Teneffüs Sona Erdi!

KORHAN GÜMÜŞ

Yıkım çağında yaşıyoruz.

Belki Bruno Latour’un dediği gibi gerçekte “biz hiç modern olmadık”, böyle bir toplum düzeni gerçekte hiçbir zaman olmadı. Ancak modernite, ulus-devletler, iktidar kurumları, tasnif edici temsil sistemleri üzerinden bu sistemin işlediği illüzyonunu yarattı. Bunu anlamak için savaşlar sonrasında yaşanan yıkımlara, tanıklık ettiğimiz felaketlere değil, yalnızca inşa edilen şehirlere bile bakmak yeter.

Modernitenin ilk safhasında düzenleyici, geliştirici işlevlere sahipmiş gibi gözüken kamu aygıtları günümüzde kamusal alanları, işlevleri işgal edilmeye hazır boşluklar haline getiriyor. Bir bakıyorsunuz, geçmişte İstanbul Çevre Düzeni Planı’nı hazırlarken şehrin kuzeyinin yapılaşmasına karşı çıkan uzmanlık kurumları bu defa da bu işin içinde yer almışlar! Şaşırıyorsunuz ama bu işler böyle oluyor. Ne de olsa, “ekmek parası”.

19.yüzyılda Paris’i yıkıp yeniden biçimlendiren 3.Napolyon da, bu muazzam kentsel dönüşümü yöneten Baron Haussmann da aynı şeyi yapmıştı: Şehirde var olan toplumsal tabakalar arasındaki bloklaşmaları, ayrışmaları köktenci müdahalelerle yok edip, onların üzerinde sörf yapmak!

Haussmann Bulvarı, Paris
Haussmann Bulvarı, Paris

Bu durumun zannedersem herkes farkında:

Şehirler belediyelerin bugünkü bürokratik yönetim ve planlama modeli, merkezi yönetimin organları, koruma kurullarıyla yönetilemiyor. Üstelik bunlar az da olsa bir işe yaramak şöyle dursun, tersine çalışıyor. Şehirlerin yaratıcı dinamiklerini, insani değerlerini, eşi bir daha yaratılamayacak fırsatlarını imha ediyor. Şehirlerin piyasa aktörlerine teslim edilmesini sağlayan yöneticiler patronaj altında iş görüyorlar. Yönetimler bu krizle baş etmek yerine bildiğimiz bu kamu modelinin dışına çıkmayı sanki bir marifet olarak görüyorlar, otoriterleşiyorlar.

Dönem bu krizle baş etmeyi öğrenme zamanı. Artık taraf olmanın ve iktidar taleplerinin ötesine geçecek, şehirle ilgili politikaları yenileyecek inisiyatiflere ihtiyaç var. Şehirlerin kamusallığının aciliyetle güncellenmesi gerekiyor. Yoksa bu gidişin sonu iyi değil.

Teneffüs sona erdi!

Peki bu nasıl olacak? Elbette ki bu mesele siyasal bir konu. Ama dediğim gibi sorunun bildiğimiz siyasal araçlarla, tercihlerle çözülmesi mümkün değil. Bunların ötesine geçmek gerekiyor. Üstelik bu sorunu yalnızca biz yaşamıyoruz, dünyanın her yerinde yaşanıyor. Ancak dünyanın her yerinde de bu sorunu aşmak için, bu gidişe karşı alternatifler geliştirmek için yaşanan deneyimler, çabalar var. Sorun her alanda bu çözümlere, deneyimlere kapalı olmamız. Farklı şehircilik deneyimlerinin nasıl olabileceğini tartışamıyoruz. Bu işi yapması gereken kurumlar, kişiler yeterli olmuyor. Hatta tam tersine, iktidar konumlarını koruyabilmek için daha da bağnazlaşıyorlar.

Önce sorun nerede, hangi alanda, önce ona bakmayı deneyelim: Örneğin “Kanal İstanbul”un uygulama projelerinin hızla ilerlediği söyleniyor. Bu projenin yalnızca müteahhitlere değil, 3.Köprü ve 3.Havalimanı’ndan çok daha fazla uzmanlık kurumlarına, mimarlara epey bir iş çıkaracağı söyleniyor. Daha şimdiden bu projede görev alan uzmanların harıl harıl çalıştıkları, sunum üzerine sunum hazırladıkları biliniyor. Önümüzdeki dönemde, eğer bir ekonomik kriz falan olmazsa elbette, piyasa işleri yapan plancıların, mimarların, mühendislerin işleri neredeyse iki katına çıkacak!

Diyeceksiniz ki “Kanal İstanbul, 3.Köprü gibi projelerin mimarlara getirdiği yeni iş fırsatları nedir ki? Bunların çoğu zaten belli çevrelere, ayrıcalıklı kesimlere akacak. Bu projelerden asıl parsayı başkaları toplayacak.” Olabilir. Ben de öyle düşünüyorum. Bu projeler, geçmişteki bütün diğer ulaşım projeleri gibi şehrin rant topoğrafyasını değiştirmeyi hedefleyen projeler. Ama kamu kararlarının içeriğini oluşturan plan ve projeleri siyasetçiler hazırlamıyor. Çoğu zaman onlar yalnızca onaylıyorlar, izin veriyorlar. Dolayısıyla şehirle ilgili kararlar yalnızca onların tercihlerinden ibaret değil. Bu yüzden, tıpkı geçmişte olduğu gibi bu projeleri yalnızca bildiğimiz çerçevede şehrin ulaşım ihtiyacının karşılanması, yaratacakları ekolojik sorunlar, ekonomiye olan etkileri açısından değerlendirmek yetersiz kalıyor.

Bu dönüşüm modeli merkezi yönetime şehrin ekonomisini yeniden düzenleme gücü kazandırıyor. Planları, projeleri kendisi hazırlamasa da, finansmanı kendisi yaratmasa da, patronajını tesis ediyor. Bu nedenle basitçe şehirdeki mevcut rant haritası içinde yer alan aktörlerle, yeni yaratılacak olanda yer alacak aktörler arasındaki çelişkilere bakarak bu durumu analiz etmek de yeterli olmuyor. Proje işlerine şehrin en saygın mimarlık ofisleri dahil oldukları gibi, ülkenin sermaye grupları da, küçük yatırımcıları da, şirketleri de oluyorlar. Dolayısı ile siyasal planda görüldüğünden çok daha girift bir durum ortaya çıkıyor. Örneğin “muhalif” gibi gözüken bir partiden olan bir belediye başkanı nasıl kendisini bu işin tam göbeğinde buluyorsa, kendilerini ekonomik açıdan var etmek isteyen bütün aktörler, meslek insanları da kendilerini bu işlerin içinde buluyorlar.

Peki o zaman ne yapacağız?

3.Köprü’ye karşı çıktığımız gibi, Kanal İstanbul’a da karşı çıkacağız. Daha ne yapacağız? İstanbul halkına bu projelerin yanlışlığını, vereceği zararı anlatmaya çalışacağız… Başka ne yapacağız? Hukuk mücadelesi vereceğiz… Mahkemelere başvuracağız. Projeleri durdurmaya çalışacağız… Sonra ne yapacağız? Bir kriz olur da belki bu işlerden vazgeçerler diye umut içinde bekleyeceğiz. Sorduklarında “biz elimizden geleni yaptık, itiraz ettik, durdurmaya çalıştık, ama siyasal otorite bizi dinlemedi, üstelik halkı da baştan çıkardı” diyeceğiz, hep yaptığımız gibi. Eğer bir arkeolojik kazı yapsanız, ta 1. Boğaz Köprüsü’nden beri iktidarların projeleri sürekli dönüşüm geçiriyor, ama muhalefetin katılım modeli bir dönüşüm geçirmiyor, hep aynı modeli tekrarlıyor: “Biz aslında doğrusunu biliyoruz, engellemeye çalışıyoruz. Ama iktidarlar bizi dinlemiyor.”

Artık bu oyuna son vermeliyiz. Devlet iktidarı içindeki sınırlı bir alanda, toplumsal tabakalar arasındaki çelişkiler, mücadeleler içinden bu meseleyi çözemeyiz. Moderniteyi, temsilin temsil edilenin yerine geçtiği bir sistem olarak algılayan bir alt sınıf dinamizmiyle karşı karşıyayız. Bu yüzden kapalı kanallar içinde hiçbir kritik düşünce üretilmeden, sorgulama yapılmadan gerçekleşen temsiller, planlar, projeler gerçeklik haline getiriliyor. Bunun nedeni de gene moderniteyi aynı şekilde “bilim” adlı tek tanrılı din olarak kavrayan bilişsel düzen. Edinilmiş kimliklere sahip bürokratik iktidar tabakası da şehirleri bu bilişsel düzen içinde algılıyor ve yeniden üretmeye çalışıyor. Popülist otoriter sistemin temsilcileri ise bu ikisi arasındaki çelişkiden motive oluyorlar. Bu iki kutup arasındaki gerilim modernitenin barındırdığı çelişkileri perdeleme ve neoliberal sistemin tesis edilmesi işlevi görüyor. İktidarın ve onun temsil ettiği toplulukların bu muhalefeti dinlemedikleri gibi, bir bakıma bu tür bir muhalefetten beslendikleri söylenebilir. Demek ki önce muhalefetin farklı bir yaklaşım, bir politika geliştirmesi gerekiyor. Neoliberal sisteme karşı daha dirençli olmak için önerilerim şunlar:

İDEALİZMİN KONFORUNA SIĞINMAK
Sorunun temelinde tasnif edici temsil sistemleri ve ideal bir toplum ve şehir düzeni tasavvuru bulunuyor, yani modernleşmenin normal işleyişi. Siyasetçiler iktidarı bu bilişsel sistemi üreten aktörler üzerinden paylaşıyorlar. Genellikle örneğin planlar, projeler iktidar aygıtının bir parçasını oluşturan bürokrasi ile uzmanlık kurumları tarafından geliştiriliyor. Temsil edileni temsil edene dahil eden bir sembolik şiddet üretiyorlar. Şehirlerin planlarının böylesine bir mantık içinde kurgulanması neoliberal sisteme güç katıyor, asimetri yaratıyor. Ancak elbette ki moderniteyi düz bir mantıkla, kapitalizmle özdeşleştirmemek gerekli. Modernite aynı zamanda bir direniş alanı.

KÖTÜLÜĞÜN LİBİDİNAL EKONOMİSİNİ YÜCELTMEK
Çoğu zaman siyasetçiler kötü. Onların kötülüğü yetmiyorsa, müteahhitler ve tabi ki “bu akepeli rantçılar” kötü. Sorun bu kadar basit. Oysa yaşadıklarımızı onların kötülüğü üzerinden okumak bizi de yalnızca aynı iktidar alanını paylaşmaya yönlendiriyor. Eğer meseleyi yalnızca siyasal bir tercih üzerinden okuyorsak, bir şeyleri örtüyoruz demektir. İktidar yalnızca düz bir baskı, yağma meselesi değil, aynı zamanda bunu normalleştirme biçimi. Sorunu yalnızca “kötücülleştirme” üzerinden okuduğumuzda Nazi örgütlenmesine benzeyen bu örgütlenmeyi kavrayamıyoruz. Biz de onlarla aynı şeyi yapıyoruz, siyasetçileri şeytanlaştırıyoruz, sistemin çelişkisini inkar ediyoruz. Kafkaesk bir durum, çevremizdeki eğitimle edinilmiş kimliklere sahip uzmanların, herkesin bu işleyişi normal kabul etmesi...

Projelerin arkasındaki kurumsal işleyişleri analiz etmek ve siyaseti bu işleyişler üzerinden yapmak Kamu kararlarının içeriğini oluşturan plan ve projelerin geliştirilmesinde normal koşullarda iki ayrı sistem kullanılıyor: Birincisi ihale sistemi. Son zamanlarda plan, proje işlerinin de yatırımcılara veya müteahhitlere yaptırıldığı görülüyor. Bizde plan ve projeler sanki kiloyla, metrekareyle satın alınabilirmiş gibi ihale ile elde ediliyor. Burada teknik şartnameleri hazırlayan bürokrasiye danışman olarak gene kamu kurumlarının dahil olduğu görülüyor. Bu durumda kamu kararlarının birçok aşaması piyasa aktörleri tarafından geliştiriliyor. Ayrıca, imar planları, mimari projeler de ihale ile elde ediliyor. Fikir üretiminin piyasa aktörlerine devredilmesi genellikle AB normlarına uygun değil. Bu modelde fizibilite aşamasından, kamusal bir işlevin tanımlanmasına kadar kademeli katılım modelleri uygulanıyor. Genellikle birinci aşamada meslek kuruluşları görev alıyor; ikinci aşamada uzmanlık kuruluşları. Bu kompleks işleyişin içinde bir ikinci yöntemin de olduğu gözlemleniyor: Kamu ile kamu adına bilgi üreten kurumların protokol yapmaları. Bu sistem süreklilik gösteriyor. Örneğin neredeyse bütün metro istasyonları, meydan düzenlemeleri, kentsel tasarım, peyzaj, restorasyon işleri... Bunlar kamu kurumları adına iş gören uzmanlar tarafından gerçekleştiriliyor. Türkiye’de ise dünyada pek eşi bulunmayan bir istisna yöntem uygulaması daha bulunuyor: Kamu kuruluşlarının gene kamu ihalelerine katılması. Bu da AB normlarına göre rekabet koşullarını ortadan kaldırdığı için tamamen yasaklanmış bir uygulama.

ZAMANSIZ VE MESAFESİZ KATILIM BİÇİMİNİ REDDETMEK
Şehirlerle ilgili konular tercihlerin ötesine geçtiği anda siyasal olur. Kuşkusuz zaman boyutundan arındırılmış, mesafesiz olan bu karşılaşma biçimi normal değil, tam tersine norm dışı. “Bu projeleri kim yapmış” diye sorunca, “falanca müteahhit” cevabını alıyoruz oysa bu cevap yanıltıcı. Planlar ve projelerle uygulama aşamasında karşılaşmanın yarattığı eşitsiz ilişkiyi yansıtıyor. Gerçekte müteahhitler uygulamaya başlamadan yıllar önce projeler, planlar hazırlanıyor. Siyaset de, bilgi üretimi de ancak ve ancak kamusal işleyiş üzerinden yapılabilir. Buradaki zaman yokluğunun, mesafesizliğin normalleştirilmesi (yani karşımıza uygulama aşamasında çıkması) belli bir tercih. Biz de muhalefet olarak idam sehpasında, boynuna ilmik geçirilen Temel gibi, “bu bana bir ders olsun” diyoruz. Ama tabi ki ders falan da olmuyor, aynen tekrarlanıyor. Herkesin “normal” işini yapması bana Nazi dönemindeki örgütlenme biçimini hatırlatıyor.

TEMSİL ARAÇLARINI DEMOKRATİKLEŞTİRMEYE ÇALIŞMAK
Dünyanın hukukla işleyen neredeyse her yerinde, kamusal nitelikli kararların oluşumundan, proje içeriklerinin oluşturulmasına kadar kademeli katılım dispozitifleri uygulanıyor. Bizdeki Nazi sistemi, idealist toplum düzenin bir kalıntısı. Bunu normal işleyiş olarak, bu işi teknik bir iş olarak gösteren tasnif edici temsil sistemlerini, edinilmiş kimlikleri yeniden üreten kuruluşlar, devlet aklı olarak gerçekleştiriyor. Diğeri ise bu bilişsel aklın ürettiği itaat beklentisini sorgulayan, sürekli öznenin sembolik alanın dışında kaldığını unutmayan demokratik sistemler. Birincisi temsil edileni temsil edene dahil eden, hiçleştiren askeri temsil tekniklerinin bir uzantısı. İkincisi asimetriyi dönüştüren demokratik sistem. (Burada üniversiteler, uzmanlık kuruluşları nasıl bir rol oynuyor, bunu tartışabiliriz.) Sorum şu; biz hangi sistemi tercih ediyoruz?

Artık bu soruyu sormak zorundayız. Çünkü bu dersi çalışmayanlar genellikle büyük yıkımlarla, felaketlerle karşılaşıyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: