Bir Binanın Biyografisi: Bana Ait Bir Yer

LEYLA BEKTAŞ

Yazar ve editör olduğu için “eşyaların değil kelimelerin dünyasındayken” kendini evinde hissettiğini düşünürken “Ev huzur içinde hayal kurmaya izin verir” diyen Gaston Bachelard'dan aldığı destekle, “Bir cümleden daha gerçek bir şey” yapmaya karar veren Michael Pollan, “gündelik yaşamın aşınmış yollarından birkaç adım kenarda duran” yazı evini inşa etmeye girişir. İnşa etmeye, Heideggerci perspektifle “varlığında oturtmak”la başlayan Pollan'ın, “inşa etmenin varlığını gerçekleştir[irken]” (Heidegger, 1996) kaleme aldığı Bana Ait Bir Yer, “nasıl yapılır”dan ziyade, “nasıl düşünmek gerekir” sorusuna cevap arar. Evinin bahçesinde okuyup yazmak, hayal kurmak için başladığı kendi barınağını kurma hikayesi, okumayı, düşünmeyi, öğrenmeyi, tartışmayı, inşa etmeyi, dene(yimle)meyi içerir. Benliğiyle, yerle ve işin kendisiyle girdiği bu keşif yaklaşık iki buçuk yıl sürer.

İnşaatın yer seçiminden hayaldeki evin kağıda aktarımına, binanın pabuçlarına, iskeletine, çatısına ve pencerelerine ve hatta son noktada penceresinin önüne yerleştirdiği çalışma masasının ahşabının seçimine dek inşa sürecinin her anına katılan Pollan, bir kuşun yuvasını ot saplarını göğsüyle bastırarak inşa etmesi ve bundan duyduğu acıyla orayı kendine ev kılmasına (Bachelard, 2008) benzer bir yol izler. Hayatında dilbilgisi kurallarının sahip olduğu ağırlığı geometri kurallarına geçirdiği bir sayfa açtığı, Hannah Arendt'in tabiriyle “maddi dünyanın 'manzara, ses ve kokuları'na daha yakın” olduğu bir döneme başlayan yazar, okunmak için değil, deneyimlenmek için bir bina inşa eder: “Hikayesinin sadece bir bölümü kağıt üzerinde anlatılabilecek, geri kalanı ise ahşabın içinde kalacak” bir bina... Bu yolculuğunda Pollan'a Frank Lloyd Wright, Peter Eisenman, Christopher Alexander, Le Corbusier, Robert Venturi gibi pek çok mimar, mimarlık ve kent kuramcısı da eşlik eder.

Kendine ait bir yer yaparken aynı zamanda evin inşa edileceği yerin, içinde bulunduğu doğadan aidiyetler de muhafaza etmesini önemser ve inşa ettiği kulübenin içinden çıktığı ormanı hatırlatması için çabalar. Kulübe, “yerel beyaz karıncalardan, bakterilerden ve eski binanın altındaki orman tabanında oluşmakta olan koyu renkli komposttan, bu topraktaki tüm büyüme ve çürüme döngülerinden, yaşam azminden ve de ölümden” izler taşımalıdır. Bu mekan yaklaşımı, bugünün kentlerine karşı taşıdığımız endişe ve eleştirilere de gönderme yapar. Birbirinin aynı yapılanmaların kimliksizleştirdiği bölgelerin anlamsız/uyumsuz bir aradalığı haline gelen kentler, çoğunlukla betondan, çelikten ve camdan izler taşır. “Kendi arazilerine birer yabancı gibi çökmüş” binaların birbirilerini ezerek yükselişi, kentin dokusunu, rengini, kokusunu hiçe sayışı karşısında Pollan'ın mimar arkadaşı Charlie'nin, “[s]enin alanının özelliği kayalar ... Beton burada yabancı bir madde, şehirli ve ithal bir şey gibi durur” uyarısı, yaşadığımız mekanlardan ne derece yabancılaştığımızı1 naif bir şekilde hatırlatır.

İKAMETİN TASARIMA ÜSTÜNLÜĞÜ
Bana Ait Bir Yer, -belki de farkında olmadan- Henri Lefebvre'in Kentsel Devrim'de (2013) yaşam alanı (habitat) ile mesken (habiter) arasında yaptığı ayrımı, mesken lehine somutlar. İnsanı yeme, uyuma, üreme gibi birkaç temel eylemle sınırlayan ideolojik bir kavram olan yaşam alanına2 karşılık, kazanılan alışkanlıkları ve gündelik yaşam pratiklerini de içeren meskendir Pollan'ın inşa etmek için uğraştığı. Hölderlin'in “İnsan şair olarak yaşar” sözünü açarak ilerleyen Lefebvre3 insanın “doğasıyla ve kendi doğasıyla, ‘varlık’la ve kendi varlığıyla olan ilişkisinin meskende var olduğu, orada gerçekleşip orada okunduğu”nu öne sürerken, Pollan da Christopher Alexander'ın, “[b]inalarla ilgilenenler bir yerin canının ve ruhunun sadece fiziksel çevreye değil orada deneyimlediğimiz olayların örüntüsüne de bağlı olduğunu unutuyorlar” uyarısını paylaşır. J. B. Jakson da yerlerin tasarımına eğilirken, zaman hissiyatını, ritüel hissiyatını hafife almamak gerektiği, ikametin her seferinde tasarımı ezip geçeceği yönündeki saptamasını paylaşır. Lefebvre'in meskeni, Bachelard'da ev olarak karşılığını bulur. Bachelard (2008), insanın ve evin, evin ve evrenin dinamik birlikteliği içinde, evin geometrik yapısına yapılan vurguların, onun fiziksel örüntülerinin önemini yitirdiğini, oturulan uzamın geometrik uzamı aştığını kaydeder. Eve giderken kullandığımız yoldan, baharda yapraklanan ağacın dalları arasından sızan ışığın uyandırdığı hisse salonda koltuğumuzu yerleştirdiğimiz köşeye, koltuğun dokusuna, kendimizle evin hangi köşesinde baş başa kalmak istediğimize dek pek çok alışkanlık, pek çok rutindir evi bizim evimiz kılan. Gündelik hayatın ayrıntıları tarafından her seferinde yeniden kurulan mekan, temel eylemlerle sınırlanmayacak derecede girift ilişkiler yumağı, çok katmanlı bir düzlemdir. Bu anlamda Bana Ait Bir Yer, evin/ oturmanın “kullanım bağıntısına indirgendiği ilerici mimarlık kuramları”na (Heidegger, 1996) da bir eleştiri niteliği taşır.

Kulübesini inşa ederken pratikte karşılaştığı sorunları, yaptığı seçimleri (örneğin neden balon iskelet yerine kalası tercih ettiklerini)4, inşaat teknolojisindeki değişimin insan grupları üzerindeki etkisini ele alan, mimar-inşaatçı sürtüşmesinin ortasında kalan Pollan, bir anlamda tasarlamakla alanda olmak, çizmekle yapmak arasındaki ortaklaşım ve gerilimlere değinir. Elleriyle inşa ettiklerinin insanı bir yandan doğaya ve kendi doğasına yabancılaştırdığını, diğer yandan ise bir kudrete işaret ettiğine vurgu yapar:
“... inşaat, iyi ya da kötü anlamda, bir şekilde kendimizi doğal düzene yabancılaştırmaktı. Ağaçların kesilmesi bunun önemli bir parçasıydı. Ama bundan da önce, Adem'in cennette hiç ihtiyaç duymadığı barınak ihtiyacı geliyordu. Adem'le Havva'nın utanç yüzünden giymek durumunda kaldığı kıyafetler gibi, ev de insanlığımızın çıkmayan lekesi, hem hayvanlar hem de meleklerle aramızdaki farktı. Hem zayıflık hem de gücümüzün işaretiydi. Çünkü barınak yapma ihtiyacının işaret ettiği yanılma payının yanında bir de tüm bunların, göklere ulaşmanın, yeryüzünü değiştirmenin arsızlığı vardı. Babil'den itibaren inşaat yapmak Tanrı'ya hakaret riski taşımaya başlamıştı çünkü bu O'nun yaratıcı güçlerinin gasp edilmesiydi ve kibirli bir eylemdi. Ama aynı zamanda şuydu: Ellerinin yaptığı şeye bak!” Bu anlatı, “değer verdiğimiz ve doğada yeri ve işlevi olmayan tüm şeyleri; kitapları, sohbetleri ve evlilikleri barındırmak için doğadan bir mekan parçası gasp etme” anlamına gelen mimarinin ortaya çıkışının da izlerini taşır.

CAMIN ŞEFFAFLIĞI, ERİŞİLMEZLİĞİ ARTIRIYOR
Bana Ait Bir Yer'de anlatının dikkate değer bir kısmı modern mimarinin merkezine yerleşen camın orantısız kullanımı ve şeffaflık takıntısına ayrılır. Mekanın “dışında” olanı görüntünün içine alan, hareketli görüntülerden oluşan duvarlar tarafından tanımlanan bir mekan üreten modern mimari, pencereyi duvardaki bir delik olmaktan öteye taşır ve duvarı ele geçiren bir öğeye dönüştürür (Colomina, 2011). Modern mimaride bakış merkeze yerleştirilirken, mahremiyet ve kamusallık arasındaki çizginin muğlaklığı tedirginlik yaratır. Gözün, bakışın diğer duyuların önüne geçişi dönemin hakim eğilimleriyle elbette bağlantılıdır. Ancak Pollan'a göre bu koca camların ardından dünyaya bakmak, beklenen tatmini vermekten bir hayli uzak: “... koku alma, dokunma ve duyma duyularının vereceği ek bilgiler olmadan, bir cam tabakasının arkasından algılanan dünya, oldukça ve endişe verecek şekilde erişilmez görünebiliyordu. Buradan görülen dünya ahşap ya da taştan bir duvarın ardındaki dünyadan daha erişilmezdi; çünkü belki de camın vaat ettiği şeffaflık malzemenin tatmin etmeyi başaramadığı duyusal beklentiler yaratıyordu.” Bu yolla evin içerisine taşınan doğayı “bir kaidenin üzerine yerleştirmek, onunla mesafeli bir ilişki kurmak ve onu estetik bir nesne, bir 'resim' olarak görmek demektir.” Halbuki mekan deneyimi “hafıza ve çağrışımın sayısız diğer iplikleri”ni de işe koşar: “... çünkü odada yaşadığım deneyim sadece gözlerle edinilmiş değildi. Tabii ki manzara çok önemli ve en kolay tarif edilebilir parçasıydı. Ama mekan deneyimi, en azından omurlarla da, etrafımızdaki duvarları karanlıkta bile algılamamızı sağlayan kedi bıyığı benzeri hissiyat her neyse onunla da edinilmişti. Gözlerim sımsıkı kapalıyken bile bu mekan kısıtlaması ve ardından gelen bu ani serbestleşmeyi hissedebileceğimi, beyin sapımın gelen duyu verilerini hayvani bir matematikle işleyeceğini, havanın özelliklerindeki küçük ama algılanabilir değişiklikleri, sıcaklık ve akustiğindeki hafif oynamaları ve hatta etrafımdaki farklı ahşapların değişen kokularını ölçtüğünü biliyordum.”

İnşa sürecinin her anına dahil olan Michael Pollan, son adımda çalışma masasını, önüne yerleştireceği pencereden görünen ve arazide en çok bulunan dişbudak ağacından yaparak yerine yerleştirir. Metin boyunca, nötr koordinatları olan Kartezyen bir ızgara üzerinde yaşamadığımızı hatırlatmaya çalışan Pollan, “Bedenlerimiz mekana bundan çok farklı bir dizi koordinat veriyor ve bu koordinatlar sırf öznel oldukları için daha az gerçek değiller” uyarısı yapar. Üzerine tam oturan kulübesinin önündeki yerine oturduğunda, en sevdiği kazağını ya da çoraplarını giymiş gibi bir hisse kapılan Pollan için geriye tek bir şey kalmıştır: “[H]erhangi bir ormanın içinde olup ışıkları yanan” yazı evinin içerisine girerek “yaşanmakta olan bir hikaye”nin kahramanı olmak.

KAYNAKLAR
-Bachelard, G. (2008). Uzamın Poetikası. A. Tümertekin (Çev.). İstanbul: İthaki Yayınları
-Colomina, B. Mahremiyet ve Kamusallık: Kitle İletişim Aracı Olarak Modern Mimari. A. U. Kılıç (Çev.). İstanbul: Metis Yayınları
-Heidegger, M. (1996). Kentin Felsefesi. Cogito. 8. 67-70 -Lefebvre, H. (2013). Kentsel Devrim. S. Sezer (Çev.). İstanbul: Yordam Kitap
-Pollan, M. (2015). Bana Ait Bir Yer: Hayallerin Mimarisi. İ. Urkun Kelso (Çev.). İstanbul: Sinek Sekiz Yayınevi

NOTLAR
1 Pollan, “[i]stediğiniz kadar deneyin; hiçbir bina yapıldığı malzemenin ötesine geçemez” der (s. 229). Bu uyarı, benzer gündelik deneyimleri dayatan binaların da benzer malzemelerden inşa edildiklerini hatırlatıyor gibi.
2 Lefebvre, insan ile “dünya, ‘doğa’ ve kendi doğası (arzuları, kendi bedeni) arasındaki ilişkinin bu denli bir sefalete girmesinin yaşam alanı ve sözde ‘kentsel’ rasyonalitenin hakimiyetinden başka bir nedeni olmadığı”nı savunur (2013, s. 80).
3 Lefebvre, insana şair olarak yaşama imkanı bağışlanmazsa, onu kendi tarzıyla imal edeceğini, “en gülünç gündelik yaşam”ın bile “kendiliğinden bir şiir ve bir büyüklük izi” taşıdığını belirtir (2013, s. 80).
4 Balon iskelete göre daha yerleşik bir peyzaj yaratan kalas iskelet, bir anlamda peyzaj tarafından da yaratılmaktaydı ve kulübenin arazide sabit kalma niyetini ortaya koyuyordu” (s. 181). Böylece, Pollan'ın mekana sabitlenme isteğine yanıt veriyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: