Tayfun Gülnar’ın Mimari Alemi

BİLGE BAL

Bilge Bal, Tayfun Gülnar'ın 27 Aralık 2017-28 Ocak 2018 tarihleri arasında Galeri x-ist'te açtığı ilk kişisel sergisi Chromophobia'nın dört dizisi üzerinden ressamın hayali kurgularını, labirent olarak tanımladığı mekanlarını yazdı.

"Ormanda altı ayak boyunda ve üç ayak eninde kürekle piramit formuna sokulmuş bir tümseğe rastlarsak, hemen ciddileşiriz ve o bize bir şey söyler: Burada gömülmüş birisi yatıyor. Bu mimaridir."
Adolf Loos1

Tayfun Gülnar’ın2 mimari alemi, ilk karşılaştığımda bana tuhaf ve bilmece gibi gelen epey mimari yüklü dört resim dizisiyle konuşma çabasıyla başlıyor. Gülnar’ın İstila, Sonsuz Devir, Yıkım ve Fragmanlar dizileri birtakım temsiller değil, duyular uyandırmak istiyor; bir bilinç, bilgi çıkarımı, mantık ve gerçeklik yerine bir karşılıklılık talep ediyor. Gülnar’ın imgeleri, başka bir şeylere benzetilmesine izin vermeyecek şekilde belirginler ancak imgelemimizi harekete geçirecek ölçüde de açıklar. Bu nedenle, bizi kurmakla tanımak, dışarıda, yolda bulmakla yaratmak arasında bırakıyorlar. Dizilerin tamamına ressamın adını koyduğu gibi Chromophobia3 değil mimari demeyi tercih ediyorum çünkü sadece yüzeyden ibaret olmayan resimlerdir bunlar, dokunma ve hacim duyusuyla alımlanan ya da bu duyulara gönderme yapan duyum ve anlamlara sahiptirler. Alem demeyi tercih ediyorum çünkü her bir resim ve dizi birbirinin çevresinde dönüyor. Resim yüzeyleriyle konuşmaya başladığımızda görürüz ki yüzeyler derinleşerek bir kent ve mimari anlatısı içinde bizi dolaşmaya davet ediyorlar ve biz dolaşırken kendi serüvenlerini de bizim aracılığımızla tekrar sahneliyorlar.

Sistematik bir yaklaşımdan türeyen birbirinden farklı mekan-öyküleri olarak Gülnar’ın resim dizilerinin içine dalmak, adeta ressamın mimari aleminde bir gece gezintisine çıkmaya benziyor. Gece gezintisinin kaynağıysa uyanık halde yaşam ve düşte yaşam arasında asılı duran Sürrealistlerin kenti keşif yürüyüşleri…4 Gezinti bu yüzden de rüyaların dilini konuşuyor. Müphemlik, tutarsızlık ve çelişkiye imkan tanıyan, insanı başka varlıklar ile; yeraltını yerüstü, karanlığı aydınlık, geceyi gündüz, gerçeği gerçeküstü, olağanı olağandışı, sıradanı hayali ile bir araya getirerek bir komşu aleme götüren bir tekinsizlik hali, bir kaygan zemin. Sahip olduğumuz her şey ve henüz karşılaşmamış olduğumuz hiçliği bir araya getiren bir ortam. Gece gezintide her şey hem var olana çok yakın hem de bambaşka. Hem dolu hem de boş. Mimarlık da hem somut gibi görünür hem de soyuttur.

Yıkım Serisi, Yıkıntı l; Tuval üzerine yağlıboya, 200 x 200 cm, 2016, Tayfun Gülna
Yıkım Serisi, Chromophobic Sample; Tuval üzerine yağlıboya, 70x90 cm, 2016, Tayfun Gülnar
Şehir, Labirent, Mezar; Tuval üzerine yağlıboya, 100 x 100 cm, 2017, Tayfun Gülnar
Sonsuz Devir; Tuval üzerine yağlıboya, 100x100 cm, 2016, Tayfun Gülnar

Gülnar’ın aleminin mimarisi, labirenttir; zamanı, yeri, hatta olup olmadığı bile belli olmayan, zaman aşırılık içinde yüzen, şaibeli bir kent parçasıdır. Labirentte gece gezintisine çıkmak, aslında kaybolmaktır. Onu kat etmenin net ve belirli bir güzergahı yoktur. Bir ucundan diğerine henüz bilmeme haline eşlik eden, merak ve rastlantıyla, sezgilerle yol alınır. Gece gezintisi, türlü varlıklar, artifaktlar ve nesnelerle rastlantılar ve karşılaşmalara da her an açıktır. Gecenin kahramanları, türlü korkutucu sürüngenler ve kemirgenler, kanatlılar; şüpheli, tehlikeli, gizemli ve tekin olmayan karakterlerdir. Çünkü gece, yeraltıdır. Belli belirsizliktir. Karanlıktır ya da zayıf ışıkla aydınlanan nesnelere ait gölgelerdir, saydamlıktır ve hayal gücüdür: Her şeyin olduğundan daha büyük ve farklı, daha irkiltici göründüğü bir ortamdır. Denk gelinen sahneler, bilindik ve aşina olabileceği gibi esrarlı, şaşırtıcı, kuşkulu, ürkütücü, müphem, tahmin edilemez ve olağandışı olabilir. Gece gezintisi, zihni farklı bir gerçeklik yaratmak üzere özgür de bırakır. Hatta olamayacakları bile oldurur. Gülnar’ın mimari alemi, inandırıcı olmayan spekülasyonlar, tuhaflıklar, harikuladelikler, tekinsiz mekanlar ve olağanüstü varlıklar, canavarlarla doludur.

Tayfun Gülnar’ın mimari aleminde çıkılan bir gece gezintisinin amacı farklı mekan-öykülerinin tekinsizliğini şiddetlendirerek artırmak ve bilmecemsi niteliğiyle ilgili estetik deneyimi derinleştirmektir. Yazı, bu deneyimin kaynakları üzerinde de duruyor: Renksizlik, dizisellik, imge alfabesi ve soğuk maddeler, arkitektonik duyguları gömülü oldukları yerlerde bulup toprağın üstüne çıkarıyor. Öncelikle renkle bir hesaplaşma vardır. Renk, coşkulu değil şiddetli, dehşetli ve neşesizdir. Işığın açtığı bir imkandan çok ifade-dışı niteliğiyle madde gibidir. Dizisellik ve alfabede bir ilk imge ya da figürün tekrar ve çeşitleme yoluyla farklı imkanlarının yoklanması ve değerlendirilmesi vardır. İmge ya da figür ufalanır, dağılır ve yeniden birleşir. Aynı zamanda resimlerde çıkılan gezintide derinleşen yüzeyin gezginle ruhsal bir alışverişi vardır. Mimari, yaşanan soğuk ve travmatik deneyimi ehlileştirmek yerine artırır.

RENKSİZLİK
Tayfun Gülnar, mimarlık alemini inşa ederken rengin alanından kaçıp sıfır noktasına döner. Sadece siyah, beyaz, gri ve tonlarını kullanır. Bu ışıksızlık ve renksizlik, resim-mekanlarının tedirginlik düzeyini artırır. Görmeyi kısıtlayan ve başka duyuları keskinleştiren geceyi ve karanlığı bize duyumsatır. Renk olmayanlar, aşina olunan hiyerarşileri de ortadan kaldırır ve renk kısıtlamasıyla yaratılan homojenlik etrafa daha dikkatli bakmayı, detaylara inmeyi tetikler. Karşılaştığımız her mekansal serüvende bizi ayık tutar. Hareketi ve dona kalmışlığı, yumuşaklık ve sertliği, hafiflik ve ağırlığı, saydamlık ve katılığı, doluluk ve boşluğu, soğukluk ve sıcaklığı, canlı ve ölü oluşu hissederiz. Tenhalığın, tehlikenin ve kalabalığın sesini duyarız.

DİZİSELLİK
Gülnar’ın resim-mekanları, dizi halindedirler ve sistematik bir yaklaşımdan türerler. Bir temanın çeşitlemeleri olarak bir iç tutarlılık ve bütünselliğe ulaşır ve çok güçlü bir atmosfer yaratırlar. Burada tutarlılık zamansal değil mekansal bir vurgudur, resimlerde mimarlıkların ve yaratıkların ısrarlı varlığıdır. Her bir resim, Gülnar’ın mimarlık aleminde yaşanılan deneyimin münferit bir parçasıdır: Hem biçimine hem ruhuna tanıklık edilen bir mekansal yolculuğun görsel birer kaydıdır. Bu bağlamda her bir resimsel deneyim, bir mekan kurucu öyküdür. Bu farklı resim-mekan öyküleri arasında bir süreklilik kurulursa Gülnar’ın dizileri, bir yolculuk serüvenine ilişkin anlatı halini alır. Yolculukta aynı anda hem bir zihin hem de bir kent parçası haritası çıkarılmış olur.

Gülnar’ın aleminde yol alırken büyürüz, küçülürüz; bazen Gulliver5, bazen de Alice6 gibi hissederiz. Böylece, serüvenin parçalarının deneyim/gözlem ölçekleri çeşitlenir. Resimler, gezgin aracılığıyla kimi zaman labirentin içinde göz seviyesinde denk gelinenleri, yanında yakınında olanları, kimi zamanda labirentte olup bitenlere yüksek bir noktadan veya uzaktan daha genel bakılanları yeniden sahnelerler. Yolda türlü mimariler ve yaratıklar bize eşlik eder. Burada ölüm, yokluk, şiddet, istila, ıssızlık, garip rastlantılar, huzursuz bir sükunet, düşsel bir gerçeklik kol gezer.

İMGE ALFABESİ
Gülnar’ın dizilerinde mimariler ve yaratıklar, belli formlarda tekrar eder ve bir imge alfabesi oluştururlar. Tekrar, takıntının, aynı yerde durmanın, hep aynı sözü söyleyebilmenin aracını ve ifadesini kurar. Bizi her resim-mekanda bir ortak hafızaya götürür. Gülnar’ın imge alfabesinin ipuçlarını Fragmanlar dizisinde buluruz. Burada iletişimi kuran ses değildir, bir söz boşluğudur. Dilin saydamsızlığı ve yoruma açık oluşudur. Tıpkı rüya tabirleri gibi. İmge olan ve olmayan sürekli birbirini inşa eder.

Gülnar’ın Fragmanlar’ı bu açından piktogramlara benzerler; mekan kurucu öğeler olarak bağlantıları kesilmiş ve parçalara ayrılmış temel nesne ve düşüncelerin “sembolik” çizimleridirler. İlk duruşlardır. Gülnar’ın imge alfabesinin öğeleri şunlardır: Yeraltı, çok bacaklı bir sürüngen, karanlık, kalabalık; saf geometrik katıların bir kütle kompozisyonu, labirentimsi yapı, uzayda bir yer, istila; boşluğundan içine bakılabilir bir kütle ve üzerinde zamanın izleri, bozulma ve bakımsızlık, terk edilmişlik; viraneye dönüşmüş bir kütleye ait bir köşe, ıssızlık, yıkım, döşemeden geçen saydam bir figür/hayalet; boşluksuz saf katı-mezar taşı/kaide ve üzerinde bir örtü/terk edilmişlik, ölüm; gecenin bildikleri, korku, tekinsizlik.

Yıkım Serisi, Yıkıntı ll; Tuval üzerine yağlıboya, 60x60 cm, 2016, Tayfun Gülnar
Yıkım Serisi, Yıkmak lll; Tuval üzerine yağlıboya. 50x69 cm, 2017, Tayfun Gülnar
Sonsuz Devir Serisi, Sonsuz Devir II; Tuval üzerine yağlıboya, 103 x 103 cm, 2016. Tayfun Gülnar
Yıkım Serisi, Chromophobic History; Tuval üzerine yağlıboya, 60x120 cm (30x30; 30x30; 60x60; 30x30; 30 x 30 cm), 2017, Tayfun Gülnar
Fragmanlar X, IX, VIII, V, VI, VII, IV; Kağıt üzerine guaj; Ø 18, 30, 13x27, 18, 20, 18, 17 cm, 2017, Tayfun Gülnar

SOĞUK MADDE - ARKİTEKTONİK DUYGULAR
Antroposen’de vücut bulan yeni jeolojik çağ bağlamında düşünüldüğünde Gülnar’ın olağanüstü varlıkları ve mimarileri, (mimari) maddenin yeniden kavramsallaştırılmasını talep ediyor. Mimari malzemenin içinde gömülü jeolojik kökenini yeraltından çıkarıp gün ışığıyla buluşturan yeni bir maddesel zamanı ifşa ediyor. Siyah, beyaz ve gri işlenmiş doğal taşlar (mermer) tüm damarları, dokularıyla, maddenin silişini değil yeniden inşasını mutlaklaştırıyor. Boyası silinmiş ve yontulmuş antik heykelleri gibi Gülnar’ın bedenleri de soğuk, katı, sert ve ağırlar. Yaşantının izi yok, donup kalmışlar; hatta ölü gibiler, tıpkı mezar taşları gibi. Taşlaşmışlar.

Basit fakat çok güçlü imgesiyle mezar taşı, rasyonel, soyut, yalın bir geometrik formdur, yapayalnız monolitik bir yapıdır. Kabadır, az müdahale görmüştür, malzemesi jeolojiktir, kaynağı doğadır. Taştır. Mimarisi, sonsuza doğru genişlemez, çoğalmaz tersine büzüşür; kökenine döner, arketiptir. Somuttur, artık o olduğundan şüpheye düşülmeyecek, kendi kendine benzeyen şeydir. Herkesin görür görmez tanıdığı ilk tamamlanmışlıktır. Sadece kendini anlatır. Yanı sıra mezar taşı, terkedilmiş bir bedeni yeniden inşa eden mimari bir formdur; metaforik olarak doğmuş, canlı bir varlığın dönüştüğü son nesnenin, ölümün, bir yokluğun evidir. Dolayısıyla bir yeniden doğum olarak mezar taşı ve mimarlık, sonsuz bir doğal devirin (cycle) parçasıdır.

Farklı zamanlarda biriken bir sürü sessiz yeknesak taş bir araya gelerek yeryüzünün üzerinde arkitektonik bir peyzaj tanımlar; toprağın üstünde tasarlanmış fakat kökleri toprağın çok altında olan jeolojik bir yeni yer katmanı yaratırlar. Mezarlık aynı zamanda kentte kolektif bir hafızadır, birbirine aidiyeti olmayan, rastgele yan yana gelmiş fakat mimarlıkta geometrik bir düzen içinde cisimleşen kişisel mitolojilerin toplamıdır.

Gülnar’ın aleminde mimarlık doğaya karşı değildir. Tersine mimarlığında doğayı büyüselleştiren, şiirleştiren ve kutsallaştıran bir (yeniden) inşa vardır. Gülnar’ın renksiz, birbirine dolanmış mimarileri birer labirenttir, sonsuza giden sınırsız bir boşluğun ortasındadır. Labirent, mezarlığa benzer ve mezarlıkta dolaşmak gibi dolambaçlı, şiirsel ve tekinsiz bir gece yolculuğunu vadeder. Siyah yani gece, ürkütür; gündelik hayattan uzak gariplik ve anormallikleri çeker. Karanlıktır. Gerilimlidir. İrkiltir. Bize huzursuzluk ve tedirginlik verir ve gizem yüklüdür. Hayal gücüdür. Sezgilerdir.

Labirentte, oblik projeksiyonda çizilmiş düzgün, anonim bir kütlesel geometriye sahip birbirinden türeyen katılar bizi karşılar. Bu katıların homojen bir geometrik uzayda yerlerini koordinatlarından başka ayrıştırabilecek başka nitelikleri yoktur. Tarihle, yaşanmışlıkla, geçmişin yüküyle bir alakaları bulunmaz. Gülnar’ın katıları, tipolojinin bir arada tuttuğu dağarcık çoğalmadan ve mimarlık, kültürün şiddetine maruz kalmadan önceki başlangıç noktasına, ilk haline yani saf formlarına çekilir. Aynı zamanda bütün, bir, tamamlanmış, bitmiş, dayanıklı, sağlam ve kararlı prizmalardır.

Gülnar’ın resim-mekan mimarisinde, soyut geometrik formların yalınlığını ve onların bir sistematik kurgu ve kurallar dizisi yerine çelişkili biçimde bir araya gelişlerini dener. Geniş bir manzara açısından labirentin düzeni şöyle okunur: Dikdörtgen prizmalar, ardı ardına dizilir, üst üste istiflenir, şaşırtmalı olarak birbirini çevreler ya da uç uca eklemlenerek kendi içine kapanırlar. Tepelerine üçgen prizmalar oturtulmuştur. Evrensel anlamda paylaşılan bir barınak imgesine de referans veriyor gibidirler. Analojiktirler.

Yavaş yavaş yakınlaşıp bütüne dair görünürlüğün kaybolduğu eşikte labirentin içine dahil olursak görürüz ki Gülnar’ın mimarilerinin çoğu zaman girilebilecek iç mekanları yoktur, hiçbir şey söylemeyecek kadar sessiz, dilsizdirler ancak etraflarını saran boşluklardan çevrelerinde dolaşarak onlara bakmak mümkündür. Gece gündüz karanlıktırlar, görecek bir manzara da yoktur. Ancak her şeyin başlangıcı oldukları da aşikardır. Labirentin bu mikro-iklimi, işlevsiz, taşlamış nesnelerle dolu içinde gezilebilir ürpertici bir atmosferik eğilimdedir. Bize aşinalık yerine yabancılık hissettirir. Ölümü düşündürür. İlerlemeye devam ederiz. Denk gelinen bazılarıysa bizi şaşırtır ve merak uyandırıp türlü oyuklardan içeri bakmaya çağırır. Bu boşluklar, yaşanmışlıklara, sıcak, keyifli, konforlu ve güvenli domestik iç mekanlara değil, ıssız, soğuk, tekinsiz ve loş enteriyörlere açılır. Daha da yaklaşırız. Karanlıkta parçalanmış, eksik, çürümüş, yıkık ve dengesiz durumları temaşa ederiz. Görmenin kolay olmadığı bu yerlerde başka duyular, dokular keskinleşir. Belli belirsiz görüntüler, hayal gücünü mimariler kadar nesneleri de yeniden yaratmakta özgür bırakır. Yolcu ister istemez iç dünyasına, kendi yeraltına döner. Labirentte mimari her şey oldukları gibi bilinirler: Bir çatının duruşu hiç sorgulanmadan, ilk haliyle kabullenilir. Duvarlar ve varsa birer boşluk olarak pencereler ve kapılar, adeta başka türlü olmalarının imkansızlığını anlamış gibidirler. Azdırlar.

Labirentte bazen Gülnar’ın garip ve acayip yaratıklarına da denk geliriz. Tenha bir ara boşlukta gizlenirken aniden ortaya çıkıp bizi korkuturlar, dehşete düşürürler. Bu bağlamda mimariler bazen tuzaktır. Tehlikelidir. Bir yılanvari yaratık bir bloktan başını dışarı uzatır ve bize dil çıkarır. Aynı anda aynı bloğun köşesini bir sürüngen dönüyor ve bize doğru ilerliyordur. Arkada kalan durağanlığın içindeyse dona kalmışların etrafına dolananları, hareket edenleri hemen hissederiz. İşte burası labirentin en kuytu köşelerinden biridir. Devam ettiğimizde mimarinin geçişe dirençli atmosferine giriş yaparız. Giderek zayıflayan ışıkta, birkaç monobloğun ortasında kalan boşluğa zar-zor sıkışarak saklanmış, kemirgene benzeyen sıcak ve yumuşak, kocaman bir yaratığı fark ederiz. Yolu tıkamıştır. Oraya giremeyip başka bir yöne yol aldığımızda labirentin çözüldüğü, kütlelerin iyice birbirinden koptuğu, biraz daha aydınlık bir noktaya geliriz. Bloğun arkada kalan L biçimli kısmına dayanmış dev bir figürü ve figürün kucağında, en az onun kadar dev, uzanan başka bir figür görürüz. Yüzleri gölgelidir, tam seçilmiyordur. Blokların yarattığı meydan gibi bazı ortak boşluklar, tam da burada olduğu gibi, çok kalabalıktır, her tür yaratık oradadır. Gece sanki tüm bildiklerini o meydana dökmüş gibidir. Korkutucudur. Girdaptır. Çok seslidir. Yol üzerinde otların bürüdüğü, yabani çiçeklerin açtığı başka bir boşluksa daha önce uğranılanlara göre öyle büyük ve karanlık, o kadar ıssızdır ki. Neredeyse tamamen kıra dönüşmek üzeredir. Baharda gibi canlıdır, çiçekleri, otları koklarız. Kırın ortasında taşlaşmaya başlamış soğuk, dev bir heykel bedenle aniden karşılaşırız. Serttir. Üzerinde yedi sürüngen yaratık cirit atar.

Gülnar’ın labirenti, zamanı da inkar etmez. Belli ki çok uğrak olmadığından ya da terk edildiğinden bir hayalet yapı grubu mimarisidir. Yolculukta, çoğunlukla durağan bir atmosferde kirler, tozlar ve yerden fışkırıp etrafı istilaya geçmiş dikenlerle blokların saflığını ve kimi zamanda biçimini aşındıran zamanın acımasız izlerini gözlemleriz. Labirentte mimariler de canlı organizmalar gibi ölürler; taşlaşırlar ya da yıkıntıya dönüşürler.

Labirentte mimari dışında kalanlarsa asla oldukları gibi bilinmezler. Gülnar’ın mimari aleminin merkezi, odağı insan değildir. Hayvan ölçeğidir. Yumuşaklık ve canlılık, kısmen seçilebilen akrep türevi böcek; sıçan, porsuk türevi türlü kemirgen ve yılan, kertenkele, timsah türevi sürüngenlere aittir. Ötekilerse duyusal referans sistemimizden kaçan, bildiğimiz kategorilere yerleştiremeyeceğimiz, düşünce alışkanlıklarımızı sarsacak ve ancak Borges’in Çin ansiklopedisinde7 olabilecek, bizim aynı ve başka uygulamamızı şirazesinden çıkarıp kaygıya sevk edecek taşlaşmış bir takım başsız veya kolsuz bedenler, gövdesiz bacaklar, gözleri olmayan melez olağanüstü yaratıklardır. … Kültürel yabancılık çekenler… Saldırganlar… Labirentte gizlenenler… Birbirine dolanmışlar… Kolsuz ve katıların içinden geçebilirler... Üst üste istiflenenler… Uzun kuyruklu, yumuşak ve başsızlar… Bir çubuğa iple bağlanmış olanlar… İğrenç kaygan derililer… Bir cesedin üzerinde duran kuyruklu yedi…

Katılık kadar saydamlık da, Gülnar’ın garip ve acayip yaratıklarından ele avuca gelmeyenleri, metafizik ve öteki bir dünyaya ait mitsel olanları açığa çıkarır. Yerde uzanıp yatan ve iskeletinin bir bölümü olan, ayakta ve elinde bıçak olan siyah yaratığın arkasında kalan, yerçekimine karşı baş aşağı durabilen, kanatlı ve kuğuya benzeyen, kuyruklu ve bağıran yaratığın arkasından iki kolunu uzatan… Sanki yokluklar, eksilmeler ve parçalanmalar onları hafifletmiş gibidir. Boşlukta salınırlar.

SON SÖZ YERİNE Tayfun Gülnar’ın mimarlık alemi, “Bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin bir teşrih masası üzerinde tesadüfen buluşması kadar güzel”dir.8 Gülnar, görünüşte ilişkisiz gibi görünen gerçeklikleri, hiç olmadık bir düzlemde eşleştirir. Kentin bilindik, akılcı, planlı ve gerçek düzenini alt üst eden kolajlar hayal eder. Gezgine dış dünyanın sunduğu fakat kendi fantazmatik dünyasında bir daha yaratabileceği bir dolaşım alanı açar. Oyun da oynanılır bu kentsel-mimari mekanda; boşluğa düşülür, sapılır, uzaklaşılır, varılır, kaybolunur, karşılaşılır. Ancak coşkuya yer vermeyen, neşesiz; huzursuz edici ve korkutucu bir oyundur bu... Ressam kendi tekniğini getirir bunun yanına; rengi söndürür, boyanın ağırlığını duyurur. Heykellerin, mimarinin dokunsal varlığını anımsatan bir ağırlığı vardır bu resimlerin. Üstelik de dokunamadığımız için daha da ağırlaşan… Ve gece her şeyiyle canlanır.

  • Yazıdaki tüm görsel malzeme, ressam Tayfun Gülnar ve Galeri x-ist’in izinleriyle kullanılmıştır.

NOTLAR
1 Özgün hali: “Wenn wir im walde einen hügel finden, sechs schuh lang und drei schuh breit, mit der schaufel pyramidenförmig aufgerichtet, dann werden wir ernst und es sagt etwas in uns: hierliegt jemand begraben. Das ist architektur.” Loos’un burada bahsettiği yöntem, gözlem ve tasvir aracılığıyla nesneyle özdeşleşmedir.
Loos, A. 1910. Architektur. Erişim yeri: www.sommerwerkstatt.de [Erişim Tarihi: 05 Kasım 2018]. 2 Tayfun Gülnar, resim serüvenine İstanbul Fatih’te bulunan kişisel atölyesinde devam ediyor. Pek çok ödül kazandı. Birçok karma sergiye katıldı. İlk kişisel sergisini, 27 Aralık 2017-27 Ocak 2018 tarihleri arasında Chromophobia olarak Galeri x-ist’te açtı. Sergi “Fragmanlar”, “Sonsuz Devir”, “İstila” ve “Yıkım” olarak dört diziden oluşmaktadır. Yazıda konusu geçen resimler bu dört resim dizisine aittir. 31 Ekim 2018’de atölyesinde yaptığımız keyifli sohbet için Gülnar’a ve ayrıca kedisi Alice’e teşekkür ederim.
3 Chromophobia: “Hücrenin hafif boyanma veya hiç boya almama niteliği veya boyanmaya karşı direnç gösteriş hali. Renklere karşı tiksinti duyma, özellikle belli renklerden iğrenme.” Erişim yeri: www.artxist.com [Erişim Tarihi: 05 Kasım 2018].
4 Bakınız: Aragon, L. 1926. Le Paysan de Paris. Paris: Éditions Gallimard Cardinal, R. 1978. Soluble City, The Surrealist Perception of Paris. In: Architectural Design, 2-3, pp. 143-149.
Careri, F. 2002. Walkscapes: Walking as an Aesthetic Practice. Barcelona: Gustavo Gili.
5 Lemuel Gulliver’in maceraları, çalıştığı geminin kaza yapmasıyla başlar ve kahraman kendini bir adada bulur. Önce kendinin dev gibi kaldığı ve bir insan boyutuna göre çok ufak insanların, cücelerin adasına; sonra çok büyük insanların, devlerin adasına gider. Roman, kahramanın her iki adada başından geçenleri derler.
Swift, C. 1726. Travels into Several Remote Nations of the World. by Lemuel Gulliver, First a Surgeon, and then a Captain of Several Ships London: Benjamin Motte.
6 Küçük Alice, ablasının okuduğu hikayeden sıkılır ve uykuya dalar. Uykuda gördüğü beyaz tavşanın peşinden giderek harikalar diyarını keşfeder. Alice’in harikalar diyarına kaçabilmek için küçülüp duvardaki minik kapıdan geçmesi gerekmektedir. Roman, küçük kızın atıldığı türlü maceralar, içinde bulunduğu gerçeküstü ortamlarla birlikte anlatılır.
Carroll, L. 1865. Alice’s Adventures in Wonderland. Macmillan Publishers Limited.
7 Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler’in önsözünde, düşüncenin sınırları ve olanakları tartışmasını yaparken bir Çin Ansiklopedisi’ndeki sınıflandırmadan bahseder. Ansiklopedide hayvanlar şu kategorilere ayrılır: a) İmparatora ait olanlar, b) içi saman doldurulmuş olanlar, c) evcilleştirilmiş olanlar, d) süt domuzları, e) denizkızları, f) masalsı hayvanlar, g) başıboş köpekler, h) bu tasnifin içinde yer alanlar, i) deli gibi çırpınanlar, j ) sayılamayacak kadar çok olanlar, k) devetüyünden çok ince bir fırçayla resmedılenler, l) vesaire, m) testiyi kırmış olanlar, n) uzaktan sineğe benzeyenler. Bu sınıflandırmada canavarlık hiçbir gerekçeyle bedeni bozmaz, tehlikeli karışımlar devre dışıdır. Foucault, M. 2001. Önsöz. İçinde: Kelimeler ve Şeyler, İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi. Kılıçbay, M. A. çev. İstanbul, Ankara: İmge Kitabevi, s. 11.
8 Aktaran: Altınyıldız, N. A. 2014. Sunuş, Mimarlığı Baştan Çıkarmak. İçinde: Sürrealizm/Mimarlık, Mekan Sanatı, Altınyıldız, N.A. der. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 15.

Etiketler: