"Talep Etmeyi Öğrenmeliyiz"

GÖKÇE ARAS ENGİN

ATÖLYE Architecture ve XXI tarafından düzenlenen aylık etkinlik serisi UNFOLD’un Nisan ayı konukları olan Nevzat Sayın (NSMH), Prof. Dr. Tansel Korkmaz Bilgin (İstanbul Kent Üniversitesi) ve Sinan İzgi (AURA) ile mimarlık eğitimine farklı yaklaşımlar hakkında konuştuk.

Tansel Korkmaz Bilgin’in modere ettiği konuşmada ilk olarak Nevzat Sayın bu yıl 51.’si düzenlenecek olan Yahşibey Tasarım Çalışması’nın çıkış noktasını ve çalışmaların çerçevesini paylaştı. Ofisini açtıktan sonra staj başvurularının yoğunluğu sebebiyle ilk olarak Bilgi Üniversitesi’nin Kuştepe Kampüsü’nde İhsan Bilgin ve Han Tümertekin ile birlikte otuz mimarlık öğrencisinin katılımıyla gerçekleştirdikleri çalışmanın sonunda “başka bir okul mümkün mü?” sorusunu kendilerine sorduklarını söyledi.

Mert Eyiler’in Yahşibey’de neden çalışmıyoruz? sorusuyla başladığımız Yahşibey çalışmalarında her çalışma döneminde hem kendimize hem de katılımcı öğrencilere bir soru sorduk. Kırsal kesimde bir mimarlık var mı?, Boş köy okullarını ne yapmalıyız?, Başka bir turizm mümkün mü?…vs. Bu yılki temamız ise depremle birlikte daha da gündeme gelen bir konu üzerine: Mobilyasız ev mümkün mü? Köy evlerine kullanıcılar tabi ki ihtiyaçları olduğunu düşünerek bir takım mobilyalar alıyorlar ama günün sonunda bu standart mobilyalar eve sığmıyor ve bahçeye alınıyorlar.

23 yıldır devam eden çalışmalarımızda politik, mimari, coğrafi, sosyolojik meseleler üzerine kafa yoruyoruz. 2006 yılından itibaren ise Yahşibey Tasarım Çalışması’nı Emre Senan Tasarım Vakfı ile birlikte yürütüyoruz. Çalışmalar sonunda jüri çalışmasını köylülerle birlikte yapıyoruz ve bu çok faydalı oluyor. Zaman içinde hem jürilere hem de atölye çalışmalarına Mehmet Kütükçüoğlu, Serhat Akbay, Vasıf Kortun, Defne Koryürek, Şevki Pekin gibi isimler konuk oldu. Farklılık ve farkındalık konusunda Yahşibey bize çok şey kattı. Atölye çalışmalarında farklılıkları korumaya çalışıyoruz, örneğin katılımcı öğrencilerin farklı okullardan olmasına dikkat ediyoruz. Yahşibey’e katılanlar çalışmaların sonunda “başka bir şey mümkün” deme noktasına geliyorlar.

Seksenli yıllardan sonra mimarlık eğitimi tek tipleştirildi. İnsanlar nerede yaşadıklarının farkında değiller, akademilerin bulundukları yer hakkında fikirleri yok çünkü kampüsten dışarı çıkmıyorlar. Son yıllarda ise üniversitelerin işini yapmadığını düşünüyorum. Üniversite öğrencileri bulundukları coğrafyanın farkında değiller mesela. Pamukkale Üniversitesi öğrencisinin derdi Heraklia Antik Kenti olabilir, İstanbul’daki öğrencilerin yarısı Ayasofya’ya gitmemiş, İzmir’deki öğrenciler keza aynı şekilde yarısı Efes Antik Kenti’ni görmemiş. Özetle metropolitan meselelerle uğraşıyorlar ama yanı başlarındaki meselelerden haberleri yok.

Bir de son yıllarda gittiğim jürilerde şununla karşılaşıyorum, çok kırılgan bir mimarlık öğrencisi var, eleştiri konusunda çok hassaslar. Dolayısıyla jürilere gitmeme kararı aldım. Öğrenciler arasındaki dayanışmacı profilin de tamamen yerle bir olduğunu söylemek mümkün.

Bilgi Üniversitesi Mimarlık yüksek lisans programının çıkış noktası ve kuruluş aşamasında aktif olarak rol alan Prof. Dr. Tansel Korkmaz Bilgin “mimarlık eğitiminde farklılığa ihtiyaç duyma” sebeplerini ve gelinen noktayı özetle anlattı. ODTÜ’de akademik çalışmalarımızı sürdürürken akademisyen arkadaşlarımızla birlikte bir şeylerin değişmesini istiyoruz ve toplantılarımızda da önerilerimizi paylaşıyoruz ama bir türlü karşılığını göremiyoruz. ODTÜ, Mimar Sinan ve İTÜ bu anlamda krizdeler, hepsinin farklı bir ekolü var ve yaptıkları “şey” in dünyada karşılığı yok.

Biz de tüm tartışmaların sonunda 2000’li yılların başında fakültesiz bir yüksek lisans programı açalım fikrini öne sürdük. İhsan (Bilgin) asla böyle bir şey olmaz dedi. Arkadaşlarımızla tartışmalarımız günlerce sürdü. Günün sonunda Bilgi Üniversitesi Silahtarağa’yı hem dönüştürün hem de yüksek lisans programınızı kurun teklifiyle geldi. Tabi ki de YÖK bu öneriyi reddetti, o dönemde ODTÜ’den Haluk Pamir bizlere bu anlamda destek oldu ve önerimiz YÖK tarafından da kabul gördü.

İlk olarak çalışmalarımıza Dolapdere’de başladık. Gidiyoruz geliyoruz ama stüdyo hep tertemiz kalıyor. İlk zamanlar öğrenciler çok tutuktu fakat kısa süre sonra stüdyo bir yaşam alanı haline geldi. Stüdyolarımız rekabet üzerine değil de dayanışma üzerine kuruluydu ve Bilgi stüdyoları öğrencilere “rekabet olmadan da başarı olur”u öğretti.

Seneler içinde ders programlarımız da yazdığımız gibi kalmadı, bu bizim de değişime açık olduğumuzu gösterdi. Öğrencilerimiz almaları gereken tüm dersleri aldılar ve tükettiler, kimse notlarla ilgilenmedi. Ben, İhsan Bilgin, Nevzat Sayın, Murat Güvenç, Emre Arolat, Murat Tabanlıoğlu, Sinan Omacan, Aslıhan Demirtaş, Mehmet Kütükçüoğlu, Han Tümertekin… ve daha birçok arkadaşımızla beraber çalıştık. Hepimiz moderni anlatıyoruz, ilk önceleri böyle olmaz diye düşündüm. Fakat gördük ki hepimiz “modern”i başka perspektiflerden ve bağlamlarda ele alıyoruz. Bu farklılıklar bizim için de çok iyi oldu, bu süreçte bizler de çok şey öğrendik. Jürilerdeki tansiyon içinde çok güzel ve faydalı olurdu tartışmalarımız. Fakat İhsan olmasa olmazdı diye düşünüyorum.

İhsan yüksek lisans programındaki teknik geziler hakkında çok ısrarcı oldu. Bir tanesi yaşadığımız metropolitanın katmanları, bu gezide Tarihi Yarımada’yı çalışıyorduk, ikincisi ise bütün bir dönemin sıkıştırılmış bir özeti gibi olan yaz teknik gezisi, (Viyana, Roma…vb). Yaz teknik gezisinin ardından mutlaka sergi ve kitap çalışmalarını da gerçekleştirirdik.

İhsan’ın önemsediği bir diğer önemli konu ise katılımdı. Tüm akademisyenler olarak kararları birlikte alırdık ve bu anlayış programı herkesin sahiplenmesini de sağlardı. Öğrenci mülakatlarına tüm akademisyenlerin katılmasını da çok önemserdi İhsan. Gerekirse telefonlar açardık, burslar bulurduk…

Geldiğimiz noktada bütün üniversitelerin enerjisini kaybettiğini görüyorum. Enerjisi olduğu an üniversite bir atmosferdir. Bir de üniversite kendinize rol model alacağınız arkadaşlarınızla ve hocalarınızla bir arada olma imkanı sağlar. Örneğin ben İhsan’ı kıskanırdım, onu görünce daha çok çalışmalıyım derdim kendime ve ondan ilham alırdım. Murat Belge girerdi mesela derslerimize, süreçte bir sürü rol modelimiz oluyordu. Bir mimarın pozisyonunun oluştuğu “yer”in yüksek lisans eğitimi ya da çok şanslıysa çalıştığı ilk mimarlık ofisi olduğunu düşünüyorum. Yüksek lisans size öncülleri öğretiyor, öncülleri bilmek ve onlara eleştirel gözle bakmak pozisyonunuzu belirliyor. Eleştirel olmak da bir şeye baktığınızda onun sınırlarını ve potansiyellerini keşfetmenizi sağlıyor. Bu anlamda Richard Senneth’in “Beraber” isimli eserinin yer aldığı üçlemeyi de okumanızı tavsiye ederim. Orada Senneth, prova aslında “beraber”in olduğu yer diyor. Özetle beraber bir şey tutturmamızın yolu da aslında provadan geçiyor. Bizler beraberce talep etmeyi öğrenmeliyiz.

Tansel Korkmaz Bilgin'in, anlattığı bu eşsiz deneyimin ardından sözü, son yıllarda gerçekleştirdiği açık kaynaklı sertifika programlarıyla ve etkinliklerle mimarlık eğitimine akademik düzeyde katkılar sunan AURA Istanbul’un kurucularından Sinan İzgi’ye verdi. Öğrenciliği döneminde akademide kalmak istediğini söyleyen İzgi 2004 yılında konuk olarak katıldığı bir stüdyoda iyi ki akademide kalmadığını kendisini donmuş bir zaman tünelinde gibi hissettiğini söyleyerek konuşmasına başladı ve AURA’nın kuruluşundan önce böyle bir merkez açma konusunda kendisine ilham veren deneyimleri paylaştı.

New York’daki AIA’da izlediğim bir yüksek lisans sergisinde dokuz farklı okuldan öğrencilerin çalışmalarındaki farklılıkları görmek beni çok etkiledi. 2008 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde stüdyo dersi vermeye başladım ve güzel sanatlarla aynı çatı altında bulunan mimarlık bölümünün diğer bölümlerle ilişkisinin olmadığını gördüm. Yine 2008 yılında WAF’da Norman Foster’ın Master City adlı 100.000 kişilik şehir projesinin iki ayrı sunumunu izledim, sunumu mimarların değil mühendislerin yapması dikkatimi çekti. Sonrasında 2013 yılındaki Gezi Parkı Olayları’nda kamusal alanda yapılacak bir değişimin katılımcılık olmadan tepeden inme bir tavırla yapılmaya çalışılması, yani katılımcılık konusu.

Bütün bu deneyimlerden yola çıkarak alternatif bir platform kurabilir miyiz? sorusunun cevabını aramaya başladık. Bir manifesto yazdım ve kuruluş aşamamız yaklaşık 2-3 sene sürdü. AURA kapsamında, Peter Eisenman’ın kurduğu IAUS (The Institute for Architecture & Urban Studies)’dan da ilham alarak sömestrlık bir sertifika programı hazırladık. Dört ay süren sertifika programında her dönemde farklı konuları 18 katılımcı ve yürütücülerimizle birlikte ele alıyoruz. Sertifika programı için başvurularda adayların İstanbul’da sorun olarak gördükleri bir konuyu ele alarak öneri geliştirmelerini istiyoruz. Sertifika programı boyunca katılımın sürekli olmasını önemsiyoruz ve niyet mektuplarına göre bir seçim yapıyoruz. Programımız, araştırma tabanlı bir program. Dolayısıyla katılımcılar da genellikle yüksek lisansta çalışmak istedikleri konu üzerine araştırmalarını gerçekleştiriyorlar. Katılımcıların buradaki çalışmaları yüksek lisans çalışmaları için de bir altlık oluşturmuş oluyor. Bu anlamda mimarlık okullarından da olumlu geri dönüşler alıyoruz. Proaktif bir muhalefet için bir altyapımızın ve veritabanımızın olması lazım. Bu anlamda kuramsal ve kavramsal önerilere de açığız.

Çıkış noktaları ve yaklaşımları farklı olsa da aynı amaçta birleşen ve mimarlık öğrencilerinin ve yeni mezun mimarların ufuklarının açılmasına katkıda bulunan üç değerli hocamızın konuşmalarının ardından katılımcılar sorularını sohbet ortamında hocalarımızla paylaştılar.

UNFOLD etkinlik programı, katılımcılara farklı insanlarla anlamlı diyaloglara katılma, kendi deneyimlerimizi ve iç görülerimizi paylaşma ve tasarım ve mimarinin dönüştürücü potansiyelini keşfetme konusunda yeni bir bakış açısı kazandırmayı hedefliyor. Bir sonraki UNFOLD için XXI ve ATÖLYE Architecture’ı takipte kalın.

Etiketler: