Kısa Ömürlünün, Yığılmanın ve Geçicinin Kültürü

MELİS UĞURLU

Seks ve Sözüm ona Şehir sergisi, New York'ta 1990-2000 yıllarında kentli yaşamını şekillendiren etkileri araştırıyor. Melis Uğurlu, “çetrefilli bir oyun alanı”nı konu edinen sergiye dair izlenimlerini yazdı.

Andres Jaque (Office for Political Innovation), Miguel de Guzman (Imagen Subliminal) ile birlikte, “Sex and the City” televizyon programının yirminci yılını, programın yayınlandığı günden beri geçen sürede şehirli yaşam tarzı ve kültürel eğilimleri şekillendirmiş toplumsal, çevresel, ekonomik ve politik etkileri araştırarak kutluyor. Bir ortak çalışma ürünü olan Sex and the So-Called City (Seks ve Sözüm ona Şehir) sergisi, mülkiyet temelli ekonomiye geçişle gayrimenkul sektörünün gelişiminden toplumun aşırı (hiper) kapitalistleşmesine (hyper-capitalization), enerji üretimi ve dağıtımına, 1990’ların sonu 2000’lerin başı arasında şehrin geçirdiği çeşitli dönüşümleri didikliyor.

Sergiye ev sahipliği yapan Storefront for Art and Architecture’ın sergi alanına girmek, bu şehirde yaşamanın fiili deneyimiyle oldukça benzer hakikaten: Bir uğultuya dönüşerek mekanla etkileşimimizin içine nüfuz eden yüksek sesli araba kornaları eşliğinde türlü çeşit içerikle doldurulmuş, şüpheye yer bırakmayacak kadar küçük bir alan.

Sergi insan yapımı teknolojik yeniliklerin, mimari öğelerin ve moda nesnelerinin, dar ve uzun bir mekanda birbirlerinin yanı başında durduğu bir transmedya anlatısı olarak kurgulanmış: haritalar, matkap ucu gibi hidrolik kırılma aletleri ve maden bölgelerinin gelişimini gösteren algılayıcı cihazlar, 432 Park Avenue binasının en pahalı mimari bileşeni olan ve “doğal ışığı polarize ederek renk tayfının mavi kısmını yoğunlaştırması” amacıyla tasarlanmış Eckelt Lite Wall camı, pornografik sinematografinin grunge tarzı karanlık ve düşük kaliteli görünen iç mekanlardan güneşli açık plan, ortak yönetim apartman katlarına (condominium) geçişini tasvir eden fotoğraflar, Sex and the City’de Carrie Bradshaw giydikten sonra şehrin modasını tayin etmiş olan Manola Blahnik’in meşhur sivri burunlu topuklu ayakkabılarının (şu an eBay’de 59 dolara çokça satılan) birebir nüshaları. Bu nesneler dizisinin bitiminde, küratörler tarafından hazırlanmış bir belgesel ve televizyon dizisinden seçili videolar bir platforma, tavana ve sergi alanının duvarlarına yansıtılmış halde tekrar tekrar oynuyor.

Açıkçası, bu fuzuli temalar yığını ve farklı alanlara dair önsözler, verili zaman aralığında New York şehrinin dönüşümünün özünü oturtmaya çalışırken başımı döndürdü. Sonra, küratörün New York’u “bir metropol değil, ölçeklerarası katmanlarıyla kentlerarası bir kompozisyon” olarak tanımlamasını anımsadım. New York şehri, pek çok etkinin birlikteliğinden oluşuyor. Sadece mimarlık, gayrimenkul, ekonomi ya da şehrin kentleşmesini belirleyen medya değil, tüm bileşenlerin kesişiminde olan başka bir şey bu: yaşam tarzı ve kültür. Kültür, metropolü tamamen gasp etmiş ve kentleşme, şehrin insanlarının arzularına bel bağlamış durumda. New York, tek bir şey olamaz, hiçbir zaman da olamayacak, ama kesin olan bir şey varsa o da şehrin daimi bir dönüşüm içinde olduğu.

Tam şu anda ünlü mimar, teorisyen ve yazar Rem Koolhaas’ın Manhattan üzerine geçmişe dönük, şehri “katı bir kaosun metropolü” ve “ilerleme tiyatrosu” olarak tanımlayan manifestosunu hatırlatmak adeta kaçınılmaz. Koolhaas, Manhattan adasının, özünde daimi değişim anlamına gelen, üst üste binmiş yaşam tarzı katmanlarını tarif etmek için “yığılma kültürü” terimini kullanalı kırk yıl oldu belki ama terim bugün hala geçerli. Küratörlerin 1990’lar ve 2000’lerdeki dönüşüm üzerine kurdukları anlatı, Koolhaas’ın 1978’teki gözlemlerinden çok da farklı sayılmaz.

New York’un kentsel ilerlemesi, şehrin neredeyse her on yılda bir kendini yeniden icat ettiği bir amneziye bağlı. Nüfusunun büyük bir kısmını göçmenler oluşturuyor; mimarlık ve teknolojik gelişmelerce beslenen yeni deneyimlere karşı bir açlık var. New York’un kendisi, insanların, eğilimlerin ve dolayısıyla şehrin geçici olarak değiştiği, bir uçucu insani arzular kümesi.

Şehrin strüktürüne katmanlar eklemenin yeni yollarını mütemadiyen bulduğu bu kentsel rekabetin ortasında, odağımızı Manhattan’dan uzaklaştırmak üzere bir değer duruyor köprünün hemen ardında: Brooklyn.   

Serginin kapanış etkinliği sırasında Cristobal Correa gözden kaçamayacak bir şeyi işaret etti: “Eğer Sex and the City bugün çekilseydi, muhtemelen seti Brooklyn olurdu.” Sergiye ilham veren başlangıç noktasından bir alıntı; bu alternatif semtin, belki biraz endişe verici bir rekabet ile birlikte, doğuşunu işaret ediyor:

  “… ve Yukarı Batı Yakası’ndan biriyse Brooklyn’de ev görmeye gitti.
Taksi şoförü: Nereye?
Miranda: Brooklyn, lütfen.
Taksi şoförü: Ben Brooklyn’e gitmem.
Miranda: Evet, ben de.”
Sex and the City, Sezon 6, Bölüm 16

Brooklyn, taksicilerin bile gitmek istemediği, ölüme terk edilmiş metruk bir endüstriyel alanken sürekli geçici olmayı hedefleyen endüstri sonrası yaratıcı kentin ta kendisi oldu. 1834’te kendini bağımsız bir şehir olarak ilan ettiğinden beri Brooklyn, yeni imar yasalarından konut alanlarında büyümeye kadar pek çok değişim geçirdi ve bu da “üst” ve “alt”ın bir başka kentsel üst üsteliğiyle sonuçlandı. Özellikle 1980’lerin başında öncü olarak gelen sanatçılarla, yasal sınırların büküldüğü ve alternatif olana iştahın asla kaybolmadığı bir yer olarak, kentsel başkaldırının mekanı haline geldi.

Brooklyn’i bir dönüşüm şehri olarak özgün kılan şey kısa ömürlü, geçici kültürü ile farklı kullanım ve mekanlar arasındaki sinerjiye dayalı belirsizliği çağrıştırması. Halihazırda, mülkiyetle daha az ilgilenen, geçici kullanım ve mekanlar için süreksiz bir zemin sunan paylaşım ekonomisinin kentsel yaşam tarzımızın temelini oluşturduğu bir dönemde yaşıyoruz. Airbnb gayrimenkul sektörünü dönüştürdü, citibike ve uber şehirdeki ulaşım biçimleriyle ilişkimizi değiştirdi ve wework kendi ofislerimize değil, gelip gidenlerin kültüründen doğmuş bir topluluğa ihtiyacımız olduğunu iddia etti.

Brooklyn bu pop-up kültürünü başarıyla aldı ve kentsel bir seviyeye taşıdı. Burada kullanım mekanın sahibi değil; tersine, mekanın esas işlevlerinden arta kalan boş vakitlerde ondan istifade ediyor ve bittiğinde ortadan kayboluyor.

Manhattan’da, şehrin kendini “milyarderlerin bulunduğu yer” olarak yeniden markalaştırmasıyla pek çok yüksek katlı konut kulesinin ortaya çıktığı dönem, serginin küratörleri tarafından “Highendcracy” (Üst sınıfın iktidarı) olarak tanımlanmış. Brooklyn ise bu üst sınıf kentleşmesi sırasında, kentsel kompozisyonu ve yaşam tarzının çeşitli yönleriyle bir karşı-mekan olarak çalışıyor.

Bushwick gibi mahallelerde, ticari işlevli mekanların konut olarak kullanımı oldukça yaygın. Önceki serbest imar düzenlemeleri sebebiyle geniş bir sanatçı nüfusunun aynı zamanda içinde yaşamayı da tercih ettikleri stüdyoları ticari işlevli binalarda bulunuyor. Bu sık görülen ticaret ve üretim loftları, yerel yönetim tarafından konut kullanımına aykırı olarak tanımlanmışsa da, kullanıcılarının yaşam tarzlarına uygun hale getirmek için konutlara yönelik güvenlik ve bina mevzuatı gibi gerekliliklere göre düzenlenmelere gidiliyor.

Farklı kullanımlar ve mekanlar arasındaki bu ortak yaşam, diğer mesleki etkileşimlerde de açıkça görülüyor. Brooklyn’in sanat ve müzik ortamında etkinlikler, tek bir fiziksel mekanın mülkiyetiyle sınırlandırılmak zorunda değil, aksine ödünç alınmış herhangi bir mekanda gerçekleşebilecek şekilde esneklik benimseniyor.

Brooklyn’in underground partilerinin “gizli konumları” -ki bu terk edilmiş bir depo, bir tekne ya da bir kıyafet dükkanının bodrumu olabilir- parti başlamadan birkaç saat önce cep telefonu mesajıyla duyurulur, “mesai saatleri dışında” ödünç alınır ve asıl kullanımlarına güneşin ilk ışıklarıyla sağ salim döndürülür. Bu kullanım biçimi herhangi bir mekana kolaylıkla uydurulmasıyla gücü elinde tutar ve fiziksel mekan sınırsızca değişir.     

Müzik nasıl yeraltında bulunabiliyorsa, sanat da sokakta bulunabilir. Chealse’nin temiz, beyaz galeri duvarlarının konuk ettiği ve arka plan olduğu sanat eserlerinden farklı olarak sanat, Bushwick’in sokaklarında yaşamayı seçer.

Brooklyn’de, komşusu Manhattan ile karşılaştırıldığında ham, saklı ve geçici olan belirgin bir kültürel farklılık var. Yine de, Manhattan ve Brooklyn arasında ilkini “üst” ikincisini “alt” olarak tanımlayarak kesin bir sınır çizmek oldukça basit ve naif olur. Yüksek katlı, ortak yönetim apartmanların Williamsburg ve Greenpoint’in kıyılarında görünmeye başlamasıyla Brooklyn’in bazı kısımları da üst sınıflar tarafından zapt edilmişti. Kültürel değişimler arasındaki böyle bir etkileşim belki de New York’un kentleşmesinde her gün deneyimlediğimiz bu üst üste binme ve yığılma kültürünün esasını oluşturuyor.

Sosyolog Saskia Sassen’in deyişiyle “Şehri çalışmak, dönemin başlıca toplumsal süreçlerini çalışmak anlamına gelir.”* Seks ve Sözüm ona Şehir sergisi, şehrin siyasetinin üzerine inşa edilen bu toplumsal değişim yığınını çözmek üzere bir tartışma açıyor. Her ne kadar yeni bir toplum imal eden kentlerarası sinerjiler ya da kentsel gelişimi etkileyen toplum konuları tartışmaya açık da olsa, şu kesin ki şehrin daimi dönüşümü ve karmaşık ağı bu sürekli değişen etkileşimlerden besleniyor. Bugünden birkaç onyıl sonra, New York’u konu edinen belki de başka bir kitap, televizyon programı ya da sergi olacak ve biz de muhtemelen çok daha farklı anlatı ve aktörleri konuşacağız. New York ise, öngörülemez ve geçici değişimlerin gerçekleştiği, çetrefilli bir biçimde katmanlaşmış bir oyun alanı olarak kalacak.  

*Saskia Sassen, “How Jane Jacobs changed the way we look at cities,” The Guardian, 26 Mayıs, 2016, https://www.theguardian.com/cities/2016/may/04/jane-jacobs-100th-birthday-saskia-sassen

Etiketler: