Direnen Kentin İnşası

09.05.2025

Bir tasarıma, zihnimizde mekânı işlevsel parçalarına bölerek başlıyoruz: barınma, dolaşım, üretim, tüketim. O işlevlerin kendi aralarında ördüğü ağ, dolaylı olarak kullanıcı öznenin üstünü de örtmeye başlıyor. Mekânın kullanıcısı kim? Üreten kim? Tüketen kim? Kolektif itirazlar, isyanlar son bir aydır bu rasyonel parçalanmayı askıya alıyor. Direniş, işgal ettiği mekânı yeniden kuruyor, işlevinden koparıyor, işlevi yeniden kurguluyor.

Bir aydır, tasarım eğitimimiz boyunca kıyısından da olsa tasarımı hakkında düşündüğümüz tüm mekanları direniş sahnesi olarak yeniden okuma, var olan mekanları dönüştürme ve o mekanlar hakkında düşünme fırsatımız var. Parkların, meydanların, yeşil alanların yalnızca kentin estetiği ve ekolojik dengesi için değil, halkın bir araya gelebilme, “ötekisi” ya da “benzeri” ile karşılaşma için yarattığı imkanlar için de kıymetli olduğunu yeniden hatırladık.

Üniversiteler, kampüsler, adliyeler, okul binaları, sivil mimarinin olağan parçaları artık mücadelenin olağan mekanları. Kolektif bir pratikten; başka türlü bir dolaşım, başka türlü bir işgal ve başka bir türlü örgütlenme izliyoruz. Bu süreçte, tasarımı, işleyişi, kontrol ve izlenme mekanizmalarıyla toplumsallıktan koparılmak için türlü çaba sarfedilen eğitim kurumlarının, baskının değil, baskıyı aşmanın öncül mekanları haline geldiğini görüyoruz.

1.

Tutsaklığın sınırları her zaman fiziksel değil. Bir hareketliliği ya da bir duyguyu zapt etmenin tek yolu duvarlardan, kilitlerden geçmiyor her zaman. Zihnimizin etrafına dizili taşların fiziksel sınırlar aşıldığında çatlayarak, aşınarak değil, devrilerek sarsıldığını gördük. Beyazıt kampüsündeki polis barikatı, yalnızca oradaki fiziksel eşikten ibaret değildi, hepimizin zihninde, bedeninde taşıdığı algıların, kaygıların, kalıpların bir tezahürüydü. Ve aşıldı. Ana kapı önünde, sıradan bir güvenlik önlemi olarak değil, öğrencilerin ve o günden sonra arkalarına dizilecek bir halkın kamusal alanda var olma, kendine bir ifade bulma hakkına fiziksel olarak müdahale eden bir yapısal sembol olarak kurulan barikatın yıkılması, aşılması; mekânın yeniden sahiplenilmesi, özneliğimizin yeniden belirginleşmesi ve hepimizin zihninde yerini kemikleştirmiş “korku duvarının” yıkılmasıydı.

Barikat kurmak da yıkmak da birer mekânsal pratiktir. Ve o kırılma noktası, sadece o noktayı, o üniversiteyi değil, ülkenin tamamını kapsayacak bir dönüşüme işaret etti. Kampüsler, meydanlar, kamusal olarak tarif edebildiğimiz her mekân, yeniden dolaşıma açıldı. Yalnızca bedenlerin değil, fikirlerin, taleplerin ve itirazın dolaşımına. İlerleyen günlerdeki akademik boykot ve düzenlenen alternatif akademi hareketleri mekânı kimin, ne için kullandığı sorgusunu sınırları her daim esneyen, kolektif bir pratik zemine yerleştirdi. Entelektüel üretimin mekânı derslikler, amfiler, kütüphanelerden, kampüs içindeki yeşil alanlara, meydanlara kaydırıldı.

2.

“Bilgiyi üreten kim? tüketen kim?” sorularını mekâna taşıyan üniversitelerdeki boykot ve grev çağrıları, mekânı pasifliğinden sıyırarak, yeniden üretken kıldı. Çünkü grev, bir şey yapmamak değildir, başka türlü bir üretim biçimi önermektir. Ders yapılmayan sınıf, forum alanına dönüştü. Boykot edilen kantinlerin, kafelerin önü kolektif mutfaklara, çayhanelere. Hem bilginin hem herhangi bir tüketim nesnesinin alıştığımız biçimindeki tüketiminin durdurulması, mekânı öznelerinin yeniden tanımlayabilmesi için bir imkân sunmuş oldu. Burada mekânın dönüşümü sadece fiziksel değil, aynı zamanda işlevsel ve ideolojik.

Bilkent kampüsünde kullanılmayan, terk edilmiş, içi boş bir havuz vardı. Yanından geçip gittiğimiz, tasarlandığı işlevin zamanla unutulduğu bir boşluk. Sonra bir şey oldu. O havuz, bir yapının “ne için” kullanılabileceğine dair ön kabulleri kırarak, yepyeni ve öngörülmedik bir işleve kavuştu. Eylem komitesi ve öğrenciler kelimenin tam anlamıyla bir boşluğu doldurdu. Havuz, içine inildiğinde fiziksel formunun da müsaade etmesiyle beraber bir amfi gibi çalışmaya başladı. Forumlar düzenlendi. Sloganlar atıldı, boykot günlerinde çay ve kahve dağıtıldı. Tütün sarma atölyesi düzenlendi. O havuzun içini dolduran bedenler birlikte üretmeye başladı.

Havuz su ile dolu olsaydı, bu mümkün olmayacaktı. Yani “dolu olmak” burada kullanılamaz olmak ile eşanlamlıydı. Boşluk ise bir mekân arayışında olan öğrenciler için bir imkandı. Bu noktada mekânın keskin işlevselliği ile üretken bir özgürleşmeyi mümkün kılmasının çatıştığını gördük. Havuzun bir havuz olarak işlevsizliği, tanımladığı fiziksel mekânı özgürleştirdi. Hiç kimse “burada forum yapılamaz” diyemedi, çünkü orası zaten hiçbir şey olarak tanımlanmıştı. O yüzden her şey olabilir, her şeye dönüşebilir, her şeyin üretimine sahne olabilirdi. Bir ay içerisinde, Bilkent’teki işlevsiz ve unutulmuş bu boşluk, birlikte doldurularak politik bir tahayyülün merkezi haline geldi. Beraber üreterek direnmenin odak noktası.

Bir aydır yaşananlar, bize mekânın nötr bir boşluk değil, iktidar ilişkileriyle örülü bir varlık olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor. O ilişkilerin bozunuma uğratılmasının ancak pratikle, yani orada bulunmakla, sınırlarına müdahale etmekle, içerden dönüştürmekle gerçekleşebileceğini de. Sokakta olmak, kampüsü terk etmek değil, kampüsün sınırlarını büyütmektir artık. Boykot, grev, forum, yürüyüş, hepsi mekânı sadece kullanan değil, yeniden kuran eylemler. Tıpkı barikatı aşmak gibi.

3.

14 Nisan’da, fiziksel eşiklerin toplumsal cephelere dönüşümünün bir örneğini daha izledik. O pazartesi, lise öğrencileri okullarında eylemlere başladı. Çoğu okulun, bina ile “dışarıyı” ayıran bir ya da iki kapısı bulunuyor. Bu doğrudan temas edilebilir eşikler, sembolik anlam üretmek için kullanışlı birer araç haline geldi. İdarelerin ve polisin bu kapıları kapattırması da öğrenci arkadaşlarına destek olmak için gelmiş mezunların o kapıyı açmaları da mücadelenin doğrudan gözlemlenebilir anlam akslarını yeniden çizdi.

Ankara Atatürk Anadolu Lisesi, 14 Nisan © İpek Bengisu Kumaş

Okul kapısı dediğimiz şey, aslında sadece girilip çıkılan bir yeri işaretlemez. Sınırların o yanı ve bu yanı arasında bir kimlik üretir. Hepimize Panopticon’u tekrar hatırlatan bu mekânsal pratik, mücadelenin eğitim çizgisindeki diğer bükülmelerine, sarsıntılarına da alan açtı. Liselerin etrafındaki çitler, okul bahçesinin her köşesini gören kameralar, eğitimin zihinsel sınırlarını da çizmeye başladığında, dayatılan suskunluk mekâna siner. Ama öbür yandan, okul bahçelerinde oturma eyleminden, kentin parklarına taşan lise öğrencileri, üzerlerine kilitlenen demir kapıların arkasına geçmek iradesini, o Pazartesi’den öteye taşıma fırsatını edinirler. Pratikte ortaya konan teorik gerçeklikler, lineer bir zamansallığın ve çizgisel mekânsallığın ötesine geçer. Güvenlileştirme ve otoritenin, tahakkümün arasındaki besleyici ilişkiyi belki o güne kadar fark etmeyen lise öğrencileri, aldıkları eğitimin biçimi hakkında da düşünmeye başlar.

4.

Bir binanın cephesine neden bakarız? Çünkü cephe, bazen sadece dış yüzey değil, kimliktir. Çünkü cephe, bazen bir mimari ifadenin, bazen ise bir toplumsal iddianın yüzüdür. Üzerine asılan bez pankartlardan, flamalardan, yazılardan, bambaşka taleplerin bir araya gelerek bir tür çoğulluk estetiğine dönüştüğü kolektif bir öfkenin, ortak bir tahayyül ve direnişin yüzü, cephesi olan AKM, tarihten bize yeniden seslendi.

Toplumsal mücadele hafızamızda, sadece sanatın değil halkın doğrudan kendini ifadesinin sahnesine dönüşen AKM’nin hafızası yeniden çağrıldı. Sadece yeniden kurulmadı, yeniden giydirildi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesinin düzenlediği “direniş defilesi” tam olarak bunu yaptı. Bir kişi sahneye çıktı, bir performans değildi bu; bir mimari yeniden inşaydı. Giydiği şey, AKM’nin cephesiydi. O karmaşık, çok dilli, çok renkli, çok öfkeli cephe. Beden bir binaya dönüşmüş, hafızamızda varlığını sürdüren bir direnişin çağrısı, sanatsal üretimin bir ürünü olarak bir beden üzerinden bugüne taşınmıştı.

Hemen yanında başka biri, üzerinde bir başka “giydirilmiş cephe.” Ama onun silueti başka bir yapıya benziyordu: Bozdoğan Kemeri. Yani Saraçhane Direnişinin mekânsal omurgası. Bugünün mücadelesinin sinir ucu. Direnişin yeni koordinatı. Böylece iki beden, dolayısıyla iki mekân, iki tarih, “Gezi’ye selam, direnişe devam” diyerek aynı sahnede buluştu. Bu sadece sembolik bir buluşma değildi; bu, mekânın, çağrışım kapsamı derin, kuvvetli bir hafıza aracı olduğunun kolektif ilanıydı.

AKM, geçmişin imgelerinden biri artık. Ama onun yüzü hâlâ konuşuyor. Çünkü o yüz bugünkü pankartlarda, bugünkü forumlarda, bugünkü bedenlerde yaşamaya devam ediyor. Ve bugün, bir başka binanın yüzüne bir başka pankart asıldığında, ya da biri üstüne o pankartları giyip sahneye çıktığında, aslında hep aynı şeyi söylüyoruz:

“Bu da bir cephe. Ve biz buradayız.”

5.

Ve bütün bunların ortasında, bir diğer mekânsal talep yükseldi: Taksim. Türkiye kent tarihinin belki de en yoğun simgesel yüküyle, yasaklandıkça daha fazla arzulanan, orada bulunma talebini, iradesini taşıyan bedenlerde ve seslerde varlığını sürdüren bir meydan. Tam da bu yüzden, Taksim talebi, fiziksel bir işgalden öte, tarihsel bir sürekliliğe katılma, var olan hafızayı sahiplenme, belki o sahiplikten güç alma, bir hakka yeniden kavuşmanın talebi.

Tarihsel süreklilikle beraber, mekânsal bir sürekliliği de dileyenlerin zihinsel aksı, birbirlerine sloganlarla selam gönderen öğrencilerle kampüslere ulaştı. Kamusal varoluşla, mekânsal tahakküme karşı yeniden kullanım pratiklerinin üretilmesi, kentin kendi içinde yarılmasına, o yarıklardan yeni ve bir nevi türetilmiş anlamların sızmasına sebep oldu. Kentin bambaşka yerlerindeki duvarlarda beliren “Diren ODTÜ” yazılamaları, bize hem duvarın sadece katı bir yüzey olmadığını, hem kampüsün sınırlarının kenti içine alacak şekilde genişlediğini, hem de “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganından hatırladığımız bir birleşme çağrısının varlığını bize işaret etti.

25 Nisan, Tunalı Bestekar Sokak © İpek Bengisu Kumaş

6.

Bütün bunların ışığında yeniden söyleyebiliriz ki direnişin mekânsallığı da zamansallığı gibi sabit değil, akışkan. Yeniden kurgulanan “geçici” yapılar, anlam havuzumuzda kalıcı izler bırakacak. Geçici olanın daha esnek, daha özgür ve daha dönüştürücü olabileceğini bilerek, satır aralarından sızan alternatif mekân tahayyüllerinin alan açtığı yeni tartışmaları, tam da bu geçicilik besleyecek. Çünkü bu tahayyüller, sadece estetik ya da işlevsel değil, “Mekânı kimin için, kimle birlikte kuruyoruz? sorusunu tekrar tekrar, kolektif bir (mekânsal) örgütlenme deneyimi içinde sorduran politik ve etik birer pozisyon. Mekânın yeniden, başka şekilde kurulabilir olduğuna dair bir inanç, umut.

Çünkü umut, burada kişisel değil. Tartılan, ölçülebilen bir şey değil; bölüşülen bir şey. Geçici bir süreliğine de olsa, yalnızca mekânı değil, her şeyi kolektif olarak yaratmanın, üretmenin, paylaşmanın, farklı “birlikte olma” biçimlerinin bıraktığı his. Kurduğumuz her geçici yapının, bir gün kalıcı bir dönüşüme öncülük edeceğine dair inanç.

Biz şimdi yeni bir yapı arıyoruz: Sığınmak ile barınmak arasındaki temel farkın aitlik, sahiplik olduğunu bilerek, tanımadığımızla omuz omuza, isimsizle bir ritim içinde, korumak için mücadele ettiğimiz dünyayı cisimleştirebilmenin mekanlarını arıyoruz. Aklın yolunu gün geçtikçe terk eden bir rejimin meşruluğuna güçlü bir itiraz bu arayış. Arundhati Roy’un dediği gibi: “En kederli mekanlarda mutluluk arayarak, etrafımızdaki yaşamın akıl almaz vahşetine ve müstehcen eşitsizliğine hiçbir zaman alışmayarak, asla güce değil, ama kuvvete saygı duyarak”, inşa ederek direnebilmek için.