Otomobilin Sonu Mu Geldi?

KORHAN GÜMÜŞ

Onu icad edenler, erişilebilir kılanlar, arzu nesnesi haline getirenler, sürekli yeniden tasarlayarak moda sistemine dahil edenler onun başına böyle bir şeyin geleceğini herhalde hiç hayal etmemişlerdi. Onun için şehirler yeniden düzenlenmiş, otoyollar, köprüler inşa edilmişti. Hatta caddelerden bile vazgeçilmiş, 19. yüzyılın modern başkentlerinin içinde otomobil nehirleri akmaya başlamıştı, bir sonraki yüzyılda. Sonunda olanlar oldu. İstanbul gibi şehirlerde otomobillerin ortalama hızı yayalarınkiyle neredeyse eşitlendi. Otomobil ile şehir arasındaki gerilim giderek baş edilemez bir hal aldı. Ya şehirler içinden çıkılmaz bir şekilde sürekli tarumar edildi, ya da şehir merkezleri otomobillerden arındırılmaya çalışıldı.

Otomobil güya özgürlük vaad ederken İstanbul gibi şehirlerde bir kölelik sistemi yaratmış durumda. Yalnızca yarattığı trafik sorunu nedeniyle değil, aynı zamanda şehirdeki adaletsizliklerin, eşitsizliklerin kaynağı olarak. Kamu ile sermaye işbirliğinin ürünü olan ulaşım projeleri şehirlerde elde edilen gelirlerin paylaşımında temel bir rol oynuyor. Bu durumda trafiğin otoyollar ve köprüler yapılmadan çözülemeyecek bir sorun olarak algılanması söz konusu. Bunun en önemli nedeni de güç odakları ile şehir arasında bir asimetri yaratan, onu bir nesne gibi düzenlemeyi amaçlayan ve sorunun otoyol ve köprü inşaatları ile çözülebileceğine dair umutlar besleyen bildiğimiz gelişme modeli. Tıpkı bataklıkta çırpındıkça daha çok batan bir insan gibi, İstanbul’un trafiği de gerçekleştirilmeye çalışılan köprülerle, otoyollarla daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bir de gelecekte Boğaz’ın altında yapılmakta olan araç tünelinin içinde sıkışan trafiğin halini düşündükçe, İstanbulluların geçmişte tek seçenek olan arabalı vapurları arayacağını bile hayal edebiliriz. Her gün köprülerden geçmek için aynı yolları kullanan şoförlerin ve yolcuların hali gerçekten çok acıklı. Her gün aynı işi yapmaktan canları çıkıyor. Birlikte durmakta veya akmakta olan trafiğin, seçme özgürlüğü bırakmayan bir sistemin içinde, her aracın direksiyonunda sanki seçme özgürlüğü varmış gibi bir kişinin bulunması çok ilkel bir durum.

Ancak bu yalnızca İstanbul’a özgü bir durum değil. Bu yüzden olsa gerek dünyada otomobilin ana fikrini yeniden gözden geçirmek için kollar sıvanmış durumda. Şehir içi ve dışı ulaşımda kamu ulaşım sistemlerinde yeni gelişmeler yaşanırken otomobillerin özellikle şehir içinde kullanım sınırına dayanması tasarımcıları harekete geçirmiş gibi gözüküyor. Otomobiller giderek daha fazla akıllı hale geliyor. Son örnekleri trafikte mesafeyi, sürati ayarlayan, yolu izleyen otomobiller. Deneme safhasında olanlar ise uydu yardımı ile yol bulan, trafiğe sürücü olmadan çıkabilenler. Bu gelişmeler acaba bildiğimiz otomobilin sonunun geldiğine mi işaret ediyor? Bu gelişmeler otomobilin gerek kullanım, gerekse de bir ifade aracı olarak taşıdığı anlamların köklü bir şekilde değişebileceğini gösteriyor. İlk akla gelebilecek çözümlerden biri de gelecekte kamu sistemine katılabilen ve istendiğinde özelleşebilen bir otomobil hayal etmek. Bugün otomobillerde otomatik sürüş donanımlarının geliştirilmesi buna yönelik ipuçları veriyor. Sanki bir metro tren katarına dahil olur gibi trafiğe çıkılıyor. Bunların hepsi direksiyon başında bir şoförün olduğu araçlar. Otomatik sürüş donanımı bulunan araç ise onların arasına kolaylıkla katılabiliyor. Bir de bütün araçların aynı donanıma sahip olduğunu düşünün. Böylece gelecekte otomobilin hem toplu taşıma, hem de özel ulaşım aracı halini alabileceği bile hayal edilebilir. Aynı şekilde belediye otobüslerinin ve metrobüslerin otomasyonu için de çalışmalar yapılmakta. Ancak bunun için daha kat edilecek çok mesafe var. Örneğin enerji meselesi. Raylı sistemlerde olduğu gibi otomobillerin yol zemininden enerji sağlayabileceklerini düşünebiliriz. Her koşulda otomobiller hala gelecek vaad ediyorlar. Belki de yakında otomobillerin konseptüel olarak köklü bir değişim geçireceklerini, insanları yeniden özgürleştiren ulaşım araçları halini alacaklarını bile hayal edebiliriz. Bu gelişmeler olana dek kaynaklarını çarçur eden, şehir trafiğinde hayatının önemli bir bölümünü geçiren İstanbullular olarak kendimize acımaya devam edeceğiz gibi görülüyor.

OTOMOBİL MİTİNİN OLUŞUMU VE ONU OLUŞTURAN ÖNCÜ TASARIMLAR
Otomobil tarihinin içinde birtakım kırılma noktaları var. Zannedersem bugün de bunlardan birini yaşıyoruz. Otomobillerdeki değişimin safhalarını görebilmek için biraz geriye dönüp bakmakta yarar olabilir. Otomobiller ne zaman icad edildi? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz zannedersem: Otomobil ne zaman gündelik hayata girdi? Kimilerine göre 19. yüzyıl sonuna doğru. Kimilerine göre ise tümüyle preslenmiş çelik levhalarla, seri üretimin gerçekleştiği iki dünya savaşı arasında. Kimilerine göre ise tümüyle preslenmiş çelikten seri üretimin gerçekleştiği büyük savaş sonrası... İlk otomobiller sınırlı sayıda elle üretilen, tıpkı yatlar gibi meraklı insanların kullandıkları araçlardı. Atlı arabaların gelişmiş modelleri gibiydiler.

Çünkü 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan ilk otomobiller ulaşım sistemi içinde henüz küçük bir yer kaplıyordu. Aşağı yukarı süspansiyon ve fren sistemleri gelişmiş olan at arabalarına benzer bir biçimde üretiliyorlardı. Saç plakalar henüz soba üretiminde olduğu gibi kıvrılıyor, kenarlarına kordon geçiriliyor, ahşap karkasın üzerine giydiriliyorlardı. (Günümüzde de İngiliz spor otomobili Morgan hala aynı yöntemle üretiliyor.) Yüzlerce küçük üretici ortaya çıksa da otomobiller atlı arabalarla rekabet halindeydiler. Savaş öncesinde ayrı bir rekabet de elektrikli, buharlı ve içten yanmalı motorlu otomobillerde ihtisaslaşan firmalar arasında yaşanıyordu. Seri üretim bu rekabeti ortadan kaldırdı. Ancak küçük üreticiler beklendiği gibi ortadan kalkmadı. Bu firmalar güçlü marka imajları ile birlikte spor ve lüks otomobiller üretmeye devam ettiler, çoğu zaman yeniliklerin, farklı deneyimlerin kaynağını oluşturdular.

Otomobillerin yaygınlaşması ve vazgeçilmez bir ulaşım aracı olması için seri üretim tekniklerinin gelişmesini beklemek gerekti. Otomobiller ulaşılabilir fiyatları, teknolojileri, biçimleri, kullanım tarzları ile de yenilendiler.

Tıpkı bir moda sistemi gibi... Dönemin ruhu: 30’lu yılların otomobillerinde Art-Deco tarzı. 1940’lar “stream-line”, yarım su damlası profili. 1950’lerin halk otomobilleri daha toparlak ve tıknaz gövdeli. Çamurluklar giderek gövdenin içine alındı. 1960’lar jet uçaklarına öykündü. Sanki uçacakmış gibi. Kuyruklar, ateş fışkıran arka lambalar... 70’ler kutulara benzedi. 80’lerde arkaya doğru yükseldi. 90’lardan sonrası çekik gözlü tasarımlar bilgisayar destekli tasarımlar. Otomobillerin geçen yüzyılda insan hayatını etkileyen en önemli teknolojik icad olduğu söyleniyordu. Tarifeli seferler ile dünyayı, şehirleri birleştiren endüstriyel ulaşım, toplu taşıma araçları yanında otomobil bireyselliğin ve özgürlüğün simgesi olarak görüldü. Günümüzde ise otoyollar, dev parklanma alanları içindeki otomobilin bu özgürleştirici ruhunu kaybettiği söylenebilir. Şimdi bir paradigma değişimi yaşandığını ve insanları yeniden özgürleştirmenin yollarının arandığını söylemek yanlış olmaz. Bu vesile ile, ben de Roland Barthes’ın deyişiyle otomobil mitolojisini oluşturan, seri üretim otomobiller içinde çığır açan öncü tasarımları küçük bir “hatıra albümü” niyetine sıralamak istedim.

Citroen Döşovo (2 CV)
Kollarla şasiye tutturulan basit bağımsız süspansiyonu ona mükemmel bir yol tutuş ve yumuşaklık sağlar. İnce ama büyük çaplı tekerlekleri, kaportadan ayrı farları, yarım daire şeklindeki yan profili, düz camları, üstünün örtü gibi açılması ile basitlik, pratiklik onun cazibesini oluşturur.Döşovo Fransızca “iki beygir” demek. İki silindirli motoru yüzünden yokuşlarda üflese, püflese de güçsüzlük de onun bu karakterinin bir parçasıydı. “Çirkin Ördek” diye de adlandırılırdı. Onun sırtında uzun yol kat edilir, kimi zaman doğu yolculuğuna çıkan hippilerin durağı Sultanahmet meydanında bile rastlanırdı. Tasarlandığı yıllardan üretimden kaldırıldığı 90’li yıllara kadar, kırk yıl boyunca bir efsane olmuştur. Fabrika yönetiminin tasarımcıdan“dört teker ve üstünde bir şemsiye” istediği söylenir. Paris Almanlar tarafından işgal edildiğinde henüz prototip aşamasında olan Döşovo’lar fabrikanın çatı arasına saklanmış, yıllar sonra müzeye gönderilmek üzere çıkarılmış. Le Corbusier’in ortaya attığı “voiture minimum” konseptinin hayata geçirildiği araç olduğu söylense de, üretildiği yılların küçük otomobilleri ile karşılaştırıldığında oldukça iri olduğu görülürdü.

Austin Mini
60’lı yıların bu efsane otomobili uzun bir aradan sonra 2000’li yılların başında BMW tarafından yeniden canlandırıldı. Dünya otomobil tarihinde devrim yaratan Mini’nin babası zeytinyağı presleri yapan bir imalatçı olan ve sonra bağımsız süspansiyon sistemleri üzerinde çalışan İzmirli bir Rum (Aleks Constantin Issigonis) tarafından tasarlandığını bugün çok az kimse bilir. Geçmişte otomobil markaları şimdikinden çok daha fazla ülkeleri, halkları temsil ediyordu. Örneğin İngiliz otomobili deyince belli bir tarz akla gelirdi. Mini bu açıdan bir devrim oldu. İngiliz otomobil sanayi gelişmenin doruklarındayken bir taraftan klasik otomobil çizgilerine sahip olan, ama diğer taraftan da bir oyuncak gibi küçültülmüş olan bu arabanın önemli teknolojik yenilikler getirdiği söylenebilir. Önden çekişli otomobilde bugünkü otomobillerde olduğu gibi, burnu küçültmek için motor yanlamasına yerleştirilmiştir. Dört tekerlekte bağımsız süspansiyon suni kauçuk yapıldığı için konforsuz olsa da iyi bir yol tutuş sağlar. Rallilerde büyük başarı kazanan ve güçlü bir motoru olan “Cooper” seri olarak üretilmiştir. Üretimden kaldırılma kararı neredeyse tutkunlarının isyanına yol açacak kadar tepki yaratmıştır.

Volkswagen Kaplumbağa
Döşovo gibi yarım daire biçiminde bir profile sahip olan otomobil 2. Dünya Şavaşı öncesinde Hitler’in talebi ile Ferdinand Porsche tarafından tasarlandı. Üretildiği tarihte hiç şüphesiz döneminin en avangard otomobili olan VW, torsion çubuklu çift kollu basit bağımsız süspansiyon sistemi ve havayla soğutulan arkada konsol bokser motoru ile hiç şüphesiz döneminin otomobillerine fark attığı söylenir. Aynı platform üzerinde üretilen minibüs, kamyonet, cip hatta İtalyan otomobillerine benzeyen bir spor otomobil, KarmannGhia (Karmançiya) tasarımın ne kadar üretken olduğunu ortaya koyar. Bu otomobil ile başlangıçta aynı platforma sahip olan Porsche’ler ise ileride arkadan hava soğutmalı motor konseptini günümüze kadar taşıdılar.

Porsche 911
Tüm zamanların seri üretilen en iyi spor otomobillerinden biri olan 911, üretiminin başladığı 60’lı yılların sonundan günümüze kadar geldi. İlk modellerinin tamamen kaplumbağa platformu üzerinde üretildiği düşünülürse bu modelin artık neredeyse hiç bulunmayan arkadan motorlu araçlardaki evrimin son halkası olduğu varsayılabilir. VW’nin Audi ile birleşmesi sonucunda bir ara önden su soğutmalı motorlu yeni tipler (924, 928) üretildiyse de, bunların rağbet görmemesi üzerine Porsche firması aynı prensipler üzerinde 911’i yeniden geliştirdi. Bugün genellikle dört çeker olan bu aracın 2005 yılından sonra tekrar farları yuvarlaklaştı. Nispeten küçük bir araba olan 911’in en büyük sürprizi herhalde arkasındaki bokser 6 silindirli, 300 beygirden fazla üreten motorudur. Bu otomobilin arka koltuğunun olduğunu iddia edenler de bulunur.

Fiat 500 (Çinkoçento)
Dünyanın hiç şüphesiz dört kişilik otomobilleri içinde en küçüğü olan Fiat 500’ün her yerde fanatikleri bulunur. Bu aracın en ilginç özelliği akıl almayacak bir şekilde dört kişilik olarak tasarlanmış olmasıdır. Arkada çift silindir motoru bulunan otomobilin Yugo markasıyla eski Yugoslavya’da üretilen versiyonu uzun süre Türkiye yollarını arşınlamıştır. Son kalan örneklerinin bir türlü hurdaya çıkamadıklarını ve değer kazandıklarını fark eden Fiat yöneticilerinin sonunda onu yeniden üretmeye karar verdikleri söylenir. Bugün tıpkı VW Kaplumbağa, Mini gibi gene bu araçtan esinlenen modeli aynı adla Fiat’in önden çekişli modern Punto modeli platformu üzerinde üretilmekte.

Citroen DS (Tanrıça)
“Çirkin Ördek” diye adlandırılan Döşovo, “Karakaçan” diye adlandırılan Traction (bir kaç tip: 9-11-15 CV) gibi otomobillerden sonra 1950’lerin ortasında bir uçan daireye benzeyen bu otomobil hiç şüphesiz herkesi büyüledi. DS’in Fransızca okunuşu “dees” olduğu için “Tanrıça” olarak da adlandırılmış olur. Bir çok otomobilde henüz at arabalarındaki gibi makaslar kullanılırken hidropnömatik bağımsız süspansiyonu ile adeta hava yastığı üzerinde giden bu otomobil gerçekten uçabileceğine dair bir his yaratmış olmalı. Fantoma filmlerinde zaten kaçış sonunda bir DS’in uçması ile biter. Oldukça erken bir tarihte, 1955 yılında ortaya çıkan bu mucizevi aracın bakımı biraz pahalıydı ama içi ve dışı insanları büyülüyordu.

Etiketler:

İlgili İçerikler: