısıyla değişimin, demokratik gelişmenin bu bilişsel alan iktidarın temsil sahnesinde yer aldığı sürece değil, dışıyla temas ettiği anda ortaya çıktığı varsayılabilir.

Bu yüzden bu kayıttan silme, kazıma meselesine karşı dirençli olmanın yollarını aramamız gerekli. Bir “hafızalaştırma” meselesi ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Üzerinde çalışılması gereken bir dolu örnek var: Örneğin, unutmak üzere olduğumuz (ya da diğerlerine göre en iyi hatırladığımız) Gezi’de resmi tarafın “taşlı sopalı kavga çıktı, parkı boşaltmak için gaz sıkıldı” senaryosuna karşı hiç beklemedikleri bir biçimde gelişen ve çatışmacı olmayan bir yöntemle gerçekleşen direniş. Ama çok daha öncesi var: 88 yılında, Tarlabaşı yıkımlarının bir devamı olarak Galata’yı yıkmaya çalışan Bedrettin Dalan’ın burada ve daha birçok yerde yerel katılımla hezimete uğratılması… Gökkafes’teki sorunu küçük bir çevreden kamuoyuna taşıyan girişim… Park Oteli’nin yıkılmasına kadar uzanan renkli direniş… Okmeydanı’nda katılımcı planlama hareketi… 1996 yılında İstanbul’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Zirvesi öncesinde oluşan, yerleşim politikalarının gözden geçirilmesine neden olan ve farklı görüşlerden, ilgi alanlarından bütün toplulukları bir araya getiren bağımsız girişim… 1999’da deprem sonrasında gene bu girişimin bir uzantısı olarak oluşan ve kamunun işlevlerini üstlenen bağımsız sivil örgütlenme… Hükümetin yıkım kararına karşı AKM’nin restorasyonu ve güncellenmesi için bir araya gelen ve politikanın değişmesine neden olan bağımsız uzmanlar topluluğu… Sulukule’de etkili olan ve kamuya geri adım attıran, uluslararası kurumları harekete geçiren girişim… 2000’li yılların başındaki UNESCO Dünya Mirası İzleme Girişimi… Hatta bugün iyice unutulan, üzerinden ıslak süngerle geçilen Narmanlı, Emek projelerini durdurmayı başaran hareketler, 1997’de semtlileri harekete geçiren 3. Köprü mücadeleleri…

Saymakla bitmez. Bunlar yalnızca birkaçı... Kim bilir daha ne kadar var?

NOTLAR
1 Judith Butler, Savaş Tertipleri, YKY Yayınları 2015, sayfa 157 “Şiddetsizlik Talebi” adlı bölüm içinde.

Etiketler:

İlgili İçerikler: