Tefrikamızın üçüncü bölümünde Sevinç Hadi, Teknik Üniversite’de aldığı eğitim sonrası Almanya’daki çalışma deneyimleri ile oradaki yaşamına, Avrupa gezilerine dair detayları ve kendisini etkileyen yapıları paylaştı.

Sait Ali Köknar: Sizin için mezun olmak önemsiz miydi? Aynen öğrencilikte çalıştığınız gibi çalışmaya devam ederek mi gitti? Yoksa diplomayı almak büyük bir değişiklik miydi? Sevinç Hadi: Çalışmaya devam ettim, evet. Bürolarda çalışmadım da bir ara Teknik Üniversite’de Yapı Araştırma Merkezi’nde çalıştım. Ondan sonra da Almanya’ya gittim.

Aydan Volkan: Neden Almanya?
Sevinç Hadi: Çünkü Stuttgart’tan Profesör Rolf Gutbrod davetli hoca olarak geldi bir sömestr. Ben onun öğrencisi oldum. Beşinci sınıf, diploma öncesi son proje. Prof. Gutbrod, Liederhalle Konser Salonu’nu yapmıştı. Çok parlak bir dönemiydi. Okul çalkalandı, yalnız üç kez tashihe geldi. Seçtiğim konu, misafir öğrenciler için hostel, İTÜ Gümüşsuyu binalarının karşısında Dolmabahçe’ye yönelik uçta var olan küçük hastane arazisi. Şimdi orada apartmanlar yükselmekte. Birinci tashihe bu yere ait fotoğrafları götürdüm. Hoca “Fotoğrafları sen mi çektin?” diye sordu. “Hayır” dedim. Asistanımız, meşhur mahir mimar ağabeyimiz, Yılmaz Sanlı, cana yakın tavrı ile “Kız, niye ben çektim demedin?” dedi. Birinci görüşme bu kadar.

Proje alanı farklı kotta iki seviye arasında uzanan bir set duvarıyla biçimleniyordu. Projemde, set üstünde yer alan giriş holü etrafında dikine yükselen, manzaraya paralel yatay giden, cadde boyunca uzanan prizmalar vardı. Rolf Gutbrod, bunların arasında set altından gelip yukarıya yükselen iki kollu merdiven çizgisinin giriş holünden sonra diğer prizmada tek kolla yukarıya çekilmesi gibi bir doğrultuya dikkatimi çekmişti. Bu ikinci tashih. Ben o zaman birçokları gibi hem okuyorum, hem çalışıyorum. Karayolları Genel Müdürlük Binası Mimari Proje Yarışması’nda birincilik kazanmış ilk çelik bina, mimar Maruf Önal ve sekiz arkadaşına aittir, bu projenin çizimini Galatasaray’da lisenin yanındaki yokuşta mermer girişli bir apartmanın birinci katında yapıyoruz. Korniyerler yan yana getirilerek haçvari kolonlar oluşturuluyor. Detaylar, detaylar... Bir Alman mimarla çalışıyoruz. Çizimler, tenkitler, yol göstermeler. Yutmuşum o detayları. Kendi projeme de çiziyorum bazılarını. Gutbrod da sınıfta dolaşıyor, geldi baktı. “Bu bina nedir, betonarme mi çelik mi?”, “Çelik” dedim. “Yazık!” dedi, gitti. Çelik olmazmış o bina. Bu üçüncü tashih.

SAK: Çok ekonomik tenkitler.
SH: Bakın bu kadar, emin olun bu kadardır bana söyledikleri. İkinci gelişinde “Ne olmuş böyle projelere? Her şey çarpılmış!” dedi. Gutbrod, değişik açılarla çalıştığı için bütün projelerin gidişatı değişmiş; her proje kaymış, çarpılmış. Ben ise 90 derece ile çalıştım. 20’ydi tam not, 18 verdi. Bir kişi daha 18 aldı. Sonra Almanya’ya gittim onun vasıtasıyla.

Almanya’da Stuttgart’ın güneyinde yer alan Hohenzollern Kalesi’nden ovaya bakış
Liederhalle Konser Salonu’nun cephe kaplaması; (fotoğraflar Konzerthaus Stuttgarter Liederhalle, Dr. Pollert, 1956 kitabından alınmıştır.)
Prof. Gutbrod tasarımı Liederhalle Konser Salonu’ndaki Beethoven Salonu

Gutbrod tashihler esnasında “Bir binanın dışı ne olursa olsun, binayı kesince içinden bir cevher çıkmalıdır” demişti. Mimari için çok önemli, yol gösterici bir tasarım prensibi. Kaldı ki, binanın dışı için ne olursa olsun diyor ama daha sonra defalarca gördüğüm Liederhalle dışarıdan da çok etkileyiciydi. Birbirinden ayrı üç konser salonu kendini dıştan ifade ediyordu. Farklı kapasite, farklı geometri, farklı cephe ifadeli konser salonlarına sahip Liederhalle (1956) ile mimar Prof. Rolf Gutbrod derste tashihler esnasında söylediğini yaşatan bir deneyim gerçekleştirmişti.

Beethoven salonunun formu viyolonsel karnı gibi, 2000 kişilik ana salon. Altta düz döşeme, çok nedenle, çok amaçla; seyir, dinleti, dans, coşku, kutlama gibi kullanımlar, çok zengin sosyal birliktelikler için düzenlenmiş. Salonun bir tarafında asimetrik plan anlayışıyla sahneyi seyreden rampa yükseliyor, yükseliyor ve geride, üstte galeri oluyor. Rampada ve galeride oturma düzeni, konser salonlarındaki gibi sabit. Alttaki düz döşeme ise değişken oturma düzenli. Aktivitelere bağlı olarak koltuklar kaldırılıyor, masalara yer veriliyor.

Ana salondan yavaş yavaş yükselen rampanın kenarındaki küpeşteyi takiben yukarı doğru yükselen hareketi izlemek etkileyici idi. Rampaya bitişik, salon boyunca uzanan konkav duvar betonarme, çıplak beton olarak bitirilmiş. Derin derzli, kalıp izleri vurgulu, üzerindeki yaldızlı çizgiler, kobalt mavi levhalarla yaratılan etki bir heykeltraşlık eseri. Bu duvara iliştirilen, sadece tek bir kişilik açılır-kapanır ahşap oturma elemanı üzerinde duvara yaslanarak orkestra şefi Herbert von Karajan’ı izleme fırsatını bulmuştum. Sahne düşeyde ve yatayda sahip olduğu esneklikle son derece zengindi. Yükseltilip alçaltılıyor, ileri geri hareketlerle genişletilip daraltılıyordu.

Oda müziği konserleri için 750 kişilik beşgen planlı Mozart salonunda en ekonomik yerde otururken, “benim yerim ne iyi” diye düşünmüştüm. Planimetrisi farklı, sıradışı idi. Lokantası cadde ve fuaye arasında görsel bir iletişim ve akışkanlık içinde düzenlenmişti. Liederhalle topoğrafya ile kaynaşması, farklı salonlarının dıştan okunabilirliği, tepe ışıkları altında galerili fuayelerinin mekansal zenginliği, malzemesi ve çağdaşlığı, esnek-akıcı-serbest ve ilginç düzenlemelerinin çarpıcı tasarımı ile hepsi bir arada müthiş bir mimari dersti.

AV: Onun ofisine mi gittiniz?
SH: Hayır, başka bir ofise, Profesör Linde’nin ofisine gittim. Stuttgart’ta yine.

SAK: Sonuçta Almanca öğrendiniz mi?
SH: Yetecek kadar öğrendim. Erdem Aksoy Stuttgart’ta Gutbrod ile doktora yaparken “Nasıldı? Bana projeyi bir hatırlat” demiş, benim projemi anlatmış Erdem. “Tamam, gelsin” demiş. Bir referans mektubu geldi, gittim. Tam da ihtilal olmuştu. Referans geldi, ben ihtilal komitesine referans mektubunu yolladım, bana bir haftada izin verdiler ve gittim. Bir bürosu vardı, birkaç bina. Bir mahalleyi tutmuş adeta, herkes çalışıyor. Ben gittiğim zaman zemin kattaydı onun bürosu, bahçe katında. Çok uzun bir masa, tekerlekli iskemlesi, üstünde otururken ayağını bir vuruyordu bir uçtan bir uca gidiyordu.

SAK: Ne kadar kaldınız Almanya’da?
SH: İki sene.

SAK: O projede 20 üstünden 18 almak ya da bildiğini yapmak konusunda düşünceniz ne?
SH: Proje işlevi bakımından yapının anlamına uygundu. Bir de kitlelerin birbirilerine nazaran hareketi doğruydu. Manzaraya karşıydı, mekansal hareketler de iyiydi. Çok parçalılık vardı. Sıradan bir proje değildi zannederim. Bir de dik açılarla çalışmam acaba dikkatini mi çekti? Ben gidince tabi onun yaptığı yapıları, Liederhalle’yi gördüm. Çok farklı, Hans Scharoun gibi, zaten onun öğrencisiymiş. Ve ben gidince, bana ve Özgönül’e bir apartman katı verdi, kiralık. Bir odasında ben kalacağım, bir odası Özgönül ve Erdem Aksoy’a ait, oturma odası ve mutfak ortak. Lerchen Strasse’de, Liederhalle’ye çok yakın, çok güzel bir apartmandı. Giriş çıplak beton, beyaza boyanmış, hoş bir giriş. Apartmanın bir kesiminde Almanlar oturuyor, diğer kesiminde yabancılar. Yabancıların balkonlarında hiçbir şey yok, Almanların balkonları yukarıdan aşağı çiçek. Çatı arasında marley kaplı oda, ortasında bir çamaşır makinesi vardı. Makineyi kullanan, kullandığı elektrik sarfiyatını kaydediyor. Böyle bir yaşantı vardı.

AV: Peki, üniversitede okurken çalışıyorsunuz. Hem iyi eğitim alıyorsunuz hem iyi hocaların yanında çalışıyorsunuz. Mimarlığın dışında, öğrenci olduğunuz yıllarda hayatınızı ne etkilerdi? Konserler, tiyatrolar? Beyoğlu’na çıkmak tabirinin kullandığı yıllar.
SH: Tabi ki çok olurdu, giderdik. Saray Sineması’nda konserler olurdu, Ruggiero Ricci, Devy Erlich gibi birçok önemli isim geldi, dinledik onları. Batı müziğine büyük bir ilgimiz vardı. Lisedeki müzik hocamız Safa Tangör’ün bize aşıladığı müzik ruhu burada devam etti. Resim sergileri, okuldaki konserler. İlham Gencer, Ayten Alpman’ı dinlerdik ayrıca. Bir de Saray Kitapevi vardı, bana büyülü bir yer gibi gelirdi. Değil içeri girmek, vitrindeki kitapların kapaklarını görmek bile heyecan verirdi. İçerde hafiften bir müzik olurdu ve orada kitaplara bakmak çok keyif verirdi.

Henüz Mimarlık Fakültesi birinci sınıftayım, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ile İTÜ arasında bir münazara tertiplendi. Ben de konuşmacılardanım. Konu “Türkiye’yi Sanat mı Teknik mi Kalkındırır?” ve biz kaybettik. Şimdi düşünüyorum, ikisi de değerli ancak bugün diyorum ki Türkiye’yi ancak eğitim kalkındırır, çünkü eğitimi ilgilendirmeyecek en ufak bir şey dahi yoktur. En temel gereksinim eğitim.

Ayrıca, İstiklal Caddesi’ndeki Luvr apartmanında Birsel-Baysal’ın bürosu vardı, adı Fidüsyer, orada çalışırdım, zemin katta da Baylan pastanesi vardı. Oraya Demir Özlü, Fikret Hakan, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda gelirdi; biz oturur, onları dinlerdik. Ortaokuldan ve üniversiteden sınıf arkadaşım Yurdanur Cansü vardı. Atilla İlhan’ın şiirlerini bir ağızdan okurduk. Tiyatroyu hatırlıyorum. Mimarlık Fakültesi'nde bizden sonraki sınıfta Ergun Köknar, Osman Birced ve Beyhan Türer tiyatro yaparlardı. Onları seyretmek çok heyecan vericiydi. Zaten Ergun Köknar’ın önemli bir tiyatro adamı olduğu ve filmleri bilinmekte.

AV: Almanya’daki iki yıllık deneyime baktığınız zaman kendi mimarlık hayatınız için bir eşik gibi görüyor musunuz? Beş yıllık iyi bir Teknik Üniversite eğitimi, iyi hocalarla çalışmanın ardından Almanya’ya gitme kararı alıyorsunuz; oradan döndüğünüz zaman ne hissettiniz?
SH: Bir özgürlük hissediyordum. Almanya’dayken ben, modern mimari örneklerini yerinde görmek, seyahat etmek istedim. Civardaki yerleri ziyarete gittik ve Stuttgart zaten modern mimarinin beşiğiydi adeta. Çünkü harpte çok harap olmuştu ve hızla yenilenmişti. Mesela Weissenhof yerleşimi vardı; Le Corbusier’nin, Mies van der Rohe, Hans Scharoun’un yaptığı binalar örnek olarak halka sunulmuştu. Gutbrod’un yaptıkları vardı ve ben Hochschulbauamt’ta çalıştım. 25 senelik bir programla bir ormanı kesiyorlar ve orada üniversite kuruluyor, oradaki üniversite yapılarından biriydi benim yaptığım proje. Sonra İsviçre’ye gittim, tekrar Stuttgart’a döndüm ve Werner Gabriel’in yanında çalışmaya başladım.

Sevinç Hadi Stuttgart’ta Erdem Aksoy, Asu Aksoy, Özgönül Aksoy ve Yıldırım Sağlıkova ile birlikte
Sevinç Hadi’nin Werner Gabriel’in ofisinde çalışırken yaptığı maket
Avrupa gezileri sırasında Lozan’da çekilmiş bir fotoğraf

Gabriel geleneksel Ekim Festivali'nde her yıl düzenledikleri bira çadırının aydınlatma işini bu kez bana verdi. Kızılay çadırı biçimindeki devasa boşluğun tepe noktasından aşağı, çadırın eklenme hatlarını boşlukta sarkarak takip eden kablolara takılı ışıl ışıl lambalarla yaptığım düzenleme bütün büronun ziyareti ile kutlanmıştı. Yaptığım tek ailelik ev projelerinden biri de Rolf Gutbrod’un kardeşine ait çok meyilli, yapı yasağı olan bir dizi parsel üzerindeydi. Dik inen yeşil meyille bütünleşen yeşil çatı örtüsü ve altta avlular etrafında gelişen düzenlemeler projenin kurgusunu oluşturuyordu. Gabriel bir gün elinde maketle geldi, “Yapı iznini aldık” dedi.

Bir başka iş olarak, eski akıl hastanesi binasının kendi yapmış olduğu yeni bina ile arasındaki tek katlı bağlantının cephelerini düzenlemem için Gabriel ile birlikte hastane alanına gittik. Eski hastanede bir küçük kare pencerede bir hastanın asla ulaşamayacağı dış dünyaya derin bakışını gördüm. Beni çok etkiledi. Bu bağlantının cephelerini yerden tavana buzlu camla kapatıp ışık ve görünmezlik sağladım ve her aksta bir küçük kare pencereyi ihmal etmeden, dışla ilişkiyi kesmemek için. Yıllar sonra Alman mimarlığına ait bir kitapta bu bağlantının uygulanmış fotoğrafını gördüm. Onu bulabilmek isterim.

Werner Gabriel yaptıklarıma, çizdiklerime, davranışlarıma ilgi gösterdi. Bütün bunlar bana, Türkiye’ye döndüğümde yapabileceklerim konusunda güven veriyordu. O sırada oturduğum ev, gümrük doktorunun eviydi. Çatı arasında bir odada kalıyordum, dediler ki “İki aylığına çıkacaksın buradan, çocuklarımız gelecek. Ama iki ay sonra gelebilirsin”. Ben de gittim büroya “Ben evimden çıkacakmışım, burada ev bulamam” dedim. O kadar çok yabancısı var ki sabah gazetelerde ilan çıkıyor herkes motosiklete atlayıp gidiyor, kiralık yeri kapıyor. “Ya siz bana bir yer bulun ya da ben hemen Türkiye’ye döneyim” dedim. O zaman mimar Werner Gabriel evinde yer verdi bana. Ev o eski “Fachwerkhaus”lardan ama Gabriel kendine çok modern bir ek yapmıştı, içeri girince bütün cephe şeffaf, ormana bakıyordu. Oradan benim odamın olduğu eski kısma geçiliyordu. Bir de benim odam bahçeye de açılıyordu, Ben geç vakit eve geliyorum, köpeği havlıyor, Gabriel ile eşini rahatsız ediyorum diye tedirgin oluyorum. Bir gün Bayan Gabriel, Noel yemeğindeyken “Sizin yaş gününüzmüş, geçmiş” dedi. Benim vitrinlerde görüp beğendiğim bir kolyeyi hediye etti. “Odanız zaten bahçeye açılıyor, şu anahtarı ve gece fenerini buyurun, oradan girin çıkın odanıza rahatça” dedi.

AV: Hem doğum günü hediyesi hem de küçük bir uyarı almışsınız.
SAK: Aslında bir Alman davranışı olarak bakarsanız, normal, düzgün, herkesi rahat ettirecek yeni bir kural.
SH: Evet. Erdem Aksoy, Neşet Arolat, Oral Vural gibi birçok arkadaşımız da Mimarlar Odası başkanlığı da yapmış olan Werner Gabriel’in bürosunda çalışmıştı.

AV: Bu, Türkiye’de bilinen bir mimarlık ofisi o zaman.
SH: Türkiye’de bilinen değil, oraya gidince tanışmışlar. Ben zaten onlardan duydum gittim.

AV: O dönemde anladığım kadarıyla böyle bir Almanya’ya gitme eğilimi var. SH: Bu, Prof. Kemali Söylemezoğlu, Prof. Kemal Ahmet Aru ve Prof. Gutbrod’un açtığı yol.

SAK: Almanya’da kadın olmanın Türkiye’dekinden bir farkı var mıydı? Endişeleriniz nasıldı? Mezuniyet sonrası kariyerinizi hayal ederken yoksa hiçbir şey gözükmüyor muydu?
SH: Beni şu kadın olmak meselesi zerre kadar ilgilendirmiyor. Yani kadınlar için bir şeyler söylüyorlar, çok doğru şeyler de söylüyorlar ama mesela kadınlar çiçektir diyorlar, kadınlar niçin çiçek olsunlar?

SAK: O farkı siz hiç hissetmediniz mi? SH: Hiçbir zaman, hiçbir yerde kadın olduğum için aşağılanmadım. Kadın olduğum için belki yüceltilmişimdir. Çok etkili olarak, Milli Reasürans’ta çalışırken aylık toplantılar yapılıyordu genel müdürün katılımıyla. “Siz bunu Şandor’a yapamazdınız” diyordum, “Yok yaparız hatta size şu avantajı veriyoruz” dedikleri de oldu.

AV: 25 yıllık meslek hayatımda ben de hiç kadın olmanın dezavantajıyla karşılaşmadım. Bu şanslı bir durum muydu ya da bu şans ve ortam benim kişiliğimle mi oluştu, bilmiyorum. Bence kişi bunu tarif ediyor. Siz kadınlığınızı ön tarafa çıkarıyorsanız, onun artılarını ve eksilerini yaşıyorsunuz. Cinsiyet üzerinden değil de kendi özvarlığınız üzerinden davranıyorsanız karşı taraf da sizi cinsiyetiniz üzerinden okumuyor. Sanırım Sevinç Hanım’daki benzer bir durum. 1960’lı yıllar, sonuçta genç bir hanım, Almanya’ya gidiyor, orada iş buluyor ve çalışmaya başlıyor. Orada aldığınız maaş ile yaşamınızı sürdürebiliyor muydunuz?
SH: Maaş yetiyordu ya da şöyle diyeyim ayağımı maaşıma göre uzatıyordum. Bir de, özvarlık üzerinden yaptığınız açıklama çok önemli. Aslında Almanların sert ve sırasında çok kaba olduklarını söylerler ama ben bunu kabul etmiyorum. Yaşadığım muhitte hep iyi şeylerle karşılaştım. İlk gittiğim gün mesela, sekretere, “ben Türkiye’den beklediğiniz mimarım” dedim. O esnada telefon geldi direktörden. Benim geldiğimi haber verdiler. Şantiyeden toplanmış bir demet çiçekle geldi, hoş bir karşılamaydı. Ne güzel bir tavır... Werner Gabriel’in yanından ayrılırken de “Siz gidiyorsunuz ben bir Türk isterim büroma” dedi. O kadar memnun kalmış ki memnuniyetini böyle ifade etti. Ben orayı kendi evim gibi bildim. Evine de taşındım ya. Orada Cumartesi ve Pazar günleri de çalıştım. Arkadaşları geldiğinde büroya, ben de oluyordum, bazen karşılıklı konuşuyorduk. Beni yaptığı binalara götürüyor, gösteriyordu.

SAK: Siz mimar olmayı kafaya koymuş vaziyetteydiniz herhalde, Almanya’dayken de bu konuda bir tereddüttünüz yoktu.
SH: Evet kararlıydım. Hem ufkumu genişletmek için, hem de yeniliğe olan ilgim ve merakım nedeniyle Almanya’dayken bol bol seyahat ettim, hep modernin peşindeydim. Çok hoş şehirler de gördüm. Hollanda mesela, trende giderken Haarlem şehrinden geçiyoruz, ne güzel! Evler ışıl ışıl, çiçekler içinde; çayırlar, inekler, bisikletle dolaşanlar… İneyim burada dolaşayım, sonra Amsterdam’a geçmek vs. Yani, şehir hep ilgimi çekti; şehirdeki hareket, şehirdeki boşluklar, mekanlar, meydanlar, ilişkiler…

Özgönül Aksoy ve ben 1960’ı 61’e bağlayan yılbaşı Paris’teyiz. Grupla gittik fakat gruptan ayrıldık. Seyahat öncesi çalıştık, program yaptık her gün neyi, nerede göreceğimize dair. Örneğin Komedi Fransez’de Bernard Shaw’un tek kişilik oyunu Aşk Mektupları'nı seyrettik, Edith Piaf’ı uzun hastalığından sonra Olimpia’daki ikinci konser gecesinde dinledik, “Rien de rien, je ne regrette rien” diyen sözleriyle. Entre-act’ta tüm sahne bir uçtan bir uca gelincikler; gelincikler ve gökyüzü bir film olarak izleniyor. Bir yazı uzanıyor ekran boyunca “Le Printemps” mağazasının reklamı. Söz yok. Belleğe çakılıyor sükunet. O anki yerleşimi unutamam, gözlerimin önünde. Nerede sorsak polisler Le Corbusier’nin binalarının yerini tarif edebiliyor. Cite Universitaire’de, Corbusier’nin İsviçre Pavyonu-Brezilya Pavyonu isimli öğrenci yurtlarını, Marcel Breuer’in yaptığı Birleşmiş Milletler binasının tepesindeki terastan Eyfel Kulesi’ni fotoğraflamalar. Çatısı ve duvarı olmayan Eyfel Kulesi’ne tırmanıyoruz. Ve yılbaşı gecesi Sacre Coeur tepesinden adım adım aşağı inerek çok ilginç altın yaldızlı, sırmalı formalarla işlenmiş kırmızı ceketler içindeki bando takımının sesi uzayıp gidiyor. Yoğun kalabalık içinden egsiztansiyalist kahvelere uğrayıp camlarına “reveillon” yazılmış bir kahvede altın sarı saçlı kızın yanındaki zenci ile gitmek için annesinden izin koparmaya çalışmasını seyrediyoruz.

Etiketler:

İlgili İçerikler: