“Yaşama Tutunma Çabası”, Salgınlar ve Öngörülemeyen Mimarlık

LERZAN ARAS

Lerzan Aras, ortaya çıkışının üzerinden bir yılın geçtiği covid-19 salgınının mimarlığa uzun vadeli etkilerinin olup olmayacağını araştırıyor.

2020 Mart ayından bu yana tüm dünya ortak bir cephede covid-19 salgınına karşı savaş veriyor. Görünen o ki, başarıya da ulaşıyor; en azından teknoloji, araştırma ve ortak bilincin sunabildiklerini doğru yönde kullanıyor. 2016 yılında Aravena Cepheden Bildirmek temalı Venedik Mimarlık Bienali’nde ayrımcılık, eşitsizlik, doğal afetler, konut sıkıntısı, göç, suç, trafik, hava kirliliği gibi problemlerin varlığını ortaya koyarken ve mimarlığın bu konularda hazırlıklı olması gerektiğini dile getirirken1, elbette bundan dört sene sonra tüm bu problemlere yepyeni ve belki de hepsinden güçlü bir küresel salgının ekleneceğini ön göremezdi. Ancak, şu an böyle bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. İleriye dönüp baktığımızda salgın sonrası özellikle içinde yaşayacağımız evleri da neleri daha doğru yapmalıyız? sorusunun cevabını mimarlar olarak hızla ararken aslında hepimizin önce biraz soluklanmaya ve ileriye dönmeden belki tam bir asır geriye gidip modern zamanlara ve o dönemin günümüze benzeyen salgın etkilerine tekrar bakmaya ihtiyacı var.

Şu an tüm olası senaryolar içlerinde barındırdıkları iyi niyetlere ve belli miktar çözümlere rağmen, geleceği okumanın mümkün olmadığı bir noktada tahminlerden öteye gidemiyor. Zamanın her şeyi göstereceği ve konut tasarımının yavaş yavaş dönüşeceği bir düzen içinde yaşıyoruz. Hepimiz kabul ediyoruz ki; balkonlar önemli, çalışma alanları artık evin bir parçası olmak zorunda, mutfağın açık sistemde olması çok tercih edilmeyecek gibi duruyor, asansörler risk teşkil ediyor, havalandırma sistemlerine daha çok özen gösterilmeli, girişlerde steril alanlar olmazsa olmaz ve daha sadeleşmiş iç mekan çözümlerine yönelmeliyiz. Liste bir miktar daha uzayabilir; ancak geleceğin konutu noktasında temeller bu hatlar üzerine gelişiyor. Geleceğe yüzümüzü dönmek her zaman iyidir; ancak bazen bunun için geçmişte yaşanları hatırlamak ve şimdiyi yaşayarak adım adım ilerlemek daha iyi olabilir.

Namık Erkal ‘Korku, Ecel ve Mimarlık’ adlı çalışmasında “Güneş girmeyen eve doktor girer. Modernizmin ‘tabula rasa’sı sadece Büyük Savaş'ın değil İspanyol Gribi'nin eseridir. Modernist mimarlık kuramlarının özellikle konut alanında yaygınlık kazanması da kitlesel hastalıkların yarattığı ecel korkusuyla ilişkilendirilebilir”2, bakış açısıyla dönemin insan psikolojisi ve yaşama tutunma isteğinin mimarlık ile nasıl bütünleştiğini gösterirken, o zamanların tekrar değerlendirilmesinin de kapılarını açıyor. Aynı şekilde Umut Şumnu “Hayat Eve Sığar mı? Covid-19 ve Mimarlığın Bağışıklık Sistemi” adlı çalışmasında modern mimarlığın zevk ile sağlık arasındaki ilişkisini sorguluyor. Onu deyişi ile “modern mimarlık; daha önceki mimarlığı ‘esir alan’ tarihsel, kültürel, coğrafi ve sembolik yüklerden ‘arınarak’ herkes için ve her yerde aynı olabilen akılcı ve evrensel bir mimarlığın arayışı ile, fazla girintisi çıkıntısı olmadığı için toz tutmayan, bezemesiz, düz yüzeyleri ile avangard bir mimari zevkin yansıması olduğu kadar sağlıkla da ilişkilidir.” 3

Sağlık ve mimarlık arasındaki ilişkiyi sorgulayan başka çalışmalar da mevcut. Bu araştırmalardan çıkardığım sonuç şu ki mimarlık 100 sene önce kendisini dönemin şartlarına adapte etmiş; hatta çok uzun bir tarihsel dönemi içine alan modern mimarlık mitini de var etmiş ve bu mit tüm yüzyıl içinde kendi karşıtlığını da yaratarak değişmiş, dönüşmüş ve günümüze gelmiş. Sosyal, kültürel ve ekonomik şartlara ve insanın gündelik yaşam koşullarının gereklerine sıkı sıkıya bağlı olması ile birlikte de sürekli kendini yenileyebilen mimarlık için şimdilerde şu soruyu sorabiliyoruz: Peki, bu yenilenme ve dönüşüm hala mümkün mü? Mimarlık insan yaşamına yepyeni bir soluk getirebilir, salgın sonrası yepyeni bir düzen oluşturabilir ve geçen yüzyılın “yaşama tutunma çabası”nı canlandırabilir mi?

1918 tarihini çoğumuz I. Dünya Savaşı’nın bitimi olarak hatırlarız; ancak savaşın hemen bitiminde başlayan salgın en az savaş kadar zarar vermiştir. 20. yüzyılın en büyük büyük salgını olarak da bilinen İspanyol gribi 1918-1920 yılları arasında I. Dünya Savaşı'nın son dönemlerinde yayılarak yaklaşık 50 milyon insanın ölümüne neden oldu. Bu rakam neredeyse I. Dünya Savaşı’nda ölenlerin iki katından fazla. 1918 yılı başlarında askeri kamplarda tespit edilen ve çok sayıda askere bulaşan bu virüs, savaşın sonunda askerler eve döndükçe hızla yayıldı ve 20.yüzyılın en büyük salgını olarak tarihe geçti4.

Aynı yıllar modern mimarlık anlayışının özellikle Bauhaus okulunun etkisi ile geniş kitlelere yayılmaya başladığı dönemi simgeler. Bu dönemin konut mimarisine baktığımızda beyaz, sade, düz, süsten arındırılmış biçimlenişlerinin sadece neo-klasik düzenin karmaşasından kurtulmak için mi, yoksa salgına karşı bir önlem olarak mı düşünüldüğü sorusu çok sorulmuştur.

Fotoğraf: Philipp Berndt, Unsplash

Sara Carr, “The Topography of Wellness: Mechanisms, Metrics, and Models of Health in the Urban Landscape” adlı doktora çalışmasında Le Corbusier ve onun konut mekanına bakışına özel bir yer ayırır. Işık, hava ve atık konularına özel önem veren mimarın güneşlenmeye olanak veren terasları, en derine kadar güneşi alabilen beyaz zemin ve duvarlı iç mekanları o dönem için sağlıklı evler oluşturmak adına ortaya konmuş tasarımlardı ve tıpkı 1920’lerin geniş pencereli, balkonlu, toz tutmayan düz yüzeyleri ve beyaz duvarları ile temizliği ve aynı zamanda kiri gösteren modern dönem sanatoryumlarının tasarımları gibiydi5. Bu açıdan baktığımızda modern dönem konutlarının toplum tarafından benimsenmesinin sebeplerinden biri olarak “sağlıklı ev” kavramı ile karşılaşırız.

Beatriz Colomina, ise X-Ray Architecture adlı kitabında modern mimarlığın işlevsel verimlilik, yeni malzemeler (cam, beton, demir), yeni yapım sistemleri ve bir makine estetiği bağlamında değerlendirildiğini, ancak aslında zamanının tıbbi saplantısı olarak görülen tüberküloza ve onunla ilintili X-ray (röntgen) cihazına bağlı şekillendiğini söyler. Aynı röntgen ışınlarının bedeni görünür kılması gibi, yeni binalar da kendi içi mekanlarını dışa vururlar6 ve mesele, bireyin sağlığının ancak sağlıklı bir evde yaşamakla iyi olacabileceği gerçeğinden öteye geçerek mimarlık ve tıp arasındaki bir sınır kalmaması noktasına kadar uzanır.

Modern dönem mimarlarının, dönemin tüm toplumu ilgilendiren hastalıklar ve salgınlar konusundaki bakışları 20. yüzyılın mimarlık tarihinin başlangıcını şekillendirmiş olabilir mi? Bu sorunun cevabını kolay veremeyiz. Ancak şunu söyleyebiliriz: Modern dönem mimarları; toplumsal düzenin oluşması, hatta ütopik bir düzene geçilmesi konusunda söz sahibiydiler. Dünya nüfusu şimdikinden çok daha azdı, günümüzün bilgisayar teknolojileri ve iletişim kaynakları mevcut değildi ve dünya savaştan çıkmış olmanın sosyal ve ekonomik yükü altındaydı. Ortak bir mimari dilin varlığı herkes tarafından kabul görebiliyordu ve iletişim kaynaklarının azlığına rağmen yayılabiliyordu.

Günümüzde ise uzun yıllardır devam eden çoğulcu (pluralist) mimari düzen aynı zamanda kapitalizmin yükünü de sırtında taşıyor. Değişim çok hızlı olsa da etkisi dünyanın her yerinde aynı şekilde gözlemlenmiyor. Teknolojinin gelişimi, dijital altyapının kurgusu ve her kaynağa çok hızlı ulaşım sağlayabilmek araştırmaları hızlandırsa da çalışmalar dünyanın doygunluğa ulaşmış nüfusunda yerel olarak kalabiliyor, ya da güncelliğini kaybediyor. Yazının başında belirttiğim Aravena’nın “cepheler”i çok hızla artıyor ya da yön değiştiriyor. Bu bağlamda geleceğe dönük senaryolar üretmek kolay değil.

Ocak 2021’de Kaley Overstreet’in ev ve yeni anlamı üzerine yazdığı bir denemesini okudum. Genç bir tasarımcının gözünden “ev” ve anlamı üzerine görüş okumak çok değerliydi. Aynı zamanda değindiği iki konu özellikle ilgimi çekti Bunlardan birincisi İspanyol mimar Anna Puigjaner’in 2016 yılında Harvard Wheelwright Ödülü’nü kazandığı “mutfaksız ev” fikri ve şu an geldiği noktaydı. İkincisiyse Arch Out Loud grubunun geçtiğimiz sene düzenlediği “ev” konulu yarışma ve geleceğin evi için önerilen tasarımların içinden birinci seçilen önerideki mekansal ve zamansal değişimlerin kullanıcıya sağladığı esneklik konusuydu7. Anna Puigianer New York kentini temel alarak yaptığı çalışmasında daha sağlıklı ve sürdürülebilir evler için ortak bir pişirme alanı öneriyor ve pişirme eylemini evin dışında, gerekirse daha profesyonel bir biçime aktarmanın ekonomik olarak ciddi bir avantaj sağlayacağını hatta sosyal yaşamı da güçlendirebileceğini öngörüyor8. Jeffrey Liu ve Haylie Chan’ın “gölge ev” adını verdikleri çalışmaları ise güneş ve gölgenin yardımı ile iş ve iş dışı saatlerine bağlı değişen konut içi esnetilmiş mekanları anlatan bir Los Angeles evi tasarımı9. Los Angeles kentinin güneşli ve havadar ikliminin sağladığı dış mekanlarda yaşama şansını yeni bir düzen için kullanan bu tasarım esnek bölücülerin de yardımı ile çalışma ve yaşama alanlarını zamansal olarak bölebiliyor ve geleceğin konutunda özellikle üstünde durulan çalışma olanaklarına da geniş yer açıyor.

Her iki çalışmaya da baktığımda gördüğüm, Amerikan kent yaşamının ve sosyo-kültürel örgünün ekonomik yönünün de içine katıldığı geleceğin konut tasarımına dönük önermeler içerdiği, yani belli bir coğrafya ve toplumsal yapı için gerçekliği kabul edilebilir. Elbette 2016 yılında kimse dört sene sonra tüm dünyanın baş etmekte zorlanacağı bir pandemiyi öngöremezdi ve o günün şartları içinde Puigianer’in önerisi sosyal ve ekonomik bağlamda çok iyi bir öneri olarak karşımıza çıkıyordu; ama 2021 yılındayız ve temel mottomuz “sosyalleşme” değil, maalesef “sosyal mesafe”. Aynı şekilde Jeffrey Liu ve Haylie Chan’ın tasarımlarının müstakil bir konutun Los Angeles’in güneşli iklimi ve temiz havasında belli bir sosyal kesim için uygulanabilir bir model olduğunu düşünsek bile, ardında “yüksek katlı aparmanlarda yaşamak durumunda olanlar için çözüm ne olacak?” ile başlayan pek çok soru bıraktığını da kabul etmeliyiz.

Okuduğum bu çalışmalar geleceğe dönük ve yeni bir biçime ait arayışları simgelerken, genele nasıl adapte edilebilecekleri yönünde bir kurgu içermiyorlar. Bunun en temel sebebini dünyanın çok parçalı bir düzene sahip olduğu ve bireylerin istek, gereksinme ve gündelik yaşam biçimlerinin 100 sene öncesine göre çok çeşitlendiği ve karmaşıklaştığı gerçeğine bağlıyorum. 1920’lerin savaş sonrasında “yaşama tutunma çabası” tüm dünyada ortak bir istek olarak kabul edildiğinde modern mimarlığın kendini kabul ettireceği ve büyüyeceği bir zemin bulması daha kolaydı; ancak artık bu ortak zemini bulmak oldukça zor ve bu noktada öngörüler ve gelecek senaryoları zora giriyor. Modern mimarlık bir dönemin açılışıydı; onu postmodern dönem izledi. Mimarlık evrildi, değişti, karmaşıklaştı, hatta sağlıksız ve sıradan hale geldiği noktalar da oldu. Şimdi 21. yüzyılın belki de en büyük salgınında yine bir dönemin kapanmasını ve başka bir mimari biçimlenişe geçmeyi gerçekten bekleyebilir miyiz? Yoksa salgın etkilerini azaltmaya başladığında kaldığımız yerden devam mı edeceğiz?

Dünya büyük bir salgınla ilk defa karşılaşmıyor. Tarihin çeşitli evrelerinde milyonlara varan kayıplarla yaşanmış zor tecrübeler mevcut. Veba ve kolera salgınları milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Grip adı altında gelişen çeşitli salgınların bir kısmının çözümü hala tam bulunabilmiş değil. Bu salgınların atlatıldığı ve yaşam biçimlerinde değişikliklerin oluştuğu da bir gerçek. Elbette kendi şartları, teknolojinin olanakları ve insan nüfusunun azlığını da hesaba katarsak şimdi içinde bulunduğumuz salgından çıkışın gelecek ile ilgili daha çok değişim getirme şansı olduğunu kabul edebiliriz; ancak bu şansın yanı sıra yazının başında bahsettiğimiz zorluklar da aynı oranda artış gösteriyor. Bu da bir gerçek. Diğer bir gerçek ise, insanın yaşamdan beklentisinin 100 yıl öncesine göre çok farklı olması. Mimarın burada alabileceği sorumluluğu ve insan ile kuracağı ilişkiyi önümüzdeki on yıl içinde gözlemleme ve sonrasında değerlendirme şansımızın olacağını düşünüyorum.

Notlar:

1 https://www.labiennale.org/en/architecture/2016/biennale-architettura-2016-reporting-front
2 Erkal, N. (2020). Korku, Ecel ve Mimarlık Üzerine, Mimarlık, sayı 413, s. 40-43.
3 Şumnu, U. (2020). Hayat Eve Sığar mı? COVID-19 ve Mimarlığın Bağışıklık Sistemi, Mimarlık, sayı 413, s. 34-39.
4 Türk, A., Ak, B., Ak, R. (2020). Tarihsel Süreçte Yaşanan Pandemilerin Ekonomik ve Sosyal Etkileri, Gaziantep University Journal of Social Sciences, Special Issue,s. 612-632.
5 Carr, S. J. (2014). The Topography of Wellness: Mechanisms, Metrics, and Models of Health in the Urban Landscape, Doktora tezi, University of California, Berkeley. (tezin tam metnine https://escholarship.org/uc/item/8cg2t860 adresinden ulaşılabilir.)
6 Colomina, B. (2019). X-Ray Architecture, Lars Müller Yayıncılık & Beatriz Colomina, Berlin.
7 https://www.archdaily.com/954196/what-makes-a-home-and-how-do-we-plan-for-its-future
8 https://www.archdaily.com/793370/the-kitchenless-house-a-concept-for-the-21st-century
9 https://www.thehomecompetition.com/2020-results.html

Etiketler: