Taksim'de İktidar İle Mimarlık Arasındaki Seküler Bir İlişkinin Sıradışı İşaretleri

KORHAN GÜMÜŞ

Neden Büyükşehir Belediyesi'nin "Kavuşma Durağı" adı verdiği Taksim'deki geçici sergi platformu tartışma konusu oldu?

Neden bugüne kadar Taksim Meydanı'ndaki bütün geçici yerleştirmelere, sahnelere, çadırlara, ticari pazar yerlerine seyirci kalan ve sesini çıkarmayan, bugüne kadar hiçbir konuda dinamik bir tavır sergilemeyen Koruma Kurulu montajın başladığı anda (7 Şubat) kaldırma kararı aldı? Politik nedenlerle bu kararın alındığı, amacın Büyükşehir'in icraatlarını engellemek olduğu söylenebilir. Ancak nereden baksanız, kurulun koskoca çarşılar, çadırlar için sessiz kalırken bu geçici sergi platformu için acil kaldırma kararı alması, geçici bir sergi platformunu basının ön sayfalarına taşıması manidar.

Kararın politik nedenlerle alınmış olma ihtimali var. Ben burada başka bir ihtimalden söz etmek istiyorum. Ondan on misli daha büyük Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı (CİB) çadırını, koskoca çarşıları, dükkanları görmediğini düşünürsek, bu geçici yerleştirmenin montaj aşamasında ilgiye mazhar olmasının nedeni farklı olabilir. O da kurulun Büyükşehir Belediyesi'nin bu geçici yerleştirmesini kalıcı bir yapı olarak algılama ihtimali. Büyükşehir Belediyesi de meydana bir çadır, ya da pazar yeri, dükkanlar falan yerleştirmiş olsaydı, büyük ihtimalle kurulun ilgisini çekmeyecekti. Nitekim hemen yanıbaşında meydanı enlemesine kesen devasa bir yapı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı çadırı aylardır orada duruyordu ve bu karar olmasa belki de daha aylarca duracaktı.

Bu varsayımımı güçlendirecek başka ilginç bir vaka daha oldu. Kavuşma Durağı’nın 625 bin liralık bütçesi basında 652 milyon TL olarak tanıtıldı. Bununla birlikte "sizden alınan paralar bakın nerelerde harcanıyor" kampanyası başlatıldı. Anlaşılan bu haberi yaparken kendi çektikleri fotoğraftaki inşaat tabelasına bile bakmamışlardı. Diyeceksiniz ki: Besleme basın bunu her zaman yapıyor, sürekli yalan söylüyor. Evet, Büyükşehir'i yıpratmak için yalan haber yapmaya daima hazır olduklarını tahmin etmek zor değil. Ancak yanlışlığın bu kadarının, bin misli ile karıştırmanın biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum. Bu karışıklık bilinçdışı bir duruma da işaret ediyor olabilir. Bu yanlış bilgiyi servis edenler kamuoyunu yanıltmak için değil, kendileri yanıldıkları için şaşırmış olabilirler.

Fotoğraf: Okan Ulusoy
Fotoğraf: Hacer Bozkurt
Fotoğraf: Hacer Bozkurt
Fotoğraf: Hacer Bozkurt

Kamusal alanda ilk defa bir mimari tasarım, mimar elinden çıkmış bir uygulamayla karşılaştıkları için ezberleri bozulmuş ve bu geçici yerleştirmeyi AKM falan gibi bir maliyeti olan bir yapı olarak görmüş olma ihtimalleri de var. Varsayımım şu: Bu geçici yerleştirmenin Koruma Kurulu'nun ilgisini çekmesinin ve basının harekete geçmesinin bir nedeni de bu geçici yerleştirmenin mimari özellikleri olabilir. Fotoğraflara bakarsanız, yerleştirme ya da geçici sergi platformu iki prizmanın karşılıklı olarak birbirinin içine geçmesi ve uzantılarının merdivenlere dönüşmesinden ibaret. Basamakların ve ortadaki sahnenin altında ise sergi alanı yer alıyor. Bu mekanı sınırlandıran ince dikey demirler şeffaflık sağlıyor; sergi alanı meydanın zeminiyle bütünleşiyor, kapatılmıyor. Böylece hemen yanı başındaki çadırda olduğu gibi meydan işgal edilmemiş oluyor ve "su almasın, kaplamalar uçmasın" diye polyester brandalar üzerine kum torbaları falan da koyulmuyor. İçindeki aydınlık sergi alanını dışarıdan çekici ve gösterişli hale getiriyor. Bu yalınlık ve tasarım zekası yan yana gelince bilinçdışı harekete geçmiş olmalı...

Seküler bir ilişkinin sıradışı işaretleri
Bu iki olaydaki sıradışılığın önemli işaretler olarak okunabileceğini tahmin ediyorum. Kamusal alandaki tasarımları kimlerin yapacağına, nasıl olacağına genellikle yöneticiler karar verir. Kavuşma Durağı’ndaki farklılık ise yönetimin mimari bir konudaki kararları az çok birilerine delege etmiş olması. Bu geçici, mütevazi denebilecek uygulama, kamunun bildiğimiz "tasarım rejimi" yani kurumsal bürokrasisi ile örtüşen bir uygulama olmadığı için bu kadar ilgi çekmiş olsa gerek. Bu iki olayın, besleme basının ve kurulun modern mimarlığa olan ilgisinin önemli bir tasarım sorunsalına işaret ettiğini söyleyebilirim.

Türkiye'nin kamusal tasarım rejiminin henüz neo-klasik dünyadan kopmadığını, modernleşmediğini düşünüyorum. Neo-klasik dünyada iktidarla sanat, tasarım, fikir üretiminin örtüştüğü varsayılabilir. Seçkinler, yaratıcı sınıflar politik iktidar alanının içinde yer alırlar ve kompartımanlar halinde ayrışırlar. Örneğin, bir kamusal alan için fikir geliştirilecekse, kamu kararlarıyla bir proje yapılacaksa, açık bir fikir geliştirme ortamı yoktur. Neo-klasik devletler, iktidarla bu imtiyazlı elitin birbirinin içine girdiği, birbirini sarmaladığı kamu düzenleridir. Bu kamu düzenleri dışlayıcıdır; fikir üretimi, sanat ve tasarım politik kimliklerle, patronajla çitlenmiştir. Seküler olmayan ilişkiler her alana, muhalif gibi gözüken topluluklara da bulaşmıştır. Bu yüzden güncel sanat ve mimarlık büyük sermayenin hayırseverlik alanına izole olmuştur. Onların kamusal alana çıkmalarına izin verilmez. Ayrıcalıklı sınıfların bir ilgi alanı, yaşama tarzı gibi algılanır. Bu nedenle asla karışmayacak halde, özenle birbirlerinden ayrı tutulurlar. Gönüllü faaliyetler gibi gözüken kamusal alanlar çoğu zaman arkalarında kamu yetkilerini, imkanlarını gizlerler. Örneğin, gönüllü olarak katıldığınız, "görüşünüzü almak" amacıyla davet edildiğiniz ortamlar arkalarında ayrıcalıklı ilişkileri gizlerler. Bu yüzden sekülerleşme, simgeselleştirme eylemliliği öznenin kamusal alanda yalnızca varlığını ortaya koyma değil, temsil etmenin ötesine geçme, iktidardan bağımsız ilişkiler yaratma eylemliliği olarak tanımlanabilir.

İlginç olan çoğu zaman profesyonellerin kamusal alandaki bu sekülerleşme problemini ihmal etmeleri ve onu kendi kişisel problemleri haline getirme eğilimleridir. Şöyle sorularla karşılaşırız: "Bu projeyi neden o yaptı?" Söylenmek istenen şudur: "Bu işi neden bana vermediniz?" İktidar alanın dışında kalmak onları sürekli yaralanabilir kılar. Efendinin bir köle karşısındaki tutumu gibi gaddarca olmasa bile onları hep bir ikilem içinde bırakır, muhatap alınmama kaygısı ile. Bazen kamu tarafındaki alt düzeydeki bir görevli bile bu oyuna keyifle katılabilir. Oysa mesele ancak sembolik alanın içindeki bir temsil sorunsalının ötesinde, dışıyla, yani nesneleştirilen, izleri silinenlerin karşılaştıkları şiddetle ilişkili olarak okunabilir. Örneğin, yaşayanların hayatını tümüyle etkileyen bir kentsel dönüşüm projesini düşündüğümüzde plan veya proje aşamasına gelindiğinde zaten müdahale gerçekleşmiştir. Bu aşamadan sonra projenin eleştirilmesi bir etki yaratmaz.

Tasarım neden seküler bir yönetim modeline ihtiyaç duyar?
Tasarım yönetiminde sekülerlik oldukça çetrefilli bir konudur. Çünkü zannedildiği gibi otokratik kamu düzenleri yalnızca politik iktidarın sanata, tasarıma, fikir üretimine müdahale etmesi şeklinde değil, tersine sembolik sermayenin içindeki imtiyazlı grupların iktidarın içine sızmasıyla gerçekleşir. Otokratik tasarım ve sanat etkinliklerinde fail, görünen özne, yani iktidar değildir, iktidar kılığına girmiş, onun içinde saklanmış olandır.

Kamu yönetimlerinin kamusal alanı "resmi mekan" ise mimarlığın alanı "sivil mekan"dır. "Resmi mekan"ın temsillerin kamusal niteliği için gerekli altyapıyı oluşturduğunu varsayabiliriz. "Sivil mekan" ise yönetsel kararların dışındadır, eleştirel fikir ve yaratıcılık alanıdır. Birbirlerini etkiler, dönüştürürler. Ancak işleyişleri farklıdır. Resmi ile sivilin, bu ikisinin örtüştüğü, iç içe girdiği rejimleri ise kapalı uçludur. Şiddet üretir.

İktidarın temel işlevi, Foucault'un işaret ettiği gibi yalnızca baskılar, fiziksel şiddet değil, sembolik alandaki potansiyelsizleştirmedir. Yapabilir kılmayı çeşitli eylemsellikler ile düzenler. Seçkincileştirici bir düzen tesis eder. İçerici ve dışlayıcıdır, katılımı ya öngörür ya da engeller. İktidarın bu işlevi eylemselliklerle düzenlenir. Sembolik sermaye sahiplerinin, "kamusal alan efendilerinin", kamu adına imkan ve kariyer fırsatları sunanların, "katılım" dedikleri ortam, kamu adına elde edilmiş olan imtiyazların, iktidarla ilişkili sembolik işlevlerin, kapasite sahiplerinin iş takip ettikleri ortamlardır.

Şiddetsiz bir sembolik alanın varlığı için seküler bir kamu düzeninin olması gerekir. İktidarların gücüyle sanatın, fikir üretiminin, tasarımın iç içe geçmemesi gerekir. Bunların birbirinin içine geçmesi şiddettir, yıkımdır. İktidarların kültür ve sanat üzerindeki tahakkümü ayrımcılık yaratır, düşünce yasağı, sansür üretir. Bir şiddet, bir yoksun bırakma içerir. Bu yüzden sembolik sınıf mensuplarının, sermaye sahiplerinin yalnızca belli bir kamu yönetimine yakın oldukları için söylediklerinin dinlenmesi ya da olmadıkları için dinlenmemesi, dışarıda kalması ironiktir. Temsil sorunsalını gizler, meseleyi sembolik sınıfın kendi içindeki bir problem gibi gösterir. Oysa sorun yalnızca iktidarın onları dinlemesi veya dinlememesi değil, iktidar aygıtı ile kurdukları ilişkilerin ürettikleri bilgiyi dönüştürmesidir. Asıl mesele sembolik işlevlerin iktidar aygıtını ayrımcı, eşitsizlik yaratıcı, yaralayıcı, travmatik bir hale getirmesidir.

İktidarın hayatla, sanatla, tasarımla ilişkisi bu açıdan varoluşla ilgili bir paradoks içerir. Temsil ettiğinin canlı olduğunu bilir ama onu ancak bir ölü olarak kavrayabilir. Canlı olduğuna, mevcudiyetine dair birtakım işaretler vardır. Ama yine de ölü. Çünkü iktidar ile temsil örtüştüğünde, şehir bir hayalete dönüşür.

Sorunu ifşa eden sıradışı olaylar
Taksim gibi bir yer, söylemek bile fazla, tıpkı bir söylemsel pratik gibi bir anlam kazanan mekan. Onun bu halini kavramadan, bu söylemsel pratiklerle ilişkiyi kopararak, meydanı plastik bir nesne ya da bir ulaşım mekanı gibi algılayan ve işleyen bütün müdahale girişimlerinin, projelerin boşlukta yüzdükleri söylenebilir. Bu açıdan geçmişteki plan ve projeleri değerlendirmek, 1980'li yıllardan beri gerçekleştirilmeye çalışılan ulaşım çözümlerini, AKM'nin restorasyonunu ya da yıkımını ele almak, boşluğa bakmak gibi bir şeydir.

Seksiyonlaşmış mekan temsilleri de hafızayı, olmakta olanı inkar etmeyi, mimarlığı görüş alanının dışına atmayı, meseleyi politik iktidara bırakmayı amaçlar. Sembolik işlevin inkarı da seküler olmayan, modernist bir iktidar içinde gerçekleşir. Ulus-devlet sürecindeki seküler görünümlü, iktidar bağımlısı modernlik sorunsalı içinde yer alır. Bu yüzden Taksim, bu müstesna temsil sahnesindeki mimari eylemsellikler, deneyimler sürekli "saf sembolik bir pratik" olma hali ile bir "yok-yer" olma hali arasında gidip gelir. Bir kamusal alan olarak sürekli ya tamamen saf bir temsil alanı olma hali ile ya da bir ulaşım ya da geçiş alanı olma hali arasında sıkışıp kalır. Taksim'in bugüne kadar sürekli başına gelen budur. Bu açıdan politik iktidar ile kapalı uçlu şehir planları, projeler üreten ulus-devletin imtiyazcı sembolik sermayesi arasındaki işbirliklerini ve gerilimleri simgeler. Taksim sahnesinde sergilenen bu ikircikli eylemsellikler, seçkincileştirici imtiyaz mücadelelerini, ulus-devletin kültürel politik alanının nasıl yeniden üretildiğini gözler önüne serer. Bu sekülerleşmemiş kamusal alan aynı zamanda mimarlığın da "sıfır noktası"dır.

Örneğin, iktidara bağlı sembolik eylem olarak ne kadar uğraşılsa, ne yapılsa Taksim Cami mimarlığın entelektüel alanı içine taşınamaz. Çünkü bağımlı, sekülerleşmemiş profesyonellik onu bir inşa problematiği içinde kavrar. Bu onun zihin dünyasını felç eder, bir fikir değil inşaat olarak temsil eder. Böylece mimarlık, bir zihinsel eylemlilik olarak değil, varoluşsal amacı inşaat olan, ancak onunla varlık kazanan bir boşluk olarak gerçekleşir. Aynı şekilde böylesine bir temsil problematiği içinde olmayan ulaşım planlarına, projelerine, tünellere ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, kentsel bir anlam kazandırılamaz. Onlar da kamu aklını değil, bir imtiyaz grubunun kendi çıkarlarını, şehrin zihin dünyasını felç eden kapalı uçlu eylemsellikleri temsil eder. Bu açıdan iktidara bağımlı her iki temsil biçimi de travmatiktir çünkü her ikisinin de varoluşsal problematiği temsil meselesinin yarattığı yarığı, krizi ört-bas etmeye, inkar etmeye dayanır.

Taksim'deki yaşananlara temsil ve tasarımın sekülerleşme problematiği açısından bakmaya çalıştım. Açıkça söylemek gerekirse, bu meseleyi ele almak için bundan daha elverişli bir alanın olduğunu zannetmiyorum. Zaman zaman, bu müstesna alanda Gezi eylemleri gibi neo-klasik temsil sorunsalının nasıl sökülebileceğini ifşa eden sıradışı olayların yaşandığına tanık oluyoruz. Ancak ortaya çıkan bu ipucu niteliğindeki işaretlerin, bildiğimiz "politik anlamları" dışında, mimarlığın entelektüel dünyasında karşılığını bulduğunu, tartışıldığını ya da tam kavrandığını açıkçası pek düşünmüyorum.