Tasarımın Kutsal Alandan Çıkarılması ve Dünyevileştirilmesi

KORHAN GÜMÜŞ

Şehirle ilgili bir çalışmada desteğini almak için Bülent Erkmen’in ofisini ziyaret ediyorum. Galata yıkımlarına (1988) karşı yürütülen mücadeleye destek vermek için yapılan afiş, Erkmen’in çalışma masasının karşısında, duvara dayalı duruyor. Bu beklenmedik karşılaşma beni sevindiriyor. (Büyük talep gören bu afişlerden bende bir tane bile kalmadı, matbaadan doğrudan ofisime gelmesine rağmen.)

Onun ve arkadaşlarının hazırladıkları bu afişte Kuledibi'ndeki yıkımların üzerinden on yıl geçmiş olduğu varsayılıyor ve üzerine el yazısıyla düşülen notta fotoğrafta görülen binaların artık var olmadığı söyleniyor. Afiş, mesajı açısından alıştığımız örneklere hiç benzemiyor. Nitekim uzun süreli olarak evlere, ofislere asılması da onun geçici bir kullanım için üretilmediğini düşündürüyor. Aradan geçen onlarca yıla rağmen duvarlara yapışmış olarak gördüğümü hatırlıyorum.

Afişin genellikle yapıldığı gibi, bir sivil toplum kesimini, bir topluluğu, bir kamu yararı anlayışını da temsil etmediğini söyleyebilirim. Daha çok, izleyiciyi sorun üzerine düşündürüyor. (Oysa o tarihlerde yapılan afişlerin genellikle “halk için neyin doğru olduğunu biz biliriz” der gibi bir halleri vardı.) Bu afişin mesajının kitlelere değil, aktivistlere yönelik olduğu varsayılabilir. Kolayca araçsallaştırılabilecek, popülist söylemlere malzeme olabilecek, belli bir kesim tarafından yönetildiği düşünülebilecek direnişi sanki merkezsiz hale getiriyor. Ayrıca “bakın bu yaptığınız basit bir iş değil, araştırmanız, düşünmeniz ve uğraşmanız gereken bir dolu boyutu var” der gibi bir hali var. Bu sıradışı afişin ve sonrakilerin kent aktivizmine farklı bir perspektif kazandırdığını düşünüyorum.

Şimdi bir de direnişin hangi koşullarda ve nasıl yapıldığına bir bakalım: Dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Galata’yı yıkmak istiyordu. Ona göre, turist otobüslerinin park etmesi için yere ihtiyaç vardı, bunun için yıkım gerekiyordu; yapılması gereken bu kadar basitti. Dalan’ın akademik alandan devşirdiği danışmanları vardı, “bu binaların mimari bir değerinin olmadığını” kulağına fısıldamışlardı. Muhtemelen bu kararı kendisi değil, hala şehirdeki azınlıkları kazımayı hedefleyen, şehrin levanten geçmişinin, dokusunun izlerini silmeye çalışan muhafazakar görünümlü, millici, ayrımcı “derin” entelejansiya empoze etmişti. “Ben hocalara danıştım, bu yapıların tarihi bir değeri yok, bizim ecdadımızın eseri değiller, dolayısıyla yıkılmalarında bir mahzur yok” diyordu. Eğer bu direniş olmasaydı, bugün Galata Kulesi’ne uzanan Büyük Hendek Caddesi’nin bir tarafı tamamen yıkılmış olacaktı.

İstanbul 2010 Kültür Başkenti kapsamında hazırlanan Hayal-et Yapılar; kitap tasarımı ve yayın: PATTU Mimarlık
Galata yıkımlarına karşı mücadeleyi destek için Yeşil Dayanışma Galata’yı Koruma Etkinlikleri kapsamında hazırlanan afiş, Bülent Erkmen, 1998

İşin tuhaf tarafı, güçlü meslek kuruluşlarının yöneticileri Galata yıkımlarını engellemeye çalışan girişimi oluşturan gençleri küçümsüyorlardı. “Hiç boşuna uğraşmayın, sizin gücünüz ne ki? Dalan sizi anında ezer geçer. Biz koskoca kurumlar (gerçekte 10 kişiyi bile zor topluyorlardı) bile başaramadık” diyorlardı. Seçkincilerin ve yukarıdan bakan Büyükşehir Belediyesi danışmanlarının bilmedikleri, Galata’nın insansız bir mekan olmadığıydı. Bu milliyetçi söyleminin hedef aldığı kitle çoktan yer değiştirmişti. Binalar gayrimüslimler tarafından yapılmıştı ama o tarihlerde içlerinde yaşayanlar şehre yeni göç etmiş yoksullar ve emekçilerdi.

İlginç olan, bu direnişin bildiğimiz halk için neyin gerekli olduğunu bildiğini iddia eden meslekçi “muhalif” söylemden tamamen farklı olmasıydı. Bu gençler, yıkımlara karşı, meslek kuruluşlarının itiraz biçiminden çok farklı, hiç beklenmedik bir direniş yöntemi geliştirdiler. Karnavalımsı bir etkinlikler dizisi planlayıp, evleri semtlilerle birlikte temizleyip boyamaya başladılar. Günlerce süren bu direniş inanılmaz bir ses getirdi. Bir şenlik şeklinde gerçekleşen boyama, temizleme eylemi itirazdan daha etkili oldu. İstanbul’un birçok semtinden binlerce insan akın akın Galata’ya geldi, yerel halka ve eylemcilere destek verdi, çalışmalara katıldı. Galata’daki şenlikli ev boyama direnişi büyük basında ön sayfada yer buldu. Sanatçıların, yazarların, mimarların semtte yaşayanlarla ilişki kurması, ellerine süpürge, fırça alıp birlikte evleri temizlemeye başlaması o tarihlerde hiç beklenmedik bir durumdu. Bu müzikli, fırçalı, boyalı yaratıcı direniş yöntemi karşısında başka konularda burnundan kıl aldırmayan Büyükşehir Belediye Başkanı Dalan, afalladı. İşin bütünüyle aleyhine döndüğünü görünce de arkasına bile bakmadan kaçtı gitti. Galata yıkımını bir daha ağzına bile alamadı. Bu zannedersem onun karizmasının çizildiği ilk olay oldu.

MÜCADELE KUTSAL OLAN İLE DÜNYEVİ OLAN ARASINDA
Şimdi gelelim bugüne. Kutsallaştırma ritüellerinin müstesna temsil sahnesinde olup bitenleri çok uzun süredir, yaklaşık otuz senedir izleyen bir kişi olarak, Topçu Kışlası’nın yeniden gündeme geleceğini adım gibi biliyordum. Kutsal alandan çıkarılmadığı ve dünyevileştirilmediği sürece, tıpkı bir hayalet gibi Taksim’e musallat olacağını da. Bu yüzden “Taksim'de Topçu Kışlası yapılacak” açıklamasını duyunca hiç şaşırmadım.

Topçu Kışlası, simgeselleştirmeye direnen gerçeğin gizlenmesini, maskelenmesini sağlayan bir fantezi kurgudur. Bu kurgu, kayba yol açan şeyi, kapitalist modernleşme sürecinde şehrin dönüşümünü, özne olma koşullarının oluşumunu gizler. Bu yüzden yıkım ve inşaata yönelerek öznenin arzusundaki gerçekliği, simgeselleştirilemeyeni maskeler: Bir taraftan “Batı özentilerinin yok ettiği kendi milli değerlerimizi, Osmanlı geçmişimizi ihya ediyoruz” derken diğer taraftan Cumhuriyet tarihinin şehirdeki en önemli mekansal düzenleme örneğini yok etmeye çalışır.

Öznenin nasıl oluştuğunu anlayabilmek için simgeselliğin bir “kurucu paradoks” içinde yapılandığını görmek gerekir. Burada yıkımı ve inşa eylemini arzunun gerçeğinden kaçmak için öznenin rüyasından uyanmasına benzediğini düşünüyorum. “Gerçeklik, rüyayı taşıyamayanlar içindir.”1 Bu tahayyül, bu fantezi kurgu, öznenin kendi deneyiminden kaynaklanmaz. Başka anlatıların, söylencelerin üst üste yığılmasından, aktarılmasından, yeniden yorumlanmasından oluşur. Özne rüyasında yok edilen bir şehir anıtını, şehrin Osmanlı geçmişini görür: Ona göre kapitalist modernleşmenin ayrıcalıklı güçleri, milli değerleri (ve milleti) aşağılayıcı kurumları, kutsal değerleri imha etmektedir. Uyandığında, yani iktidara geldiğinde ise hemen yanı başında, yakın çevresinde (şehrin en arsız, gözleri paradan başka bir şey görmeyen) korumacı-ihyacı mimarlarını ve müteahhitlerini bulur. Bu güruh onun her yaptığına kafa sallamakta; çıkarları için hayallerini destekler, paylaşır gibi görünmektedirler. Bu bağımlı uzmanlar sınıfı siyasetin işlevini tanımlar: Bu iktidar gücünü ve imtiyazlarını kullanarak “piyasa” deneyimlerini kamusal alana taşırlar. SİT alanı ilan edilen bölgelerde imar kısıtlamalarını aşmak için yöntemler bulurlar. Kuralları şekilcileştirir, işler, çevirirler. Örneğin Boğaziçi’nde, bugün imara açılmamış yerler tespit edilir. Eski belge ve fotoğraf avına çıkılır. Tescilli yapıların dönüşümünde de bu aracılar kullanılır. Kültürel mirasın korunması meselesi böylece ters yüz olur. Mirası koruma meselesi bu açıdan tıpkı defineciliğe benzer.

GÜCE BAĞIMLI TASARIM TEHLİKELİ HALE GELİR
İktidarla teçhizatlandırılmış tasarım, bir ayrımcılık ve şiddet aracına dönüşür. Kutsallaşır, dünyeviliğini kaybeder. Özne iktidarını inşa etmek için kendisinin tasarlayıcı olduğuna, kurgusunun gerçekliğine inanır. Bu yüzden farklı hayallerin kurulmasına izin verilmez. İktidar, sürekli uyanık olma halidir. Eğer izin verilse kitlelerin hayal kurucuların peşine takılacakları, başka alemlere sürüklenecekleri açıktır. Bu yüzden, kitlelerin kontrol altına alınması için tasarımcıların da güce ve çıkarlara bağımlı hale getirilmesi gerekir. On yıl önce Taksim’de Topçu Kışlası’nın ihyası için harekete geçen ve bu tür işlerde aracılık yapan mimarların iktidara verdikleri mesaj şuydu: “AKM’de size tuzağa düşürenler şimdi de Gezi için benzer bir çalışma yapıyorlar. Sakın onları dinlemeyin!”

İhya etmek, korumak, hatta kurtarmak… Tasarım, her şekliyle kutsal alanın ritüelleri içindedir. Kutsallaştırma imtiyazlı sınıfların temel motivasyonunu oluşturur. Bu tür konuları açıkta konuşmayı denemek kutsal alana el uzatmak, saygısızlık yapmak anlamına gelir. Bu durumda tasarımcılar iktidara dahil olarak oyunun kurucu öğeleri halini alırlar ve hayal etmeyi yasaklarlar. Tasarım radikal değil, en normal, konformist haliyle, olağan koşulları içinde tehlikeli hale gelir. Rutin işleyişi içinde tasarım fundamentalizmin kaynağı halini alır.

Üniversite adını kullanarak Sulukule projesini yapan mimarlar, başka bir alternatifin olmayacağını söylerler. Kabataş’taki Martı’nın müellifi, başka alternatiflerin de olabileceğini söyleyenlere “gücünüz varsa, siz de yapın” diye cevap verir. Taksim Meydanı’nı bir otoyol kavşağına çevirmeyi hedefleyen (ve aynı projeyi yönetime defalarca satan) plancılar, “ulaşımın bilimsel bir konu olduğunu ve tartışılamayacağını” iddia ederler. Taksim’deki kışlayı “tasarlayan” mimar, görselleri hiç zahmet etmeden “Hayal-Et Yapılar” başlıklı, şehirde kaybolan yapıları tanıtmayı hedefleyen bir sergi ve kitaptan aşırır. Bir kamu kuruluşu ile olan ilişkisini kullanarak Sütlüce kazuletini tasarlayan ve projeyi bile yönetemeyen mimar, restorasyonun mevcut yapıyı yıkarak da yapılabileceğini belirtir. Tarihi Yarımada planlarını hazırlayan plancılar Süleymaniye’de yaşayanları beğenmeyip “sokaklarında şerbetçilerin dolaştığı, kadınların kafeslerin arkasından baktığı” bir mahalle tasarlarlar.

Galata’daki semtlilerle birlikte yıkılmak istenen yapıların onarılması gibi, başka bir dolu “dünyevileştirme” girişimi gerçekleşti. Semtlilerin Park Oteli mücadelesi, Gökkafes’te kamuya açılan muhalefet, 3. Köprü’ye karşı güçlü muhalefet, mahalle meclisleri, platformları da, devlet politikalarını değiştiren 1996 Birleşmiş Milletler Zirvesi, 1999 Depremi’nden sonra oluşan sivil koordinasyon, Sulukule’de yerel katılımla gerçekleştirilen alternatif çalışmalar, sivil inisiyatifin Atatürk Kültür Merkezi (AKM) restorasyonu projesi, Gezi gibi yıllarca süren çalışmalar şehirle ilgili dünyevileştirme girişimleridir. Bu nedenle hafızalarımızdan kazımaya çalıştıkları şey yalnızca AKM gibi mekanlar değil, imgelerin iktidar denetiminin dışına çıktıkları yarıklardır. Bu yarıklardan dışarı çıkan şey kutsal alandakilerin imha etmekte anlaştıkları ortak şeydir, kendi aralarında çatışıyor gibi olsalar da.

Yok etmek istedikleri yalnızca onların fiziksel varlıkları değil, onları kutsal alanın dışına çıkaran girişimlerdir. Bağımsız bir inisiyatifin devreye girmesiyle AKM ne zaman dünyevileşti, o zaman farklı çözümler ortaya çıktı, gerilim ortadan kalktı. Siyasal iktidar, yıkmayı düşündüğü (ve elbette bu tür meseleler için farklı bir deneyim geliştirmesi hedeflenen Avrupa Kültür Başkenti programına konmasını istemeyen) AKM’nin onarımı için bütçe ayırmak zorunda bile kaldı. Ama AKM ne zaman kutsal alana tekrar dahil edildi, o zaman iktidar rahatladı ve kolayca yıktırıldı. Eğer AKM bir komploya kurban gitmemiş olsaydı, her şeyiyle mükemmel bir biçimde korunmuş olarak dokuz senedir şehrin kamusal hayatına katılıyor olacaktı. Eğer AKM’yi kutsal alandan dışarı çıkarma gayretleri, özverili çalışmalar sinsi yöntemlerle bastırılmış olmasaydı, bugün Gezi de tasallut altında olmayacaktı. Aynı şekilde Sulukule’de gönüllü insanların London College University ile birlikte geliştirdikleri ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen çalışma engellenmeseydi, belki de kentsel iyileştirme uygulamaları başka yönde olacaktı.

Bu girişimlerin el birliğiyle hafızalardan kazınmaya çalışılması boşuna değildir. Çünkü bu örnekler kutsallaştırma rejimlerinin maskelerini düşürür, kapattıkları perdeleri aralar.

NOTLAR
1 Slavoj Zizek, “Marx Semptomu Nasıl İcat Etti?”, İdeolojiyi Haritalamak içinde, çev. Sibel Kibar, s. 482, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2011