Utanmaz Düşünürün Utangaç Elbisesi: “Heidegger’in Kulübesi” Kitabından Hareketle Bazı Düşünceler

ERDEM CEYLAN

Erdem Ceylan, Heidegger ile inşa ve ikamet etmek kadar düşünmenin de yeri olan kulübesi üzerine yazdı.

*Hölderlin İçin
Yazılmamıştır mola vermemiz en yakın duraklarda,
gerçekleşen düşlerle yetinmeksizin, sarılır ruh yenilerine,
sonsuzluktadır ancak durgun göllere varmak.
Bu dünyada ise düşmeyi sürdürmektir en büyük beceri.
Bir kez başarmış olma duygusunun baskınına uğrayıp,
kanatlanmaktır sezgilerin evreninde, hep daha derinlere.

Sana gelince, ey görkemli sihirbaz, senin iktidarına
bırakılmıştı bütün bir yaşamı tek bir imgenin
zorlayıcılığında yoğunlaştırmak, sen dile getirdiğinde,
bir kader gibi kapanırdı dize ve en hafifinde bile
bir ölüm vardı, korkmazdın eşiğini aşmaktan, ne var ki
elinden tutup götürürdü önünden giden Tanrı.

Sen, ey değişken ruh, hepsinin en değişkeni! Hepsi de
nasıl yerleşmişler bir şiirin sıcaklığına, keyiflerine
bakarak ve dolayısıyla karşılaştırılamayacak kadar zayıf.
Yalnızca sen ilerlemektesin ay gibi. Ve aşağıda senin ancak
vedalarda duyumsadığın, kutsal bir korkunun pençesindeki
manzara, senin gece yanın, aydınlanıp kararmakta.
Senden daha yüce adayanı olmadı, ne de bütüne daha
dokunulmamış, daha eksiksiz geri veren. Ve yine sen,
kutsal bir tutumla, hesabı yapılmamış yıllar boyunca
oynadın sonsuz mutlulukla, sanki o mutluluk içte
değilmiş, sanki kimsenin olmaksızın, tanrının çocuklarınca
terk edilmiş, toprağın yumuşak çimlerinde yatıyormuşçasına.
En büyüklerin tutkuyla istediklerini, taş taş üstüne koyarak yaptın,
istekte bulunmaksızın: Yükseldi. Ama yıkılışı bile yanıltamadı seni.
Nasıl? Varsa böyle bir ölümsüz,
Hala kuşkuyla mı bakıyoruz ölümlüye?
Geleceğin mekanındaki
duyguları, geçici olandan
öğrenecek yerde?*

Rainer Maria Rilke

0.
Rilke’nin şiiri, bakımından sorumlu hayırsever marangozun evindeki kulede “mukimane şiir yazan” münzevi “şair” (Alm. Dichter) Friedrich Hölderlin’in şiir dünyası ile Güney Almanya’nın Kara Ormanlar bölgesindeki Todtnauberg dağının eteklerinde inşa edilmiş “kulübe”de (Alm. Hütte) “şairane ikamet eden” münzevi “düşünür” (Alm. Denker) Martin Heidegger’in düşünce dünyası arasındaki bağlantıların düğüm noktalarını belirginleştirmesi açısından önemli. Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde tanrının Adem’e “yeryüzünde bir kaçak ve bir gezgin olacaksın” dediğini iyi bilen düşünüre göre, dünyaya fırlatılarak “yer”inden edilmiş insanın temel varoluşu dünyada-olma ve ölüme-doğru-olma halleri üstünde temellenir ki bu, düşüşün, her iki durumun da farkında olan Dasein tarafından sürdürülmesi anlamına gelir. Öte yandan, kendini, retoriğini teknoloji karşıtlığı, kır/taşra romantizmi, nostalji düşkünlüğü ve ahlak arayışı ile inşa ettiği bir metafiziğe adayan düşünürün, tüm çalışma hayatını tek bir kulübe imgesinin fiziksel ve toplumsal zorlayıcılığında yoğunlaştırdığını ileri sürmek de mümkün. Türkçede “şair” anlamına gelen Almanca Dichter kelimesinin “sızdırmaz hale getirmek, sıkılaştırmak, yoğunlaştırmak” anlamındaki “dichten” fiili ile olan etimolojik bağlantısı tam da bu noktada önem kazanıyor. Kulübe, hayatın sıkıştırıldığı, varoluşun -sonunda bir kader gibi (kendi üzerine) kapanan bir dizeye dönüşecek biçimde- yoğunlaştırıldığı, ikamet etmek ile inşa etmek ve düşünmek arasındaki bağlantının, asli-olana ulaşmayı seçme özgürlüğünü kaybetme korkusu yaşayan Dasein’a hayattayken dışına çıkmaması gereken “ölçü”yü bildiren şiirin aracılığıyla kurulduğu “yer”dir. Ancak bırakmışlık (Alm. Gelassenheit) içindeki bir Dasein’ın varoluşun şartlarını onu özünden uzaklaştıracak biçimde zorlamadığı, varoluşun özünü değiştirmeye kalkmadığı için, dünyaya fırlatılmayla parçalanmış bütün-olana daha dokunulmamış, daha eksiksiz bir biçimde geri verebildiği/dönebildiği “yer” burasıdır işte. Tanrının çocuklarınca terk edilmiş bir coğrafyada, isteklerden feragat edilerek, kereste kereste üstüne konarak, sabırla inşa edilen bir eserdir kulübe ve orada yazılan Varlık ve Zaman (1927) da. Sadece kulübede ölüme-doğru olmanın bilinciyle ölüm eşiğinin aşılması durumunda tanrısallığa/ölümsüzlüğe yaklaşılabilirdi. Rilke’nin gelip geçici şeylerdeki kalıcılığı ima ettiği noktada, düşünür, Şey (1950) adlı makalesinde, insanın çevresindeki dünyaya olduğu kadar kendi varoluşuna da yakınlaşmasını sağlayan “şey”i -yeryüzü, gökyüzü, tanrısallar ve ölümlüler olarak gelip geçici görünen, ama kalıcı olan şeyler- hayat tecrübesinden mahrum bir gözlemcinin belli bir mesafeden kavradığı soyut nesneden ayıracak, insan varlığının parçası olarak tanımlayacaktır. Şey, insanlar onun üzerinde düşünmeden önce de zaten hep orada olduğu için Dasein’ın hem öncesine, hem de sonrasına doğru uzanır. William Shakespeare’in Hamlet oyununun “gökyüzü ve yeryüzünde felsefede düşlenenlerden çok daha fazlası olduğu”nu ileri süren ünlü dizesinin kanıtıdır adeta. Bu bağlamda Dasein’ın, -Ulus Baker’in Yaralarım Benden Önce de Vardı… (1980) adlı makalesini bitirirkenki ifadesiyle- “Dünya, Tarih ve Hayat’ın, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta durdukları”nın farkında olan kişi olduğunu savunmak mümkün.

Kulübe, Todtnauberg
Kulübe, Todtnauberg, 1922 Kış
Johann Christian Friedrich Hölderlin (1770-1843)

YER
Asla manzarayı seyretmeyen düşünür için kulübe, bulunduğu soyut konumu somut bir “yer” haline getiren “şey”dir aslında. “Yer”inden edilmiş insanın bir Dasein (orada-olan) olarak yerleşmesini, mesken edinmesini, yani çevresindeki “şey”lerle yakınlaşarak ilişkiye geçmesini mümkün kılan, gösterişli doğanın ortasında tevazuyla duran bir aracıdan başka bir “şey” değildir. Malzemesi, inşa tekniği, formu ve sunduğu hayat biçimi ile Heidegger onun üzerine düşünmeden önce de vardır. Varlığı aracılığıyla yeryüzünü, gökyüzünü ve tanrısallığın temsillerini ölümlüler ile şiirsel bir biçimde bir araya getirir. Bu ise, insan yaratımı her türden görsel güzelliğe aşkın, ancak o ölçüde çevredeki “şey”lere içkin, onlara nüfuz ederek neredeyse görünmez hale gelmiş bir başka güzellik oluşturur. Bu güzellik, ne gözün egemenliğindeki estetik çözümlemeler aracılığıyla ortaya çıkarılabilir, ne de mistik duygulanımlar içerisinde keşfedilebilir. Erken 1920’li yıllarda “güzelliğin bir binanın üzerine atılmış gizemli bir örtü değil, her şeyin yerli yerinde olmasının mantıksal bir sonucu olduğu”nu dile getiren Erik Bryggman’ın da dikkat çektiği üzere, mantıkla kavranabilir ancak. Bu bağlamda kulübe, başlangıcından beri ve doğası gereği bütünüyle bir yersizyurtsuzlaşma rejimi olan modernleşme akıntısının 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki azgın dalgalarının ortasında teknolojinin öldürmekte olduğu doğanın, Nietzsche’nin az önce ölümünü bildirdiği tanrının ve varoluşsal sorularını sormaktan çoktan vazgeçmiş insanın kendi üstünde hem yeniden yerleşebileceğini hem de yerleşmesi gerektiğini savunan bir kayalıktır. Öte yandan metropolde “içinde oturulacak bir makine” olarak hizmet veren modern konutun parçalı, şeffaf, içi dışına çıkmış, salt işlev-merkezli ve tekinsiz oluşuna karşı, doğa/çevre ile bütünleşmenin, mahremiyeti önemsemenin, azla yetinmenin ve insanı aşkın bir ölçüler toplamı içinde var olmanın/ikamet etmenin mekansal modelidir. “Şey”ler ile aradaki mesafeyi artırarak asli-olanın keşfedilmesini imkansızlaştıran teknoloji ve kapitalizme teslim olmak yerine, özgürlüğü asli-olanın ortaya çıkmasına engel olmama yönünde kullanmayı tercih etmenin, felsefeyi ise her “şey”i olduğu gibi bırakmak olarak görmenin bildirimidir. Modern insana yöneltilmiş -ancak geç kalmış- bir amor fati çağrısıdır adeta. Toplumsal ölçeğe çıkarıldığında, geriye dönük ve bütünselliğe yönelik bir ütopya olarak kuşkusuz gerçekleştirilmesi imkansız bir proje. Ancak, tarih boyunca Diyojen’den Johann Wolfgang von Goethe’ye, Henry David Thoreau’dan Ludwig Wittgenstein’a kadar pek çok şair ve düşünürün farklı süre ve amaçlarla bireysel olarak tecrübe edebildiği, şehirdeki toplumsal yozlaşmadan uzak, ideal-olanı hedefleyen bir inziva hayatının çekirdeği de aynı zamanda. Heidegger’e göre kulübe, çevresindeki “şey”ler ile bütünleştiği oranda Dasein’ı asli-olan üzerine düşünmeye sevkedecek bir aracıdır. Neden Taşrada Kalıyoruz? (1934) adlı makalesinde, “felsefe için mükemmel zamanın karanlık bir kış gecesinde vahşi bir kar fırtınası kulübenin çevresinde şiddetle esip her şeyi örterken” olduğunu yazan düşünür için dünyanın temsillerinden arındığı o an felsefe meselelerinin de basitleşerek kendi özlerine ulaştıkları andır.

Martin Heidegger, kulübesindeki çalışma odasında
Kulübe, Todtnauberg, 1968

VARLIK
Kulübenin, yer ve varlık arasında düşünme yoluyla kurulan bağlantının soyutluğunun Todtnauberg’deki “orası” (Alm. da) ve düşünürün kendi “varlık”ı (Alm. Sein) arasında maddi, mekansal ve zamansal tecrübeler ile inşa ve ikamet etme pratikleri aracılığıyla somutlaştırılması olduğu apaçık. Buradan hareketle, kulübenin yer, inşa etme ve ikamet etme pratikleri ve düşünme arasındaki şiirsel bağlantının metaforu olduğu ifade edilebilir. Öte yandan, bu bağlantının ise, Dasein’ın, bir yandan dünyaya fırlatılmış ve ölümlü olmaktan kaynaklanan, öte yandan hayat boyunca özgürlüğünü asli-olanı keşfetme yönünde kullanamama ve asli-olanı keşfedememe ihtimalinde yoğunlaşan varoluşsal korkusunu -dünyanın varoluşuna nüfuz ederek- kendisini konu edinmek yoluyla dönüştürmesinin zemini olduğu ileri sürülebilir. Görünen o ki Heidegger, dünyanın varoluşuna nüfuz etmenin, yani “şey”lerin olduğu gibi olma durumları (burada Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’unun (1921) birinci maddesinin “dünya, olduğu gibi olan her şeydir” olduğu hatırlanmalıdır) içinde eriyip gitmenin kendi Dasein’ının kendisini konu edinmesi için uygun ortamı oluşturduğuna inanmıştır. Dolayısıyla bir var olanın Dasein’a dönüşebilmesi için özgürlüğünü, kendisinin asıllığını keşfetmeyi seçme yönünde kullanması şarttır. Henüz bir Dasein olmayan öznenin özgürlüğünü bu seçimde yoğunlaştırabilmesi/şiirselleştirebilmesi için ise düşünürün, öznenin varoluşsal korkularının kulübe hayatının hiçbir (modern) muğlaklığa yer bırakmayacak kadar keskin mekansal ve zamansal sınırları içinde bastırılmasını önermesi ilk bakışta paradoksal görünmektedir. Halbuki varoluşun, mekanın ve zamanın asıllıkları hakkında düşünmek, ancak özneyi yoğunlaşmasından alıkoyacak, şiirselliğinden uzaklaştıracak bilim/teknoloji, moda, estetik, vb. ayartıcı uyaranların olmadığı, aksine yeryüzü ve gökyüzünün tanrısallığın temsilleri ile birlikte ölümlülerle bütünleştiği “yer” olarak kulübede mümkündür. Öte yandan, söz konusu uyaranlar insanı doğa, tanrı ve ölümün aşıldığı yanılsamasına sürüklemektedir. Fakat düşünüre göre, öznenin yapması gereken, kendisinin dünyaya (dolayısıyla ölüme ve tanrıya) aitliğini düşünme ve tecrübe aracılığıyla yeniden edinmesidir. Tamamen bağımsız ve kendine yeterli olan yeryüzü ve gökyüzü dünyasının insanın dünyasını sonsuza uzanacak biçimde aştığını, fiziksel dünyanın insanın varoluşundan bağımsız düşünülebileceğini ama insanın dünyasız düşünülemeyeceğini belirten Karl Löwith’in, dünyanın insana değil, aksine insanın dünyaya ait olduğuna işaret etmesi de Heidegger’in düşüncelerini desteklemektedir. Öznenin dünyaya aitliğini yeniden edinmesi dünyanın temsillerini üretme pratiğini aşarak dünyaya içkinleşmesi, yani Dasein’a dönüşmesi demektir. Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’unun 6.41 numaralı maddesi “dünyanın anlamının dünyanın dışında yatması gerektiği”ni öne sürmüştü. Bu noktadan bakıldığında Heideggeryen bir “dünyaya içkinleşme” girişiminin anlamdan uzaklaşmak olduğu düşünülebilir. Ancak, dünyanın kendisinin değil, sadece çeşitli imge-dünyaların (temsiller) tasarlanabileceğini, dünyanın her şeyi içine aldığını ama kavranamadığını dile getiren Löwith’in “dünyanın en büyük ve en zengin ama aynı zamanda resimsiz bir çerçeve kadar boş olan bir şey” olduğunu öne süren ifadesi göz önünde bulundurulduğunda, Dasein için anlamın o boş çerçevenin içinde değil, onun içine girme girişiminde bulunduğu iddia edilebilir.

ZAMAN
Karsten Harries, “mimarlığın sadece yerin evcilleştirilmesi olmadığını, aynı zamanda zamanın dehşetine karşı bir savunma olduğu”nu ifade etmişti. Heidegger’in kulübesi, bu bağlamda, yerin vahşiliği ile en yüksek derecede diyaloğa girme çabası olduğu kadar, zamanı dehşetli kılan gelip geçiciliğe yine en yüksek derecede uyum sağlama gayreti olarak değerlendirilmelidir. Bir başka ifadeyle, kulübe, “yer”leşmek suretiyle “yer”e içkinleşip yere, gelip geçicileşmek suretiyle de “an”a içkinleşip zamana aşkınlaşmanın metaforudur. Dolayısıyla, nasıl ki kulübe ve çevresindeki “şey”lerdeki güzellik, Dasein’ı her şeyin yerli yerinde olmasının mantıksal sonucu olarak yerin fizikselliğinin ötesindeki bir gerçekliğe sevkediyordu, -Harries’in “güzelliğin dili esasında zamansız gerçekliğin dilidir” ifadesi göz önünde bulundurulduğunda- aynı güzellik benzer biçimde Dasein’ı her şeyin zamanında olmasının mantıksal sonucu olarak zamanın ötesindeki bir gerçekliğe de sevkediyordu. Kısaca, kulübe, dünya denen o boş çerçevenin içine girerek dışına çıkmanın, böylelikle mekanın ve zamanın asıllıklarına ulaşmanın -Heideggerce- yoludur. Bu noktada, Hölderlin’in Manzara adlı şiiri, insanın evcilleştirilerek uygarlaştırılmış hayatının şehirden uzakta, doğanın derinliklerinde “yer”leşerek yeniden vahşileşmesinin, artık bir Dasein’a dönüşmüş öznenin zamanın gelip geçiciliğine nüfuz ederek zamansızlıktaki mükemmelliğe, asli-olana, bütüne ulaşması için gerekli şartları sağladığını ima etmesi açısından önemli:
İnsanın ev yaşamı çok çok uzaklara gittiğinde,
Orada, o uzak yerde, asmaların mevsimi kızardığında,
Yine oradadır yaz tarlaları, büyümelerinden boşalmış,
Ve orman asılı durur, koyu bir karanlıktır imgesi.
Doğa mevsimleri öylesine etkisiz renklendirir ki,
Doğa yerinde kalır, ama mevsimler kayar gider hızla,
Erişir mükemmelliğe; sonra göğün ışıltılı yüceliği
Taçlandırır insanı, çiçeklerin taçlandırması gibi ağaçları, ışıkla.

Heidegger’in, insanın kökensel birliğini (asıllığını) oluşturduklarını düşündüğü dörtlüsünden insanı “yer”leştiren “şey” olarak yeryüzü ve insanın varoluşunu sarmalarken kontrol dışı güçleri de barındıran “şey” olarak gökyüzü, ölüme-doğru varlıklar olduklarının bilincindeki ölümlülerin zamanın gelip geçiciliğini deneyimlemelerini sağlarken onların -hayatın akılla kavranamayacak mistik boyutuna atıfta bulunan tanrısallar tarafından tarif edilip gösterilmiş olan- gerçeklikteki zamansızlığın içinde eriyip gitmelerine giden yolu da açmaktadırlar. Ölümlüler bu imkanın daima var olması için yeryüzünü korumak, gökyüzünden almak, tanrısalların tanrısallıkları göstermelerini beklemek ve kendi varlıklarını dörtlünün varlığına sunmakla yükümlüdürler. İşte kulübe düşünürün bu yükümlülüğünü yerine getirmesine engel oluşturan şeylerin çevrede bulunmadığına, kendisinin dörtlüyü koruduğuna ve deneyimlediğine inandığı tek yerdir. İnsanın altında yaşadığı, gün ve gecenin, mevsimlerin değişimlerini, güneş, ay ve yıldızların hareketlerini, bulutların göçünü, fırtınaları, kar ve yağmuru barındıran gökyüzündeki ve onun yeryüzünde neden olduğu değişimler -düşünürün Neden Taşrada Kalıyoruz? (1934) adlı makalesinde bir çiftçinin çalışmasıyla özdeşleştirdiği- felsefe çalışmasının etkisindeki kulübenin günlük varoluşuna nüfuz ederler. Ancak düşünürün çalışma yeri ve zamanına yalnızlık değil, tenhalık egemendir. Bu tenhalık insanı çevresinden yalıtmaz, aksine insanın tüm varoluşunu varlığın geniş “iç”tenliğine yansıtma gücüne sahiptir.

Heidegger, çeşmeden su taşırken
Heidegger, bir yürüyüş sırasında

TANRI
Löwith’in dünyanın -paradoksal bir biçimde- her şeyi kavrayan ve bunun için/buna rağmen boş olan bir çerçeve olduğu düşüncesini paylaşıyor görünen Heidegger’in, Tractatus Logico-Philosophicus’un 6.432 numaralı maddesinde “tanrının kendisini dünyanın içinde açığa vurmadığı”nı ileri süren Wittgenstein ile aynı noktada buluştuğu söylenebilir. Ancak Wittgenstein’ın 7 numaralı maddede ifade ettiği gibi “üzerinde konuşulamayacak şey hakkında susma”yı tercih ettiği noktada, Heidegger, dörtlüye tanrıyı dahil etmese de, üzerinde konuşulamayacak şeyi işaret eden, tanrının varlığını bildiren, çağrısını ileten, fakat tanrısallığın bazı özelliklerini temsil etmenin ötesine de geçemeyen tanrısalları yerleştirir. Ölümsüz olana işaret eden tanrısallar, aslında büyük güçleri, etkileri olan küçük (Baker’e atıfla, “küçük harfle başlayan”), sıradan -ve en önemlisi- zaten apaçık bir biçimde şimdi ve burada oldukları için farkına varılamaz hale gelmiş -kaya, su, bulut, orman, fırtına, gece, kış, vb.- yeryüzü ve gökyüzündeki “şey”ler ile birlikte, ölüme-doğru olan Dasein’ın kendisini mekan, zaman ve varlığın ilkselliğinin, asli-olanın, bütünün egemen olmasına izin verdiği bir düzenin içine yerleştirmesine aracılık ederler. Ve bu imkansız değildir. Nitekim Hölderlin’in “güzelim mavilikte çiçeklenir…” dizesiyle başlayan şiirinin aşağıdaki dizeleri de bunu doğrulamaktadır:

… Tanrısal olanlar ama, daima iyi olanlar,
sahiptirler aynı anda zenginlik, erdem ve neşeye.
İnsan bunu taklit edebilir.

Heidegger aynı anda zenginlik, erdem ve neşeye sahip olan “iyi” insanları taşrada bulacaktır. Apaçıktır ki düşünür için kulübesi, kendi dünyalarından başka bir dünya bilmeyen, tarım ve ev işlerinde çalışan, doğanın dilinde konuşan, sıkı aile bağları ve katı toplumsal yapılar içinde yaşayan inançlı, mütevazı, teslimiyetçi insanların minör hayatlarını deneyimleyebilmesi için en uygun “yer”dir. Dışında yeryüzü ile gökyüzünü birleştiren kulübe, içinde de ölümlüler ile tanrısalları bir araya getirir. Cemaatin toplandığı yemek masası, altar köşesi, düşünürün çalışma odası penceresinin dışında asılı olan ve kendisiyle birlikte gömülen rüzgar çanı kulübedeki tanrısallardır. Yakındaki pınarın çeşmesindeki altı köşeli yıldız biçimli ahşap küp, Yahudi-Hıristiyan sembolizminde “gezgin Yahudi”yi simgeleyen Davud yıldızını çağrıştırır, düşünürün çevredeki uzun yürüyüşlerine atıfta bulunur, mezar taşında ise sekiz köşeli bir yıldıza evrilerek haç imgesinin yerine geçer. Kulübe aynı zamanda, bölgede pagan dönemlerden beri yaşatılan, “ölü ağacı” (Alm. Totenbaum) adı verilen, kulübelerin önünde musalla taşı işlevi gören, kimi zaman -beşiklerin yanında tutulup- tabut olarak da kullanılan oyulmuş bir kütük bulundurma geleneğini de sürdürür. Böylece ikisi de ağaçtan yapılan beşik (doğum) ve tabutun (ölüm) bütünleştikleri yere, hayat-ölüm döngüsünün sürekliliğinin metaforuna dönüşür. Bu özelliğiyle -Hölderlin’in “güzelim mavilikte çiçeklenir…” dizesiyle başlayan şiirinin son dizesinin bildirdiği üzere- “hayatın bir ölüm, ölümün de bir hayat” olduğuna işaret eden kulübe, Dasein’ın ölümlülüğünden (ölüme-doğruluk) tanrısalların temsil ettiği ölümsüzlüğe (sonsuz hayat) açılan bir kapı olarak düşünülebilir.

ÖLÇÜ
Tüm dinsel söylemlerde az veya çok olduğu gibi elbette Heidegger’in teolojisinde de bir “ölçü” var. Bu ölçü, -temsil etme ve tasarlama pratiklerinden önce- insanın yeryüzü üstündeki ve gökyüzü altındaki kendi varoluşunu tanrıya karşı ölçmesini mümkün kılar. Dolayısıyla, varlığı (ölümlü) yer/mekan (yeryüzü), zaman (gökyüzü) ve tanrısallar ile bağıntılandıran, dörtlünün her bir bileşenini diğerlerine karşı sorumlu kılan şeydir. Hölderlin’in “güzelim mavilikte çiçeklenir…” dizesiyle başlayan şiirinin “…Bilinemez midir tanrı? Görünür mü gökyüzü gibi? / Buna inanırım daha çok. İnsanın ölçüsüdür o” dizelerinden hareket eden düşünüre göre, özneye, kendisini evrende işgal ettiği yeri ölçmesi için gerekli ölçüyü veren tanrısallar ile tüm bağları kopardıktan sonra yeryüzü ve gökyüzünü ele geçirip, ölümlülükle savaşmaya başlamış modern hayat, öznenin ölçüsünü kaybetmesine, dahası ölçüye göre yaşama gerekliliğinin farkına varamamasına neden olmuştur. İşte modernleşmenin beraberinde getirdiği yozlaşmadan uzak taşradaki kulübe bu noktada, ölçünün içinde kalmanın, “şey”leri asıllıklarının (özleri) dışına çıkmaya zorlamamanın, Dasein’ın tabi oluğu sınırları ihlal etmemenin ve buradan hareketle varlığın gerçekliğini varlıkların içinde (Baker’e atıfla, “büyük harfle başlayanı küçük harfle başlayanlarda”) arayıp bulmanın “yer”ine dönüşür. Ölçü, dünyanın olduğu gibi olan şey olarak kalması için insanın dünya üstündeki etkinliklerinin belli sınırlar içinde kalmasını sağlar. Bu nedenle temsil etme ve tasarlama pratikleri ile bağlantılıdır, onların -gerçeklikle asla tam örtüşemezlerse de, Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’da belirttiği gibi- sadece tek bir noktadan bile olsa gerçekliğe dokunmalarına aracı olur:
2.151 Tasarımlanma biçimi, şeylerin aralarında, tasarımın öğelerinin aralarındaki gibi bir bağlantı bulunmasının olanağıdır.
2.1511 Tasarım gerçeklik ile öyle bağlıdır; ona dek uzanır.
2.1512 Bir cetvel gibi gerçekliğin yanına konmuştur.
2.15121 Üzerindeki bölümlenme çizgilerinin ancak en uç noktaları ölçülecek nesneye dokunur.

Mekan, zaman ve varlığın asıllıklarına dokunan ölçü, Heidegger’e göre, şiirdir. İnsan kendisine verilmiş bu ölçüye başvurduğunda şiirselliğin içindedir. Ve …Şairane mukimdir insan (1954) adlı makalesinde ifade ettiği gibi, insanın ikamet etmesi ile şiirsellik arasında varoluşsal bir bağlantı vardır. İnsan ancak şiir aracılığıyla yeryüzündeki varoluşunu anlamlandırarak Dasein’a dönüşebilir. Bu bağlamda, şiirden (ölçü) uzaklaşarak dünyevileşen modern insanın paradoksal biçimde yeryüzünde bir “yer”i yoktur. Düşünürün başlığındaki kavramları virgüllerle ayırmaktan özenle kaçındığı İnşa etmek İkamet etmek Düşünmek (1951) adlı makalesi, bu bağlamda, ikamet etmek ve şiir/-sellik arasındaki bağlantının inşa etmek (yer) ile düşünmeye (felsefe) doğru genişletilmesi, yani insanın diğer temel pratiklerinin de ölçüye tabi kılınmasıdır. Şairler, düşünürler, inşa ediciler gibi bu pratikleri hayata geçirenlerin görevi, yerinden edilmiş insanın asli-olana geri götürülmesidir. Yeryüzünde şiirsel (dil ile bağlantı kurmuş) bir biçimde hayata geçmeye yazgılı olan ikamet etmenin yeri olarak kulübe bu nedenle, inşa etmenin olduğu kadar düşünmenin de “yer”idir aynı zamanda.

DİL
Heidegger inşa etmek, ikamet etmek ve düşünmek arasında şiir aracılığıyla kurduğu dilsel/varoluşsal bağıntıyı sadece makalelerine hapsetmez, kulübesinde deneyimlediği hayata da nüfuz ettirmeye çalışır. Düşünüre göre, insan kendisine varoluşunun şartlarını kavrama imkanı veren “ölçü”nün sınırları içinde kalarak ikamet ve inşa ettiğinde -tıpkı şiir gibi- dünyayla derin bir bağ kurma biçimlerinden birini hayata geçirmiş oluyordu. Öte yandan, verili “ölçü”nün içinde kaldıkça Dasein’ın varlığı, dolaysız deneyimleri üzerinden “şey”ler ile bağlantılanarak bir birliğin içerisine yerleşiyor, varoluşu anlamlandırarak hayatın asıllığına yaklaşıyordu. Nitekim Hölderlin’e göre de, şiir sadece mümkün olanı değil, mümkün olmayanı da içerdiğinden birliği taklit edebilen tek şeydi. Elbette, bu türden bir varoluşsal ontoloji, şeyleri birbirlerinden ayırıp parçalayarak temsil eden ve inceleyen matematiksel soyutlama ve bilimsel çözümlemenin karşısındaydı. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar (1953) adlı çalışmasında, “soruşturmasının oyun kartlarından yapılmış evleri yıkmak ve onların üstünde durdukları dilin zeminini temizlemek olduğu”nu vurgulamıştı. Öyleyse, Heidegger’in düşünsel soruşturması da, modern konut ve söylemleri tarafından bastırılan asıllıklar olan ikamet etme ve dilin zeminlerini kulübe ve şiir aracılığıyla arındırma girişimidir. Hölderlin de, -duvar ve elbise anlamlarına gelen Almancadaki Wand ve Gewand kelimeleri arasındaki etimolojik bağlantıdan hareketle- utangaç, “iç”ten bir elbiseye benzettiği kulübede ikamet eden insanın ölçüye bağlı yaşadıktan sonra asli-olana ulaştığında dili aracılığıyla varoluşun/-un ne olduğuna şahitlik edebileceğini belirtmişti:

“Oysa kulübelerde ikamet eder insan, ve utangaç elbisesine bürünür, çünkü [bu elbise] daha samimidir, [insanla] daha ilgilidir de, ve böylelikle [insan, bu elbisenin] rahibenin ilahi alevi koruduğu gibi [kendisinin] ruhunu koruduğunu idrak eder. Ve bu yüzden [insan] başına buyrukluktan ve daha yüksek kudretlerden mahrumdur, ama dil, tanrılara en yakın ve iyiliklerin en tehlikelisi olan şey, verilmiştir insana, yaratıp yıktıktan ve kaybolup gittikten sonra ebedi olana, dişi ustaya, anneye döndüğünde şahitlik etsin diye [kendisinin] ne olduğuna, yani varisi olduğuna -ondan öğrendiğine göre- ondaki en tanrısal şey olan ebedi sevginin.”

Düşünür, Hölderlin ve Şiirin Özü (1937) adlı makalesinde şairin, şiir hakkındaki beş kılavuz sözünü irdelemiştir. Heidegger önce şairin “şiirin bütün uğraşların en masumu olduğu” iddiasını şiirin gösterişsizliği, ciddiyetten uzak oyuncu doğası ve düşselliğinde temellendirir. Ancak, yine şaire göre, dil mülklerin en tehlikelisidir. İnsana kendisinin varoluşuna şahitlik etmesi için verilmiştir. Bu şahitlik için ise, öznenin varoluşunu açarak sıkıntı ve tehlikelere sokması gerekir. Öte yandan, dil, insanın bir “söyleşi”, eşzamanlı olarak konuşan ve işiten bir varlık olduğunun da kanıtıdır. Hölderlin’in dördüncü sözü, kalıcı olanı şairlerin kurduğu iddiasındadır. Ve düşünüre göre, kalıcının geçiciden, safın karmaşıktan, oranlının oransızdan, aslînin dipsizden, varlığın da varolandan elde edilmesi imkansızdır. O halde varlıkların asıllıkları var olanlardan dışarı çık(-arıla)maz, şairler tarafından özgürce yaratılmaları gerekir.

0.
Heidegger, düşüncesinde Hölderlin’in şiir felsefesine merkezi bir rol vermişse de, dörtlünün birleştiricisi olarak kulübenin izini modernist şiirlerde de sürmeye devam etmiştir. Nitekim düşünür Dil (1959) adlı makalesinde, bu kez Avusturyalı şair Georg Trakl’ın sert doğa ve iklim şartları ortasındaki bir kulübede bir kış akşamında cereyan eden “küçük harfle başlayan” olayları konu edinen Bir Kış Akşamı adlı şiirini çözümlerken yine “şairane ikamet eden insan” ile karşılaşmıştır. Öte yandan, ikamet etmenin şiirselliğinden hareketle, düşünürün, varlıkların asıllıklarının özgürce yaratımının sadece şairler değil, inşa edenler ve düşünürler tarafından da hayata geçirilmesi gerektiğini ima ettiği de ileri sürülebilir. Bu bağlamda, kulübe şairin (şiir/dil), inşa eden (yer/mekan/mimarlık) ve düşünür (felsefe) ile birleştiği noktadır. Ayrıca mimarlık kuramına ilk kez dilsel bir bağlamda giren kulübe Heidegger düşüncesiyle yeniden dilsel -ancak, ontolojik de olan- bir bağlama yerleşmiştir. Vitruvius’a göre, kulübenin inşası dilin icadının ve toplumsal ilişkilerin doğuşunun kaçınılmaz sonucuydu. Ortaçağ’da, onu -Joseph Rykwert’in ifadesiyle- “Adem’in cennetteki evinin yeryüzündeki izdüşümü” olarak yorumlayan Filarete tarafından dinsel-mitsel bir karaktere büründürülen kulübe, 18. yüzyılın ortasından itibaren, onu mimarlığın doğal kökensel modeli olarak kabul eden Marc-Antoine Laugier tarafından dünyevileştirilmiştir. Mimarlığın temel öğelerini kulübenin tektoniğinde bulan Gottfried Semper ise, 19. yüzyılın ortalarında bir Karayip kulübesinden hareketle doğal modele antropolojik bir antitezle karşı çıkmıştır. Kulübe ise, hem Weissenhof’da kristalleşen modernist iskan deneyimine ve evin makineleştirilmesine, hem de Modulor türevi, deneysel mikrokozmik mekan “le cabanon”da maddeselleşen Corbusieryen yaratıcılık aurasına bir karşı çıkıştır. Öte yandan, düşünürün Nazi ideolojisiyle olan politik bağlantılarının “sahici ikamet/inşa etme”nin temsili olarak kulübeyi, ideal Alman evi için model arayan dönemin milliyetçi-muhafazakar mimarlık söylemleriyle buluşturması kaçınılmazdı. Ancak bu buluşma, düşünür ile “sahici” şairin buluşmasının travmatik etkilerinin altında kalacaktı. “Ölüm, Almanya’dan bir ustadır” dizesinin yazarı Yahudi asıllı Rumen şair Paul Celan, 1967 yılında düşünürü kulübesinde ziyaret eder. Şair, ziyareti süresince, “şairler ve düşünürler” medeniyetinin münzevi çocuğunun Nazi iktidarı sırasında hatalı hareket etmiş olmaktan duyacağı utanç ve pişmanlığı “iç”tenlikle dillendirmesini duymayı bekler. Fakat “utangaç elbisesi” düşünürün utanmamışlığını sessizlikle örtmüştür. Şairin Todtnauberg adlı şiirine gömdüğü bu hayal kırıklığı, üç yıl sonra Seine nehrindeki intiharında su yüzüne çıkacaktır. Düşünür, şiirselliğin gerekliliğini duyarlılıkla dillendirmesine rağmen, şiirin asıllığına ulaşamamıştır. Felsefe, “daima eve doğru” gittiğimizi söyleyen Novalis’e dikkat çeken Heidegger için de bir yer/yurt/ev arayışıdır. Özne ancak kendini evinde hissetmediğinde düşünme gereği duyar; düşünmek ise yurda/eve dönüş yolunda olmak demektir. Dönülen “yer”, sonlunun sonsuzluğa vardığı nokta olacaktır. Bu nedenle, Rilke için ev, “sonsuzluktan önceki en son şey”dir. Evin asıllığı olarak kulübe ise, eve doğru yapılan yolculuğun (düşünme) hem başladığı, hem de bittiği yerdir.

“Heidegger’in düşüncesinde esen rüzgar -binlerce yıl sonra hala Platon’un eserlerinden bize doğru esen rüzgar gibi- içinde yaşadığı yüzyıldan doğan rüzgar değildir. Bu rüzgar bir asli olandan/kökten [Alm. aus dem Uralten] doğar ve mükemmel her şey gibi arkasında bıraktığı mükemmel şeye, asli olana/köklerine, evine döner.”
Hannah Arendt

Etiketler:

İlgili İçerikler: