"En İyi" Mimarlık

ESER YAĞCI

Okumaya başladığınız bu yazı ilginç binalara, mimarlarına ve tasarım hikayelerine yer vermeyecek. Ancak, eşitleyici ve özgürleştirici anlatıların mimarlık söylemleri ve uygulamalar üzerinden, yaşama katkıda kısıtlandığı ortamları düşünmeye davet ediyor.

Viyana Mimarlık Merkezi, “Sıcak Sorular-Soğuk Depo” Sergisi 2022 (Fotoğraf: Yazara ait)

İçinde bulunduğumuz binyılın başından itibaren ana akıma taşınan insan kaynaklı çevresel ve sosyal yıkımlar yeni gündemler oluşturup duruyor. Sonuçları artık inkâr edilemeyen, türümüzün sorumlu olduğu ve çoğu da defalarca öngörülmüş bozulmalar, farkındalık oluşturmak kadar yeni çözümlere esin vermek amacıyla olsa gerekir, insan-sonrası eleştiriyi de içerecek biçimde gündemde kalmayı sürdürecek gibi. Özellikle de sanat ortamlarında ilgi gören bu gündemlerin yalnızca hammadde ve iş gücü değil, aynı zamanda hikâye ve içerik edinilen coğrafyalarda yok oluşa sürüklenen yaşamlara katkıları ise melez bilgi-kuramların oluşturduğu düşünsel çeşitlilikte tartışılıyor. Buralarda, eleştirel-kuramsal zeminde tanımlanan yeni çağlar, insan kaynaklı bozulmalar üzerinden adlanıp sorumluluğumuzu vurgularken, gerçek ve sanal ortamlarda yeni adresler ya da görünmezlik edinen öznellikler de yeni endüstrilerin üretim/tüketim ortamları gibi eylemlerini, sonuçlarını ve çevrelerine verdikleri zararı düşünmeksizin sürdürebiliyor. Peki mimarlar ve mimarlık ortamları bu sorumlulukların neresinde konumlanıyor? Konumlardaki geçişliliği, mimarlık alanında doğa ve yaşam üzerinde hâkim ataerkil ortamların yapılanışı ile kesiştirerek tartışabilir miyiz?

Düşünce zemininde kategorik bakışla gündemlerin bir bölümü kimlik kampları olarak ayrımlanıp öbekleşmek kaydıyla modernler ve post-modernlere dahil edilebilir. Modernitenin cinsiyeti1 var mıdır? Bu gibi sorular üzerinden ataerkil edimleri ve yapıları anlamaya çalışmak çoğu düşünürü kültürel alanda toplumsal cinsiyet ilişkilerini temsiller düzleminde incelemeye yöneltir. Böylelikle, düşünce kamplarının mimarlık alanındaki karşılıklarında toplumsal cinsiyet boyutuna ışık tutan değerli çözümlemeler sunulur. Ancak, kamplaşmaya bağlı tutumların, kategorik çerçevelerle dogmalaşarak yaygınlaşmadığını ve oluşan hiyerarşik saflaşmalar arasında ortamını bulduğunda ataerkillik ile el ele yürümediğini iddia etmek yanıltıcı olur. Söylem kampları ve türlerinin ötesinde, pratikler dahilinde beliren ataerkil yapılara odaklanmak, cinsiyetlendirilmemiş ortam ve mekanların açığa çıkartılması, korunması ve gelişimine aracılık edebilir mi?

Viyana Mimarlık Merkezi’nde “Sıcak Sorular-Soğuk Depo” Sergisi 2022 (Fotoğraf: Yazara ait)

Mimarlığa daha derinde etki eden hayaletsi ataerkil yapıları açığa çıkartmak daha zor olmakla beraber, bunların üstesinden gelmek es geçilebilir bulunan kırılganlıkları dikkate almakla başlar ve tartışmalara gereksinir. Bağlam çeşitliliğinde, mimarlık kelimesinin etimolojisine başvurulan doğayı dönüştürme erki çağrışımları, anımsanması önemli olmakla beraber, diğer yandan ortaya çıkan baskı ile kontrol biçimlerinin bir bölümünü kapsamıyor olabilir. Tek bir kişinin, ekibin ya da belirli bir grubun estetikleştirilmiş hikayesini yansıtan tasarımlar her uygulamada baskın amaçlar içermediği gibi, kapsayıcı raporlar içerip zedelenen yaşamları görünmez kılan uygulamalara da kaynaklık edebilir. Bu olasılıklarda ataerkil yapıların nerede, hangi görünümler ardına gizlendiği neden-sonuç ve aktör ilişkisinde tartışılabilir. Tartışmadan liberal değil radikal sonuçlar çıkartmaya çalışmak, erkin gizliden gizliye yerleşip sistemik hale geldiği dönem kadar zihin ekolojisini açığa çıkartmakla da ilgilidir2. Bozulan doğal eko-sistemlerdeki insan olmayan yaşamların görünmezliği de böyle aşılır. Zihin ekolojisinden kastedilen ataerkil öbeklenmeleri eşeleyecek, kuram ve uygulama arasındaki makası kapatacak tartışma kültürünün gelişme ortamlarıdır.

Uslu bir ortamda tartışma, kaynağından beslendiği kapalı, baskın ya da eril zihinsel yapıyı dolanımda tutarken; farklılıklardan esin alan mimarlıklara ise eleştiriden beslenen açık ortamlarda olanak tanınır. Tartışmanın kınamadan ve tekil örneklerle ifşadan ziyade, baskın sisteme uyumlanmış ortamları çözündürmeye odaklı olması, dayatmacı tutumların ilerici değişimine kolektif katkıda bulunma iradesini destekler. Bu yönüyle yaratıcı-yıkıcıdır. Diğer yönünde, kalıpçılığın ataerkil karakterini yeniden üreten düşünsel altyapıyı görünmez kılabilir. Tıpkı günümüzdeki neoliberal öznellikleri tanımlamak için kullanılan çoklu ve dönüşlü kendilikler gibi, baskı ve yıkım biçimlerini onaylamıyor görünen müttefikliklerin de altyapısında ataerkil gruplaşma barınıyor olabilir. Bu şu anlama gelir: Rekabet duygusundan beslenen tartışmada, söylemdeki “sofistike” eşitliklerin derinine inildiğinde eril pratiklerden yana işleyen, dolayısıyla doğa ve yaşamı, kendini ve kendi amaçlarını onaylayacakların varlığını sürdürmekte araçsallaştıran zihin yapısının izleriyle karşılaşmak olasıdır. Tüm bunlar göz önüne getirildiğinde, mimarlığın çeşitlenen gündemlerinde korunaklı kör noktalara ışık tutmak kadar örtülü ayrımcılığı, gizli cinsiyetçi yanlılık bağlamında açığa çıkartmak olasılığı da artar.

Baskın olma amacında önyargıdan beslenen ataerkil bir yapıya meydan okumak, ilerici söylem ve pratikleri bütünleştirme adımlarının önünü açabilir mi? Öncelikle, böyle bir olasılığa inanmak gerekir. Mekân kurma düşüncesi ve edimine yönelik bilgi-kuramın düzenleyici alanı olan mimarlık bu bağlamdaki bir tartışmanın konusu olduğunda, yaşamı düzenleme olanağına sahip olan aktörlerin zihin yapılarının dışlamayı normalleştirdiği kapalı odaların ya da ortamların da kapıları ve pencereleri açılmış olur. Tam da bu açıklıklardan girecek düşünce rüzgarlarıyla buralarda öbekleşmiş ataerkil roller uçuşup havaya karışabilir.

Görünmezliklere bir de şu yönüyle bakalım: Günümüzde, kırılganlaşan yaşamlar, yeni-sömürgeciliğin rezerv alanlarında yoksunluğa ve yok oluşa itilirken, yaşam ve doğadaki bozulmaları onarmakta teknoloji-merkezci praksislere inananların sayısının artmakta olduğunu gözlemliyoruz. Çevre ve sosyal kırımlarda mimarlığın da tartışmaya açıldığı normatif alanlar ve endüstriler, kuramsal zeminde sorgulansa da teknolojilere erişim olanağı kısıtlı kalmıyor değil. Teknoloji erişiminde eşitliği ve doğaya zarar vermeyen pratikleri savunmanın çarpıtma yoluyla bilim ve teknoloji karşıtı gericiliğe çekildiği dogmatik tutumlar ise ancak yaşamdan yana ilerici söylemlerin ve ayrıcalıklar ötesindeki uygulama olanaklarının genişlemesiyle aşılır. Mimarlığın çevreci ve eşitlikçi nosyonlarını gündeme alan düzenlemeler ve önlem maddelerine rağmen, mekân tasarımının yaşam üzerindeki güçlüden ve ayrıcalıklıdan taraf pratiklerin yaygınlığı sürüyor. Buna, yoldaşlık temelinde kurulan umut ortamlarının zamanla şahsileşen ve eril ilişkilerle karşısında olduğu kast sistemini kendi içinde üreterek atomize olması da eklenebilir. Mimarlığın normlar ve normalin çeperinde direnç gösteren düzensizliğe bakışı gibi, ataerkil düzenin ya da eril ortamların yenilendiğini de benzer ilişkilerin yaygınlığı nedeniyle söyleyemiyoruz. Tartışma ortamlarının açıklığına bakmalı.

Mimarlık ortamlarında söylemde kapsayıcılığın, tıpkı işlevlerin uyumu gibi, uygulamada ne ölçüde kotarıldığı, eleştirel düşünce temelinde çeşitlilikten beslenmekle ve fikirlerin çeşitlenmesine açık olmakla ilgili olsa gerek. Sözü geçen paylaşımlarda fikir bütünlüğü olmasa da tekil üretimlerin iktidarı karşısında kolektif ya da işbirlikçi, restore edici ve iyileştirici safta konumlanmak, ortamını da yaratıcı kılar. Hatırlayalım ki, doğayı ve insanı yoksunlaştırmayan ya da zedelemeyen anlatıları uygulamaya geçirmek, ütopyaların ve tıpkı bilim tarihindeki olumlu buluşların kökenleri gibi süregelenin dönüşümüne yöneldiği kadar baskın düşünce biçimlerinin yenilenme iradesine de muhtaçtır. Anlatı kurmayı ve yenilenmeyi ciddiye almayan yaklaşımda böyle bir irade oluşmaz. Bu durumda, sosyal ilişkiler kadar çevre ile ilişkilenme biçimlerinde de eşitliği sorun olarak görmek ve süregelen bağlara tabi olmak kaçınılmaz olarak kendini gösterir. Bu noktada, Fatmagül Berktay3’ın “Düşünme Etiği”nde Arendt’in4 “İnsanlık Durumu”na atıfla hatırlattığı “ilkeli eylem”, yıkarak üretmenin üstünlükçülüğü karşısında umudu ayakta tutmaya yönelten bağlamla öne çıkar. Farklı bağlamlarda her ilkeli eylem olumlu sonuçlar vermeyebilir. Kaldı ki Arendt’in5 “Kötülüğün Sıradanlığı”nda baskıcı ya da feodal yapıların belirlenimindeki ilkeli eylemde otoritenin buyruğuna uyma hedefi incelenir. Bu çalışmada Nazi Almanyası’nda SS subayı olan Eichmann soruşturması üzerinden mercek tutulan olgular, bizleri baskın görüşe vicdani teslimiyet ile gelenekçi ilke ya da ödevler arasındaki tehlikeli ilişkiyi düşünmeye davet eder.

Uygulamada baskın ya da güçlü olandan yana konumlananın, söylemde yenilikçi ve ütopyacı bir mimarlığın ihtimallerini dönüştürerek kullanması da sıradanlığın yeşil göz boyama gibi günümüzdeki görünümlerinden biri olsa gerekir. Bu konumların ataerkil yapısı ve kendi ortaklıkları karşısındaki konumları saf dışı bırakma girişimleri günümüzde daha belirsiz, etiketçi ve kariyerist hedeflerle sürdürülüyor olabilir. Mimarlık kültüründe ilgi gören ortamlarda cinsiyetlendirilmiş rollerin ya da gündemlerin6, kapsayıcı, ilerici ve iyileştirici bir söyleme bürünerek ataerkil belirtileri ve benlikten eden pratikleri gizleyen görünümleri de bunlara eklenir. Bunlar da simgesel şiddet üretmekle beraber, Ayşegül Yaraman’ın7 “Cinsiyetçi İkiyüzlülük” üzerine uyarılarını akla getirir. Özel ve kamusal alanın yeniden inşasında karar alıcı aktör konumunda kadınların ve çevrecilerin rolü görece artmasına rağmen, sahne arkasında hâkim sistemin ataerkil rejisi eril biçimlerin taklidi ya da gizliden gizliye yeniden üretilmesi yoluyla güçlendiriliyor olabilir.

Bauhaus Okulu’nda Marcel Breuer tarafından tasarlanan B3 klüp model koltuk (1927-1928) Oscar Schlemmer tarafından tasarlanmış maske ile kimliği gizlenmiş bir kadın modelle fotoğraflanmıştır. (Kaynak: https://bauhausmovement.wordpress.com/tag/breuer/)

Ataerkil zihin yapısı bağlamında yelpazelenen birçok tutumun ardında kendini olumlamaya, rakip ve ötekileştirilene cadı avı düzenlemeye programlı ortamlar bulunur. Buralarda ayrımcılık erk sahibi olanlarca maskelendiği gibi, erk sahipleri yani sorumlular da yer yer maskelenmektedir. Kadınların sokaklarında özgür olduğu ve rastlantısallığın kontrolcü düzene meydan okuduğu kent “parya”sı olarak damgalanmış düzensiz bölgelerini düzenlemek yönünde iş birlikleri bu gibi ortamlarda kurulur. Kentlerin sıra dışı ve çeşitlilikle biçimlenmiş labirentleri tema parklarına dönüştürdüğünde, modellerin yapaylığı karşısında estetikleştirme ile körleştirme ve damgalama ile normalleştirme söylem birliğine gereksinir. “Aslı gibi” görünümü verilen uygulamalarda bozulan çevresel bütünlüğün koruyucusu olan kolektif duyusal ve duygusal miras, tıpkı cephecilik (façadism) gibi yalnızca öne çıkan ve rağbet görecek biçimleri yeniden üreten ihyacı görünümlerce silinir; gittikçe bilgisayar ortamındaki canlandırmalarına benzer.

Bilgi ve eleştiri üretiminde açıklık sorunu tartışması, yaygın görüşün çizdiği sınırlarda sürdürüldüğünde, uygulamada belirli taleplere uyumlanmış bir aynılık kültürü çeşitliliğin oluşturduğu yaratıcılığın yerini alır. Kentlerin çevreciliği etiketlerle ve çeşitli tanıtım uygulamalarında ispatlanmaya girişilen “rehabilite edilen” merkezlerinde, yenilemelerin sınırında artan tecrit, doğa-toplumsal cinsiyet-mekân ilişkilerinde kılık değiştirerek dolanır. En iyi olma hırsı yaşamı ele geçirir. Bu yıl İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nde gösterime giren Dünyanın En İyisi / Best in the World belgeseli8 bu soruna odaklanıyor; dünyanın en yaşanabilir kenti olma iddiasında ekonomik ayrıcalıkla dönüşümler geçiren ve “köhnelik”lerinden arınan Kopenhag kentine bu bağlamda lensleri doğrultuyor. Belgeselde kamera açıları ve ışık kullanımı ile oluşan sinema dili, 3D canlandırmalardan ayırt edemediğiniz kent manzaraları ile Kopenhag’da bir gezinti sunuyor. Bu gezintide görüntü yönetiminin entropik bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Kusursuz-bağlamsız tasarımlarla bir yarışma sergisi ya da sanal gerçeklik ortamına benzeyen bu kentte yaşam, sosyo-ekonomik ayrıcalıkların standartlaştığı rahatsız edici aynılık tarafından yutuluyor. Diğer yandan, bu kent, bir kısım yatırımcı, mimar ve plancı açısından dünyanın en iyisi olarak görülmeyi sürdürecek diye düşünebiliriz. Sorular sorgulamaları açacak olduğunda, sofistike ve “akıllı” kent manzaraları kadar çevreci oluşumlara aktarılan kaynaklar, başka coğrafyalardaki eko-sistemlerin ve kırılgan yaşamların sömürüsüyle de ilişkilenir. Bu bağlamda bir eleştirinin hedefi ise çevreci yaklaşımın kendisi değil, uygulamaya konulma biçimlerinde üstü örtülen çevreci olmayan aşamalardır. Kentler arası “en iyi” olma yarışı -sistemle ilişkisi ötesinde eril işleyişle ilgisiyle-, Kopenhag’da çeşitliliğe bağlı canlılığı geri kazanılmaz düzeyde silmiş görünüyor. Bu silinişin sınıfsal ve ırkçı boyutu ekonomi ve sosyal politikalarla ilgili olmakla beraber, mimari estetik kadar “sürdürülebilirlik” söylemlerince kaplanmış gibi.

Türkiye’den birçok kentten de örnekleyebileceğimiz gibi “en”leri sunmaya yönelen projeci söylem, Jodi Dean’in9 “iletişimsel kapitalizm” olarak tanımladığı hasıraltı etme pratiklerini çağrıştırmıyor değil. Değişen iklime ve yaşamın kompozisyonunu bozan dönüşüme önlem alacak bir mimariyi, öncelikle düşünce temelinde ve kolektif bir değişimle inşa etmek gerekmez mi? Peki buna mimarlık ortamının kültürel ekolojisini iyileştirmek de diyebilir miyiz? Soru sormaktan ürkmediğimizde eğitim sürecinden mesleki pratiğe kadar düşünce aynılığı ya da tecritten yana olan, baskın geleneklere yaslanan metinler ve uygulamaları aşacak eleştirel pratiği yayma ihtimali de artar.

Baskın olmaya odaklı ağ ilişkisinin ortamı, kentlere ve kente dönüşen kırsala düzen getiren ve yeşil göz boyama ile tasdiklenip etiketlenen uygulamaların sınırında tahrip edilen çevrede, ona aidiyet duyduğu varsayılanlar arasından öne çıkacak aktörlerin katılımında, uslu etkinlikler ya da bilgi üretimine olanak tanımayı sürdürebilir. Katılıma davet edilenler arasında mevcut ataerkil düzenden beslenenlerin olmayacağını varsaymak naiflik değildir. Zaten sistem de bunu dayatıyordur. Diğer yandan kimi tartışma ortamları, çevre-kırım ve zorbalığın feminist eleştirilerine, değişime kapalı ataerkil ortamlarda süregelen kabullerine aykırı düşmediği sürece yer veriyor olabilir. Buralarda da eşitsiz biçimde pay edilen konumlar kendilerini onaylayan yapılara sıkı sıkıya tutunmayı sürdüren ilişki ağlarıyla örülüdür. Durum böyleyken, mimarlık eleştirisi de sorumluluklardan çok özneleştirilen nesnelerin yorumuna indirgenir. Nesnelerin ortak miras bağlamında özneleştirilmesi çevre bilincini bütüncül diri tutmak, somut ve somut olmayan müşterekleri savunmak açısından önemlidir de. Ancak bu noktada değerlerin ve mirasın bir grubun mülkiyetinde tanımlanması, tıpkı öznel eleştiri gibi ayrımcılığa geçirgenlik tanıyan sınırlar kurar. Böyle ortamlarda büyük olasılıkla iktidar alanları ve gruplarının zihinsel yapısı egemen görüşün belirleyicisi olmayı sürdürür. Merkezsizleşmiş ve ötekini önyargısız kapsayan bir eleştiri üretmek için öncelikle mimar kimliğinden uzaklaşmak gerekebilir ki bunu yapmak mimara zor ya da ürkütücü gelebilir. Zaten kolektif iradeyi bölen de kökencilik ve kimlikçilik değil midir?

Rekabete dayalı sistemde ve gelenekçiliğe yaslanan ortamlarda tartışmalar, ilişki biçimleri gibi retorik söyleme hapsedilme eğilimi gösterse de çıkış yollarının olmadığı söylenemez. Diğer yandan görece ilerici ortamlarda eğitim alanından uygulamaya kadar gündeme alınan sorgulamalar ve ütopik olasılıklara şans tanıyan ve böylece mimarlık üzerinden yaşamın politikasını yeniden kurmaya odaklı söylemler de bulabiliriz. Zaten fark edilecek olunursa mimarlık ister istemez yeni melez alanlarla bütünleşerek evrimini sürdürmektedir. Bu evrimin farkındalığında ilerici bilinci devreye sokmak, mimarın da onarıcı ve iyileştirici yeniliklere açık konumlanmasına olanak tanır. Böylelikle, şahısların ve kökenci kalıpların mülkiyetinden çıkmış, evrensel tanımların uygulamaya geçtiği, özgürleştirici ve yaratıcı ortamlar kurulmuş olur. Aktörlerin çeşitlendiği, katılıma açık, uzmanlıkların, yaşayanların, doğadaki yaşam biçimlerinin birbirine denk görüldüğü ortamların görünürlüğü arttıkça bu alanlar yaşamı baskılamanın zihinsel üretimini reddetmekle başlayan ve meydan okumaya yönelen bir zihinsel etkileşimin tetikleyicisi olacaktır. Kısacası, mimarlık daima sorgulamalardan beslenerek gelişecektir.

Sorgulama, emek gerektiren bir eğitim üzerine yaşam boyu entelektüel beslenme ve analitik düşünme becerisini geliştirmekte acizleştirilen mimarı da özgürleştirme potansiyelini içerir. Dayatmacı konumları merkezsizleşerek aşan mimar, böylelikle daha önce temaslanamadığı çevrelerden ve yaşamlardan esinlenebilir, dolaysız ilişkilerle yeni hikayelerin mekanlarını kurgulayan aktif-yaratıcı aktöre dönüşür. Diğer uzmanlıklarla ve aktörlerle yatay ilişkiler kurar. Dolayısıyla “en iyi” mimarlığı yapma üstünlüğü ile değil, iyileşmeye katkı koyma yönünde müştereklerin iradesine saygıyla öne çıkar.

Referanslar
1 Rita Felski, 2020. Modernitenin Cinsiyeti, Çev: Atalay Gündüz, Dergah: İstanbul.
2 https://www.dezeen.com/2018/11/20/bauhaus-women-catherine-slessor-opinion/
3 Fatmagül Berktay, 2021. Düşünme Etiği, Metis: İstanbul.
4 Hannah Arendt, 2012. İnsanlık Durumu, Seçme Eserler 1, Çeviren: Bahadır Sina Şener, İletişim: İstanbul.
5 Hannah Arendt, 2018. Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, Çeviren: Özge Çelik, Metis: İstanbul.
6 https://www.dezeen.com/2018/11/20/bauhaus-women-catherine-slessor-opinion/
7 Ayşegül Yaraman, 2020. Cinsiyetçi İkiyüzlülük, Bağlam: İstanbul.
8 https://www.archfilmfest.org/film/best-in-the-world-dunyanin-en-iyisi/
9 Jodi Dean, 2021. Yoldaş: Siyasi Aidiyet Üzerine Bir Deneme, Çeviren: Ali Karatay, Minotor: İstanbul.

Etiketler: