Yetimhaneden Öğrenmek

KORHAN GÜMÜŞ

“Aklımızın hayalimizin alamayacağı bir şey!” Böyle bir deyiş var, bildiğimiz bir şeyi değil, bilemediğimiz bir şeyi anlatmak için.

Yetimhane (Büyükada-Prinkipo Rum Yetimhanesi) gibi hafıza mekanları kitaplara benzetilebilir. Hatta çoğu zaman kitaplardan daha çok bilgi verir. Sürekli kafamızda sorular sormamızı sağlar. Bize bir şeyler söylemek istediği her halinden bellidir. Önce kapağını görürüz. Kapak merak uyandırır. Ne söylediğini anlamak için kapağını açmak ve okumaya başlamak gerekir.

Yetimhane kitabının birinci bölümünde yapılışına yol açan bir hayal yer alır: Avrupa ile bütünleşik bir şehir hayali. Bu hayalin altyapısını yeni bir ağ sisteminin, endüstri devrimi sonrası gelişen demiryollarının oluşturduğu fark edilir. Bu dev yapının, Prinkipo Palas’ın Büyükada’nın Hristos Tepesi’ne yapılmasına neden olan girişim, Avrupa’yı bir ucundan diğer ucuna üç günde taşıyan, konforlu, hızlı, güvenli bir ulaşım ağıdır. Bu hattın düğüm noktasında egzotik bir Avrupa başkenti olarak tasavvur edilen İstanbul bulunmaktadır. Büyük olasılıkla demiryolları, gemiler ve gelişmiş bir sınırlar ötesi hizmetler ağı olmadan “Transavrupalı” bir hayalin şehri küresel bir dünyaya bağlayabileceğini kimse düşünemezdi.

Bu gelişme, aklımızın, hayalimizin alamayacağı bir şeydir. Ancak bütün hayaller gibi o da kırılgandır. Nitekim zorluklarla karşılaşır. Bu ağın üzerindeki savaşlar, ulus devletlerin kuruluşu, siyasal gelişmeler, şirketle yapılan sözleşmede yer alan Aşar Vergisi payının azalmasının yarattığı sonuçlar da gene öyle.

AKLIMIZIN, HAYALİMİZİN ALAMAYACAĞI BİR ŞEY
Kitabın ikinci bölümünde Prinkipo Palas’ın Rum Yetimhanesi’ne dönüşümü yer alır. İmparatorluğun ulus devletler karşısında son bir tutunma çabasıdır. Prinkipo Palas, bir hayırsever olan Eleni Zarifi tarafından satın alınıp Patrikhane’ye bağışlanır. II. Abdülhamid yapının yetimhaneye dönüşümünü destekler, III. Yoakim ile birlikte açılış törenine katılır. Bağışta bulunur.

Yetimhane gibi kurumların, toplulukları milletler olarak bir araya getirmeyi hedefleyen, bir tür yapıştırıcı işlevi görmesi, hedeflenen kurumlar altında yeni bir yönetimsellik tasavvurunu ortaya koyar. “Osmanlı Yurttaşlığı” hayali, kimlik ve dayanışma ağlarını aşan, milli devletler kurulurken çok daha karmaşık bir ortaklık biçimidir. İmparatorluğu millet kurumları sistemiyle bir arada tutma, kendi elitleri ve modern yönetimsellik kurumlarıyla toplulukları öbekler halinde bir araya getirme fikri yine, bugün bile aklımızın, hayallerimizin alamayacağı bir şeydir.

Büyükada Rum Yetimhanesi; fotoğraflar: Murat Germen

Bu bölümdeki soru şudur: Padişah, Prinkipo Palas’ın yetimhaneye dönüşümünü neden desteklemiş olabilir? Osmanlı Yurttaşlığı fikri, sanıldığı gibi bir geleneğin uzantısı ya da klasik Osmanlı ya da Roma mirası değildir. İmparatorluğun modernleşme sürecinde farklı sivil toplum elitlerinin birlikte inşa etmeye çalıştığı modern bir tasarımdır. Bu nedenle geçmişten devralınmış bir yapı değil, kamu gücüyle uygulanmaya çalışılmış politik bir hayaldir. Bu projede millet sistemini yeniden üreten modern okullar, yetimhaneler, dini yapılar, ihtiyarhaneler, hastaneler yanında, kent mekanındaki kamusal mekanlar, parklar, tiyatrolar, operalar modern bir kamu anlayışının göstergeleridir. Aynı zamanda eşit vatandaşlık ilkeleri çerçevesinde atılan bu tür adımların hiç şüphesiz bir tür yapıştırıcı işlevi görmesi beklenir. İstanbul bu hayalde politik olarak Ortodoks dünyasının merkezidir.

Buna karşılık vatandaşlara dönük bir gönüllü hareketlilik yoktur. Kamusal alan yerele sıkıştırılmıştır. Hareketlilik hala büyük bir lükstür ve üst sınıflara ait bir ayrıcalıktır.

Nihayet kitabın üçüncü bölümünde, bu hayallerin yerini ulus devletin kuruluşu, bir ulus tasarımı hayali alır. Ulus devletin kuruluşu da hiç şüphesiz böyle bir hayaldir. Bu hayalle birlikte Rumların adım adım şehirden kazınması; İstanbul gibi bir şehirde tek bir millete dayanan bir yönetim kurmak, imparatorluğun kurumları içinden bakıldığında; kurumların yok oluşu, yıkılışı, insanların kitleler halinde sürülmesi, yaşam hayallerinden koparılması... Değişimler hayallerin birbirini bastırması, yerini almasıyla gerçekleşir.

Kitabın bu bölümü şu soruyla sona erer: Bu hayal güncelliğini koruyor mu? Yoksa geçmişte mi kaldı? Bu yüzden bu üç bölümün sonrasında bir dördüncü bölüm okuyucuların hayallerinde hala yazılmayı beklemektedir.

ŞEYLEŞTİRİLMİŞ DEĞİL ZİHİNSELLEŞTİRİLMİŞ BİR VARLIK
Yetimhane, Sit Alanı içinde elde edilmiş bir imar hakkı olarak otel mi olacak, bir üniversiteye mi verilecek, yoksa rezidans mı yapılacak? Bütçe ne kadar? “Aslına uygun” restore edilmesi nasıl sağlanacak? Buna benzer peşin kabullere dayanan bir mecranın içinde mimarlık araçsal bir zihin dünyasının içine hapsedilir.

Bu soruyu mimarlık için de sorabiliriz: Mimarlık nerede başlar? Mimarın (aldığı bir sipariş üzerine) projeyle ilgilenmeye başladığı aşamada mı?

Yoksa mimarlıkla ilgili tercihlerin belirlendiği, kararların verildiği aşamadan sonra mı?

Daha açık soralım: Mimarlık her şey bittikten, kararlar verildikten sonra mı başlar? Mimarlığın sınırları nerede başlar, nerede biter? Örneğin tipik bir durum olan Narmanlı Han ya da Emek Sineması veya Galataport’ta yatırımcı şirketler devreye girdikten, kurumsal yapılar, kapasiteler oluştuktan, kararlar verildikten sonra mı?

Şu soruyu sormakla işe başlanabilir: Kendisi bir hayal olan bir yapı nasıl yaşatılabilir? Onun bu mevcut hali, karşılaştığı problemler bir başka yaratıcı dinamiği oluşturmak için kullanılabilir mi? Yetimhanenin aslına uygun inşa edilerek yok edilmesi yerine hayatta kalması nasıl mümkündür? Bu ve buna benzer sorularla çalışma örnekleri üzerinden kimlik ve bellek politikalarının kentsel politikalara ve kamusal alan tanımının dönüşümüyle ilgili konulara ne ölçüde uzanabildiği tartışılabilir. Projeyi yönetebilecek bilgiye, deneyime, yapıya sahip misyon odaklı bir proje yönetimi birimi oluşturulması düşünülebilir.

Örneğin yapının kimi yerlerindeki hasara dışarıdan baktığınızda “eğer kaplamaları, çatısı hasar gördüyse, muhtemelen geriye korunacak fazla bir şey kalmamıştır" diye düşünebilirsiniz. Oysa yapıyı keşfetmek için çaba gösterildiğinde durum farklı olabilir. Yetimhane sıradan bir ahşap yapı değil. Bir bütün olarak, tıpkı bir çelik veya betonarme yapıda olduğu gibi, tasarlanmış bir taşıyıcı sistemle gerçekleştirilmiş. Dikkati çeken ilk şey yapının hala hayatta olduğu. Evet, hasar büyük ancak son nefesini vermemiş! Üstelik mutfak gibi tam 120 yıl öncesinden kalan bir örneği başka nerede bulacaksınız? Bu eşsiz varlığı bugün iş görsün diye güncellemeye gerek var mı? (Örneğin mutfak kullanılmış olsaydı, böyle bir değere sahip olur muydu?) Yapının halen kullanılabilecek bir dolu hacmi olduğu görülüyor. Örneğin Büyük Salon, çatı tamir olduğu takdirde, kültürel etkinlikler için eşsiz bir kullanım fırsatı sunuyor. Ayrıca sağlam bölümlerdeki mekanlar çalışma, seminer odaları, etkinlik, sergi salonları olarak kullanılabilir. Bu da “ilk yardım” olarak gerçekleştirilecek bir müdahalenin kalıcı olabileceğini düşündürür.

Başta da dediğim gibi, yetimhane farklı dönemler hakkında bilgi veren bir kitap gibi okunabilir. Bu nedenle bu kitabın bu dördüncü bölümü, kırılma noktaları, hukuki, kültürel ve politik alanda yaşanan gelişmeler ile diğer bölümler arasındaki ilişkileri, dipnotlardaki referanslarla, sorularla okuyucunun zihninde yeniden canlandırır. Asıl mesele bu zihinsel çabayı geliştirmek ve sürekli kılmaktır: Kimlik inşa kurumlarının, hafıza mekanlarının enerjisini değerlendirmek ve ortak yaşarlık alanını kapatmayan bir kamusallığın imkanlarını yaratmayı hayal etmek.

Yetimhane gibi yapılar akılların, hayallerin alamayacağı şeyleri söyler. Onun nasıl korunacağı, yaşatılacağı da aklımızın ve hayallerimizin alamayacağı bir şeydir. Önceden bilinen bir şey değil, muhataplarını farklı bir eşiğe taşıyacak bilinmeyen bir şeydir. Böylece bu zihinsel eylemlilik, yaşanmadan sonuçlarını asla bilemeyeceğimiz, tahmin bile edemeyeceğimiz bir mimarlık deneyimi olarak gözleri kamaştırabilir. Bu nedenle öncelikle mimarlığın ufkunu sınırlandıran, yapıyı bir imar hakkı olarak algılayan araçsallaştırıcı zihniyete direnmek gerekir.

YETİMHANENİN BİR HAFIZA EYLEMLİLİĞİ OLARAK YENİDEN KURGULANMASI
Kültürel miras alanı, çoğu zaman neoklasik dünyanın travmatik izlerini taşır. Bu nedenle kültürel miras alanının kırılganlaştırılmış ve yaralanmış topluluklar kadar, şehrin diğer topluluklarını da bir kimlik onarımı sürecinin öğrenicileri haline getirdiği varsayılabilir.

Neoklasik kültürel miras kavramı çoğu zaman ele aldığı nesnelerin insan zihninden ayrı varlıkları olduğunu kabul eder. Şeyleştirilmiş varlıklar ise tarihsel süreçler tarafından oluşturulmuş zihinsel varlıklar olma vasfını kaybeder. Bu da kültürel mirasın fiziksel bir varlık olarak inşasını getirir. Bu durumda çoğu zaman kültürel mirasın ne olduğu, varlığı karanlıkta kalır, onunla etkileşimli bir zihinsel eylemsellik imkansızlaşır. Neoklasik kültürel miras dinamiklerinin paradoksu da bundan kaynaklanır: Modern koşulların farkındalığını üretememek ve özcü bir yaklaşımla geçmişe gömülüp yok olmak. Bu kaybın yalnızca Rum topluluğunu ilgilendirdiğini düşünmek, belki de daha ilk başta bu kayba neden olan koşulları kabul etmektir.

Temsili yönetim yapıları genellikle birer “kutsal bagaj” olarak arka plana çekilir, mekan çalışmalarını disipliner ayrımlar içinde hareket eden işlevlere bırakır. Bu da kamusal alanları boşluğa dönüştürür. Oysa bu dönüşüm birçok işlevin yeni bir yönetsel yapı içinde örgütlenmesini gerektirir. İşte bu nedenle bu kurumlar kendi politikalarını geliştirebilmek için geçmişte olduğu gibi yalnızca kendi hizmet verdikleri sivil toplumla ilişkili olarak değil, kentle ilgili konular ve farklı toplum kesimleri ile ilgili ve ilişkili olmak zorundadırlar. Bu dönüşümü gerçekleştirebilmek için çalışmalarına “azınlık dışı” kurumları, kişileri de katmak, farklı ilişki ağları içinde yer almak gerekir. Aynı şekilde finansal açıdan çok farklı kaynaklara yönelmek, yeni işbirlikleri geliştirmek durumundadırlar.

Uluslararası normlarla ilişkilendirilerek “evrensel miras” vasfının canlandırılması, günümüzde şehir için önemli bir yenilikçi deneyim yaratabilir. Okullar, sosyal kurumlar bu açıdan önemli bir deneyim geliştirme alanıdır. Bu “öğrenicilik” sürecinin, miras politikaları açısından yalnızca hitap ettikleri bir toplum kesimini değil, herkesi ilgilendirdiği düşünülebilir. Bu süreçte başrolü oynayan kurumlar, okullar, bu “vatandaşlık onarımı” sürecinin mıknatısları olarak diasporayı şehirlerine bağlayabilir.

Bu geçmişten ders çıkararak kimlikleri temsile bağlayan ilişkileri gözden geçirmek; bunu Yetimhane özelinde bir praksise dönüştürmek; temsile dayanan örgütlenmelerin gücü ile yaratıcı, kamusal olana yol açıcı işlevleri etkileşimli olarak ilişkilendirmek…

Sınırsız bir çabayla!

NOTLAR

  • Kültürel miras çalışmaları için fiziksel olarak mekanı dikkate alan proje ve uygulama faaliyetleri, genellikle yeniden işlevlendirmeye dönük etkinliklerle ve bunlar üzerinden gerçekleşen yönetsel deneyimlerle sınırlı kalır. Bu etkinlik ise dönüşümü kurumsal yapılanma, yönetimsellik ve proje yönetimi, kentle ilişkiler ve ağlaşma modelleri üzerinden daha ilişkisel, süreç odaklı ve “öğrenici” bir deneyim perspektifi ile kent çalışmaları alanına taşımayı hedefliyor.
  • Bu programın hazırlayıcıları kültürel miras çalışmalarını ilgilendiren birkaç önemli güncel gelişmeyle yetimhaneyi ilişkilendirmeye çalıştı: (1) 2018 Avrupa Miras Yılı, (2) Yetimhane’nin bu girişimle birlikte Europa-Nostra tarafından “En çok Tehdit Altındaki 7 Eser Listesi”ne alınması, (3) Öğrenicilik temasını odağına alan 4. Tasarım Bienali ve nihayet (4) Benzer bir kaderi paylaşan Galata Rum Okulu’nun bu çalışmalara ev sahipliği yapması.
  • 2018 yılında Büyükada Rum Yetimhanesi’nin 85 aday arasından Europa-Nostra tarafından “En Çok Tehdit Altındaki 7 Eser Listesi”ne alındı. Bu ilk adım uzun süreli bir uğraşın içindeki önemli bir dönüm noktası olarak görülebilir, yarım asırdan daha fazla bir süredir boş kalmış ve yıpranmış olan bu önemli kültür mirasının korunması adına.
  • Tasarım deneyimini, tasarım eğitimini, okulu gözden geçirmeyi, sorgulamayı, başarısızlıklardan ders çıkarmayı, öğrenmeyi odağına alan “Okullar Okulu” başlıklı 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin, bu konunun tartışılması için önemli bir fırsat oluşturduğu düşünüldü.
  • “Avrupa Miras Yılı” ilan edilen 2018’de bu gelişmelerin sağlanmasının anlamlı olacağı düşünüldü. Gelecekte şehrin bir hafıza merkezine dönüşmesi hedeflenen (ve benzer bir kaderi paylaşan) Galata Rum Okulu’nun halen üzerinde çalışılmakta olan yapılanmasının bu “öğrenicilik” süreciyle ilişkili olabileceği de.

Etiketler:

İlgili İçerikler: