Tersaneye Öykünen Müze Binası

HÜLYA ERTAŞ

2005 yılında İstanbul Deniz Müzesi için açılan mimari proje yarışmasını kazanan Teğet Mimarlık’ın önerisi geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Mehmet Kütükçüoğlu ile yapının ana konseptini ve yarışmadan uygulamaya dek geçirdikleri süreçleri konuştuk.

Hülya Ertaş: İstanbul’un müzeleri genelde eski yapıların içine yerleşmiştir. Deniz Müzesi ise müze olarak kullanılmak üzere yapılan yeni bir yapı, bir yandan da eski yapıya bir ek. Bu durum yarışma sürecinde sizi nasıl motive etti?
Mehmet Kütükçüoğlu: Müze, şehir içinde kentsel durumların fiziki olarak hala var olduğu bir yerde konumlanıyor. Gerçi etrafı biraz yıpranmış, Beşiktaş’taki meydanın nitelikleri bozulmuş olsa da bildiğimiz kentsel durumlar hala okunaklı. Diğer taraftan denize baktığı yönde, saraylar siluetinin içinde yer alıyor. Yeni bir bina olmasına rağmen tanımsız bir ortama değil, kuralları aşağı yukarı oturmuş bulvar, meydan, Boğaz gibi tanımlı alanlar içine yerleştiği için iyi bir deneyimdi. Çünkü bu deneyim çok az, kentsel kalitenin hala var olduğu bir yerin içinde çağdaş bir bina yapmak pek sık karşılaşılan bir şey değil. O açıdan bence çok motive ediciydi. Yarışma sürecinde ve sonrasında Boğaz siluetinin tasarımı, bulvar tarafından girişin tasarımı, yapının yan taraftaki meydana nasıl açıldığı gibi tüm hamleleri epeyce düşündük.

Hülya Ertaş,istanbul,alican aktürk,müze,teğet mimarlık,deniz müzesi
fotoğraflar: alican aktürk

HE: Yapı, Boğaz öngörünümüne dahil miydi?
MK: Hayır, o yüzden de önemli bir yarışmaydı. Boğaziçi imarın sınırı burayı kapsamadığı için Boğaz’a yapıp yapabileceğin yegane çağdaş bina. Öngörünüm kuralları burada geçerli değil, zaten o kurallarda Boğaz’a yeni bir bina yapmak yasak, sadece eskiden var olduğunu ispat edip replika yapabilirsin ya da kaçak bina yapabilirsin. Boğaz’a bakarsak, Boğaz Köprüsü dışında 20. yüzyılda yapılmış çağdaş yapı pek yok. Bu yarışmayla ilk defa öyle bir olasılık sunuldu. Öte yandan tüm Boğaz’ı homojenmiş gibi de algılamamak lazım. Boğaz deyince insanın aklına İstanbul’a has bir kentsel durum geliyor: su kıyısına dizilmiş bir dizi köy. Kentin nispeten merkezinde olmasına karşın, değişik bir kentsel durumu var, kır da değil, kent de. Bu ikisini birleştiren bir hissiyat hakim Boğaz’a. Beşiktaş öyle bir yer değil, öteki köy peyzajlarına benzemediği için farklı bir durumu var, büyük ihtimalle de o yüzden Boğaziçi öngörünüm kuralları burada geçerli değil. Bu yapıdakine benzer bir fırsatın ikinci kez oluşma olasılığı olduğunu sanmıyorum o nedenle de.

HE: Yapının denizden nasıl algılanmasını hayal ettiniz?
MK: En önemlisi Deniz Müzesi’nin Dolmabahçe, Çırağan vs saray siluetlerinin bir parçası olmasıydı. Onun içinde sağlam ve iyi bir şekilde durabiliyor olması önemliydi. Müzenin Boğaz tarafı siluetini kayık galerisi oluşturuyor ve onun dünya kültürüne bağlanan bir tarafı da var. Deniz kıyısındaki tersaneleri, dok yapılarını düşündük tasarlarken. Gemilerin denizden binanın içine doka girdikleri tipolojiyi anımsatmasını istedik.

Kayık ölçeği, kızak gibi iç mekan organizasyonundan gelen durumlar cephedeki açık-kapalı düzeni belirledi. Onu okutacak iki malzeme seçtik, bir beyaz yüzey, bir de bakır. O malzemelerin ritmi, aynı zamanda kayıkların da ritmi. Bir deniz kıyısı yapısı hissiyatı vermek istedik.

HE: Bakırın tercih edilme nedeni neydi?
MK: Bizim yarışmada çizdiğimiz malzeme, ahşaptı aslında. Ancak bakımı açısından ahşap, askeriyenin aklına çok yatmadı. Biz de renk olarak hafif ahşabı anımsatıyor diye bakıra yöneldik. Bizim için önemli olan onun içeride de devamlılığıydı, içeride de bakır, aydınlatmalarda, yer döşemelerinde, tavanda süreklilik gösteriyor. Doğal bir malzeme olduğu için kendi kendine patinesi olabiliyor. Biz çok da fazla yeşermeyecek bir bakır tipi seçip ona göre detaylarını oluşturduk. Çok yeşermemesini istememizin nedeni de iç ile dış arasındaki o malzeme sürekliliğinin devam etmesiydi. Ancak onu uygulamadılar, şimdi bu seçilen bakır nedeniyle cephedeki daha hızlı yeşerirken içerideki daha yavaş yeşerecek. O malzeme sürekliliği o kadar net anlaşılamayacak.

HE: Yapının Beşiktaş ölçeğiyle nasıl ilişkilendiğini anlatabilir misin? Çünkü aslında farklı kamusal yüzeyleri olan kilit bir noktada konumlanıyor, bir tarafı vapur iskelesine, bir tarafı çarşıya, bir tarafı da meydana bakıyor.
MK: En temel karar yapıya nereden girileceğiydi. Bence böyle bir binaya bulvardan girilir çünkü esas kentsel mekan orası, deniz kıyısı değil. Çarşının karşısındaki bu bulvardan girilmeli ve Boğaz’a açılmalıydı. Zaten şu anda da bulvardan geçerken bakarsan binanın içinden Boğaz görünüyor. Girişten kayık galerisine geçişte üç-dört metrelik kot farkı var, geniş basamaklı merdivenlerden kayık galerisine geçilirken Boğaz sürekli olarak karşınızda kalıyor. Bu yönlenmeleri temel alarak tasarıma başladık. Bulvar tarafı insanların toplanıp müzeye girdiği yer ama sırf bunun için oluşturulmuş bir mekan da değil. Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin olduğu meydan kentsel niteliklerini çokça yitirmiş olduğu için müzenin giriş mekanı aynı zamanda insanlar için alternatif bir buluşma yeri , tıpkı AKM’nin önü gibi. Tabi Deniz Müzesi’nin parçası olacak, köşedeki o tescilli bina ve onunla ilişkileri önemli.

Deniz Müzesi iki katlı cüssesiyle tescilli binayla hiçbir şekilde birleşmiyor. Bulvar tarafında tek kata düşüyor ve hafifçe arka fonda birleşiyor, tescilli bina öne çıkıyor. Barbaros heykeli tarafındaysa üstten bir köprüyle birleşiyor. Eski ve yeni yapının ikisi arasında oluşan avlular hem bulvara hem meydana açılabiliyor ve iki tarafa da referans veriyor, belli şeyleri çerçeveliyor. Avlu Barbaros heykelini çerçevelerken girişteki bembeyaz sarkan duvar, çarşıyı karşılıyor.

HE: Henüz eski yapının restorasyonu tamamlanmadı ama ikisini bir bütün olarak kurguladınız. Müzede nasıl bir dolaşım öngördünüz?
MK: Bu binanın dolaşım şeması çok net. Çarşının karşısındaki giriş çok belli. Oradan girince manzara seni Boğaz’a doğru çekiyor, sonra kayık galerisini geziyorsun ve büyük bir rampa seni üst kata çıkarıyor. Gezerken değişik kotlar ve açılardan baktığın şeylere bir daha bakıyorsun. Zeminden baktığın kayıklara bu kez tepeden bakıyorsun, bir taraftan da üst kattakileri görüyorsun. O katı dolaşıp sonuna kadar gidince karşına çıkan köprüden geçip tescilli binanın üst katına gelmiş oluyorsun. Onun içinde de kıyafetler, maketler, kitaplar gibi çok sayıda küçük obje olacak. Oradan bir merdivenle alt kata inince bulvar tarafındaki geçişten başladığın yere geri dönüyorsun. Üç boyutlu spirali andıran, kapalı devre bir dolaşımı var aslında. Eski yapı tamamlanmadığı için şu anki dolaşım, tamamlanmamış halde. Öte yandan da içerik olarak sırf kayık görüyorsun, halbuki öbür türlü küçük objelerin de eklenmesiyle o deneyim tamamlanacak. Kayık galerisinin girişinde dalıp çıkılan bir mekan var bir de, aslında o yarışmada yoktu. Jüri bize o mekanın değerli olduğunu söylemiş ve sergi için kullanmayı önermişti. Bu dolaşım şeması içinde arıza bir durum yaratıyor, o spiralin dışında bir yere girip tekrar çıkman gerekiyor. Aslen su seviyesinin altına iniyorsun, dolayısıyla orada denizin altıyla ilgili birtakım objeler koymuştuk, sualtında karanlık bir oda hayal etmiştik. O arızayı da öyle anlamlandırmak istemiştik ama bizim önerdiğimiz gibi yapmadılar iç düzenini. Yine de bu yapının tamamlanmış olması bizim için önemli.

Bir diğer önemli nokta da müzenin cephesine hiçbir çit ya da duvar olmaksızın ulaşılabiliyor olması. Çit yaptırmamak için her gelen komutana sıfırdan başlayarak derdimizi anlatmaya çalıştık ve zor bir şeyi başardık. Yarışmadan müzenin inşasına dek geçen süreçte yanına otel yapıldı. Onlara müzenin önündeki meydanı otelin önündeki yerle birleştirmeyi önerdiysek de başaramadık. Bir duvar çektiler araya, arkasına da tesisatlarını koydular. Oysa bir bütünlük arz etseydi ilginç olacaktı, otel için de avantajlı bir kullanım çıkacaktı ortaya.

HE: Müzede sergilenecek olan içerik, yapının tasarımında ne kadar belirleyici oldu?
MK: Deniz Müzesi, çok belirli bir müze çünkü koleksiyonu sabitlenmiş halde. Dolayısıyla bu koleksiyona eldiven gibi geçen bir müze yapma şansımız vardı. Biz de o şansımızı kullandık, sonrasındaysa onun içinde ince düzenlemeler yaptık. Yapının strüktür sistemi kayıkların hem bir arada hem de kendi özel mekanlarında durmasına olanak tanıyor. 50 metre uzunluğundan 25 metreye kadar değişken uzunlukta köprülerden oluşan bir mekan içinde kayıklar eskiden yeniye doğru kronolojik olarak diziliyor.

HE: Mekanın daralması yapının içinde gezerken hiç hissedilmiyor.
MK: Çünkü mekan daralan bir hangar gibi değil, bant bant okunuyor. Zaten yapım sistemi de öyle. Bir köprü ve yanında bir boşluk, sonra yine bir köprü ve bir boşluk şeklinde inşa edildi. Cephedeki yarıklar tavana da geçiyor. Dolayısıyla bir tane kutu yapıyoruz, onu da yalıtıyoruz gibi bir şey değil. O yüzden o daralmayı hissetmiyorsun. Yapı çelikten inşa edildi, önce araları boşluk bırakılarak köprüler yapıldı, sonra onların arası birleştirildi. Yapımından kaplamasına ve mekan kurgusuna kadar tek bir düşünce etrafında şekillendi yapı. Bunu da hissediyorsun ve anlıyorsun. Üst katta bir açıdan bakınca orman gibi, her bir kayığın önüne gelip dönünce de sadece onun mekanını oluşturuyor gibi görünüyor V kolonlar. Alt kattaysa mekanın ortasında hiç kolon yok. Altla üst kat arasında da müthiş bir kontrast var o yüzden. Alt katta V kolonlar yok, onların yerine bant hissini kuvvetlendirmek için yer döşemesinde de bantlar yaptık. Bunlar üst katta yok çünkü o bant hissini zaten köprünün makasları veriyor.

HE: Yarışmada öngördüklerinizin ne kadarı gerçekleştirildi?
MK: Prensip olarak yarışmada öngördüğümüzü aşağı yukarı yaptık. Hatta belki biraz daha gelişmiş hali olabilir çünkü giriş merdivenlerini yarışmadan sonraki süreçte geliştirdik. Ama dikkatli bakınca detaylar, içinin dekorasyonu gibi konularda bürokrasiden, müteahhitten ve işverenden kaynaklanan birçok hata var. Bunların en başında da bina kütlesinin öngördüğümüzden 1,5 metre yukarda olması geliyor. Bu da tabi ki tescilli binayla yeni olanın birleşim noktalarında bir sürü soruna yol açtı. Ama genel olarak bakarsak tipolojik yaklaşım hemen hemen yerli yerinde.

HE: Yapıyla ilgili ne gibi geribildirimler aldınız?
MK: Müzeden çok sağlıklı bir geribildirim aldığımızı düşünmüyorum aslında. Normalde tüm müşterilerimize proje tamamlandıktan sonra yorumlarını yazmaları için bir form yolluyoruz ama burada kime yollayacağımız bile tam olarak belli değil.

Mimar Sinan Üniversitesi’nden birisi orada askerliğini yaparken güneş ölçüm aletleriyle ölçümler yapıyor. Ondan sonra “gün ışığının sergideki envantere olumsuz etkileri” üzerine bir makale yazıp kayıkların burnuna gelen gün ışığından söz etmiş ve Mimarlar Odası’nın dergisine göndermiş. Biz de bizimle görüşmesini önerdik, çünkü makale o haliyle pseudo-bilimseldi; yanında ışık grafikleri vs ile bilimsel görünümlü bir makaleydi. Geliştirmesi için yazarıyla görüşmek istedik ama olmadı. Sonra bir gün Mimarlar Odası’nın başka bir dergisinde makaleyi görünce ben de kısa bir metin yazdım, başlığını da “Deniz Müzesi Envanterleri Üzerinde Güneş Işığının Olumlu Etkileri” koydum. Belki bize gelip konuşsaydı, fikirlerimizi söyleyip süreci anlatsaydık, ona daha iyi çizimler verseydik daha iyi bir yazı yazılabilirdi, savunduğu eleştiri daha kuvvetli de olabilirdi o zaman. Çünkü esasında binanın kütlesini gün ışığına göre yönlendirdik, o bir koruma sağlıyor; çatısında da korumaları var ama cephesi için önerdiğimiz sensörlü güneş kırıcıları yapmadılar, cam için uygun gördüğümüz UV değerlerini uygulamadılar. Öte yandan kayık galerisinin bir tasarım fikri var. Çatıda da devam eden yarıkları var, kayıkların gün ışığı altında görünmesi önemliydi bizim için. Diğer yandan da yapının içiyle dışı sadece malzeme olarak değil, ışık kaliteleri olarak da birbirine benzeşsin istemiştik. Tüm bu konseptleri ve alınan önlemleri bilmeksizin kayığın burnuna düşen gün ışığını ölçüp yazılmış bu makale.

Etiketler:

İlgili İçerikler: