Segovia (İspanya); dar ve kıvrımlı taş sokakları, ölçek algısını bir anda devasa bir seviyeye sürükleyen su kemeri, gotik dönemini duyumsatan kaburga tonozları ve en eski tavernası Taberna Rubi ile antik dokusunu koruyan bir kent prototipi. Prototip olarak nitelememin sebebi, kentin tarihi bileşenlerini yalın ve ilkel bir biçimde sunmasından kaynaklanıyor. Segovia, hacmin algılanmasına dair farklı deneyimleri eşzamanlı olarak sunabiliyor; bu yazı ise tam olarak bu deneyimlerin inşasına odaklanıyor.

İki ölçek meselesi, şehrin en büyük yanılsaması olarak, yürürken algınızı bir anda iniş-çıkışlara maruz bırakabiliyor. Ölçeklerden biri, şehrin artık çağdaş dönemlerle uyumunu simgeleyen konutları, birtakım ticari gereklilikleri, sosyal oluşumları, çeşitli 20. yüzyıl eylemlerini barındıran ve insan ölçeğine çok da yatkın olmayan bir dokuya sahipken; diğer ölçek ise su kemeri aracılığıyla bir anda çarpıcı bir yükseklikle karşılaştırıyor ve şehrin antik yüzüne doğru bir açılıma sahiplik ediyor. Bu yüzde, dar sokaklar ve az katlı yapılaşmalar insan ölçeğine oldukça yakın. İki farklı katmanı üst üste bindirmesinden ziyade, dar sokaklardan yürürken devasa su kemerini çerçeveleyecek birçok açı yakalamak (Fotoğraf 2), şehrin dinamik anlatısını çoğu tarihi yerleşimden farklı yerlere taşıyor.

Bir sınır gibi çalışan su kemeri (Fotoğraf 3), şehri hacimli/büyük ölçekli —şehrin kısmen çağdaş yüzü— ve hacimsiz/küçük ölçekli —şehrin antik yüzü— iki kısma ayırıyor. Morfolojik olarak, daha geometrik, rasyonel, doğrusal ve açık olan kısmından —diğer bir ifadeyle Nuevo Segovia’dan— şehre giriş yapıyoruz. Burada bir metropolün anlatısı hakim durumda: araç yolları ve getirdiği trafik sorunu, pek de yaşamayan ve etraflarınca tanımlanmayan meydanlaşmalar, parsellenmeler ve getirisi olan ıssız ara-alanlar… Daha sonra eşik (Fotoğraf 3) olarak nitelediğim su kemerinin çevresine geliyoruz, arkasındaki tarihi morfolojiyi, onun getirisi olan parçalı, keşif odaklı ve insan ölçeğine yatkın dokusuna ait mekansallıkları kemerlerin izin verdiği ölçüde çerçevelemeye başlıyoruz ve nihayet antik şehrin dar sokaklarındaki yolculuk başlıyor… Tarihi kısmın içerisindeki bu yolculuğa ilişkin yaklaşık 1 km’lik bir yolun sözel bir haritalamasını bu yazı içerisinde ifade etmeyi deneyeceğim. Bu yol su kemerinden başlayıp Alcazar of Segovia’da son buluyor.

PAUSE:
Öncelikle su kemerinin tam önünde durduğumuzda başımızı kaldırıp sadece onunla baş başa kalıyoruz, kemerlerden birinin altından geçtikten sonra, geride bıraktığımız çağdaş yüzdeki tanımsız meydanın aksine, yaşayan bir meydanla karşılaşıyoruz. Çevresindeki üç-dört katlı yapılarla tanımlanmış bu meydan (Fotoğraf 4), insan ölçeğine hitap eden davetkar dar sokaklar ve ara alanlarla birlikte ısıtılmış durumda; oldukça cozy [samimi] bir atmosfer hakim…

Su kemeri, büyük ölçekli, gösterişli ve devasa pek çok tarihî yapının aksine, algılanabilmek için çevresinde bir boşluğa ihtiyaç duymuyor; tersine, küçük ölçekli ve hacimsiz dokunun sınırlarına kadar erişmesine izin veriyor. Bu müstesna karar, su kemerinin beklenmedik karelerde çerçevelenmesine, beklenmedik anlarda hacmiyle karşılaşılmasına ve böylece özgün mekânsal deneyimlerle anılmasına olanak tanıyor. Bu bahsettiğim deneyim, Aosta Vadisi’nde sokaklar arasında yürürken Pennine Alpleri’ni çerçevelemeye pek benzemiyor. Nedenine gelecek olursak, orada da dağ büyük, evet ama bir kartpostal gibi arkada duruyor ve uzak. Burada ise o büyük mekansal döküme bir büyüteç ile bakıyor gibiyiz. Kaldı ki, Alpler ile bir anda baş başa bırakılmıyoruz; oysa burada, birden önünde buluyoruz kendimizi.
Su kemeri, kendi içinde bir karmaşayı da öte yandan tarifliyor: Topografya imkanları ile devasa kemerler bir anda bir saçağa dönüşüyor, altında oturulabiliyor, yaslanılabiliyor, ayağınızı koyacağınız bir basamağa evriliyor (Fotoğraf 5,6). Bedensel davetlerindeki bu başkalık, yaklaşık elli metre ötede yapının otuz metre yüksekliğindeki kısmından başka bir mekansallığa zemin oluyor. Su kemeri ile ilgili bahsettiğim mekansal anlatı aslında daha çok noktasal bir aktarım… Diğer bir ifadeyle, bir noktadan etrafa bakıldığında görülenler/görülmeyenler için verilen bedensel tepkiler üzerine. Biraz yukarı çıktığımızda ve artık farklı noktalardan su kemerini ve onun izin verdiği ölçüde hem tarihi şehri, hem çağdaş şehri görmeye başlıyoruz. Artık opaklığını, geçirgenliğini ve sunduğu/sunmadığı arka plan efektlerini keşfediyoruz. Bu saydam ya da opak olma halini aynı maddesellikte bedene döküyor. Bazı yerlerde opak bir duvar gibi arkası ile ilgili hiçbir veriyi sunmazken (Fotoğraf 7), bazı yerlerde arka planıyla birlikte çalışan bir saydamlığa erişiyor (Fotoğraf 8).
PLAY:
…ve kıvrımlı yollarda yürümeye başlıyoruz, ardından bir anda şehrin diğer meydanları ile küçük ölçekli yapıları arasında gizlenen büyük ölçekli yapıları ile karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki Plaza San Martin ve onun çeperinde bulunan La Casa de Lectura… (Fotoğraf 9, 10, 11)
PAUSE:
Önündeki meydanla arasındaki mesafesiz tavrı, onu meydanın başlıca elementi olarak tarifliyor. Cenova’da —eğer via San Lorenzo’da yukarıdan aşağıya doğru iniyorsanız— San Lorenzo Katedrali’nin giriş/ön/ihtişamlı cephesini görmeden geçip gitme ihtimalinize karşı; burada ölçek ve detay farkı gözetmeksizin yapının bitişiğinde duraksamadan geçmeniz mümkün olmuyor. Bu da diğer bir ifadeyle, gerçek bir ziyaretin olanağını yaratıyor. Bir an durup, La Casa de Lectura’a elimizi uzatıyoruz, hakikaten değiyoruz ve devam ediyoruz…
PLAY:
Yürümeye devam ettikçe, dar sokaklar bu sefer başka bir keşfe hizmet ediyor. Bu keşfi anlatmaya değer kılan şey, içinde barındırdığı derin kontrast. Çünkü dar sokak, hiçbir şekilde Plaza Mayor’un habercisi gibi görünmezken, bir anda kendimizi Plaza Mayor’da ve onun çeperinde yer alan Catedral de Segovia (Segovia Katedrali)’nın önünde buluyoruz (Fotoğraf 12, 13, 14, 15, 16)
PAUSE:
Su kemerinin bu tavrını destekler nitelikte, yaklaşık 600 metre yürüdükten sonra eriştiğimiz Segovia Katedrali, kenarındaki daracık sokakla benzer bir karşılaşma ortamı yaratıyor. Bu dar sokak, orta ölçekli bir yapının algılanması için bile az bir mesafeye sahip. Plaza Mayor’dan bir kısmını gösteren hacimli yapı, dar sokağında başları kaldırmaya, biraz öyle bakakalmaya davet ediyor; tıpkı su kemerinin şehrin meydanında bedenimize zaten öğretmiş olduğu gibi. Su kemerinin aktarmış olduğu bu bedensel öğretiyi, katedral de içerisindeki kaburga tonozları ile yeniden anımsatıyor. İspanya’daki son gotik katedral olarak bilinen Segovia Katedrali —la dama de las catedrales (katedrallerin hanımefendisi) olarak da anılmakta—, 16. yüzyılda inşa edilmeye başlanmış ve geç gotiğe ait bir tavır birliğine sahip. Meydandan içerisine doğru ilerlerken, dört-beş katlı yapılaşmalardan bir anda otuz metre yüksekliğindeki tonozlarla buluşuyoruz —aslında çok da yürümeden gerçekleşiyor bu karşılaşma. Artık içerdeyiz. Gotik döneme ait olması sebebiyle taşın yapısal mühendislik açısından sunduğu zorluklar hatırlanıyor, on-yirmi adım öncesinde yer alan dört-beş katlı yapılaşmalar ve dar sokaklar bir spekülatif uzaklık oluveriyor.
PLAY:
Yürümeye devam ettiğimizde, bir kilometrenin sonunda artık Alcazar ile karşılaşıyoruz, ona da yine daracık sokaklar bir cephesinde eşlik ediyor. Katedrale göre nispeten tepe konumda ve mekansal özerkliğini kazanmış durumda. Su kemerinden Alcazar’a giden 1 km’lik yol toplamda 28 metre kot farkına sahip, bu da yürüdüğünüzü hissetmenize yardımcı oluyor. Bu yol üzerindeki çeşitli karşılaşmalardan yukarıda bahsettim fakat esas karşılaşmayı yeraltı-yerüstü karşılaşması olarak niteleyebilirim. Çünkü bu 1 km’lik kıvrımlı ve bir o kadar keyifli kent yolu, esasında 15 km’lik bir mesafeye sahip olan su kemerinin yer altındaki yoluyla çakışıyor. Alcazar’a yaklaşık 500 metre kala yerdeki taşlarla bu izi takip edebilmek mümkün.
PAUSE:
Alcazar ise deneyim olarak katedralle karşılaştırıldığında daha tanıdık bir deneyim sunuyor. Sıkışmış durumda değil, kendi mekansal anlatısını yalın ve özgür bir şekilde sunabiliyor… Bana kalırsa katedral kadar davet edemiyor. Çünkü insan ölçeğine karşı samimi flörtü bizi katedralin kapısına kadar getirmişti ve kendimizi içeriye atmaya on-yirmi adım kalmıştı, diğer bir ifadeyle bizi içeri girmeye mecbur bırakmıştı fakat burada mesafe uzun ve nispeten davetkar değil. Görüyoruz ama değemiyoruz.
Yolculuk bu adil olmayan duyumsama ile son buluyor…
Not: Eğer hava da güneşli ise bu sefer gölgenin sunduğu potansiyellerle tüm bu anlatıma mekanın bir başka sıcak bileşeni olarak ışık ekleniyor… Böylece dokular, keşifler ve kıvrımlar canlandıkça canlanıyor.