“Görünmez Kentler”i Yeniden Ziyaret

LEVENT ŞENTÜRK

-Altuğ Işığan için-

görünmez kentler, pentilesia kenti,volkan avşar, elma alic
görünmez kentler'deki pentilesia kentinden görüntüler; görseller: volkan avşar, elma alic

“... patafizik özellikle tikelin bilimi olarak kalır. Patafizik, istisnaları yöneten yasaları inceler ve bu evrene ek evreni açıklar; ya da geleneksel evrenin yerine görülebilecek, hatta görülmesi gereken bir evreni daha az tutkuyla tarih eder: Geleneksel evrene dair keşfedildiği sanılan yasalar da istisnaların bağlantıları olduğundan, bu istisnalar da daha sık görülmekle birlikte her koşulda rastlantısal olgular olduğundan, daha az istisnai istisnalara indirgenebilseler bile, tekillik özelliği taşımazlar. Tanım: Patafizik hayali çözümler bilimidir; potansiyel olarak tanımlanmış nesnelerin özelliklerini, taslak görüntülere sembolik olarak atfeder.”
Alfed Jarry

“[Kubilay Han] artık Marco’nun anlattığı kentlerden özgürce yola çıkıyor, kenti parça parça söktükten sonra terkibini yeniden ayarlayarak parçaların konumunu ve duruşunu değiştirip başka türlü yeniden kuruyordu. ...öğeleri, onları birbirine bağlayan bir mantık olmaksızın bir iç kuraldan, bir perspektif, bir hikayeden yoksun bir şekilde yığılmış kentleri, düşlenebilir kentlerin sayısından düşmek gerekir.” (87: III Giriş intermezzo.) “Gene de bütün olası kentleri çıkarabileceğim bir model-kent yarattım ben kafamda” dedi Kubilay. ...Ama belli bir noktanın ötesinde zorlayamam bu işlemi.” (113: IV Çıkış intermezzo) “Eğer her kent bir satranç partisiyse...” (163: VIII Giriş intermezzo.) “Bazen bir yığın farklılık ve uyumsuzluğun gerisinde yatan tutarlı ve uyumlu bir sistemin varlığını keşfedecekmiş gibi geliyordu.” (164) “...her partinin sonsuz alternatiflerinin yarattığı resim...” (164) “işaretleri bir araya getirerek kusursuz kenti parça parça kuracağımı düşünürüm.” (203: IX. Çıkış intermezzo)
Italo Calvino

Raymond Roussel’in, 1933’teki intiharından kısa süre önce yazıldığı için bir tür vasiyetname niteliği taşıdığı da söylenen “Bazı Kitaplarımı Nasıl Yazdım?” metni, yazarın kitaplarına giren kimi şiirsel imgelerin, hangi karmaşık, düşsel çağrışım patikalarından geçerek evrildiğinin anlatıldığı, hem oldukça karmaşık ve baş döndürücü hem de 1933’te yazılmış olmasına rağmen bugün bile imgeleminin volkanik gücü nedeniyle pek çok bakımdan zamanımızın ötesinde olduğu söylenebilecek esrarengiz bir metin. (Bu metne, neredeyse otuz yıl önce Gergedan dergisi, Ağustos 1987 tarihli altıncı sayısında, Sürrealizm Özel Sayısı kapsamında Zeynep Küpüşoğlu çevirisiyle yer vermiştir. Güncel basımı için bkz: Kült Yayınları)

Metinde sanatını icra edişiyle ilgili temel teknik bilgiler verir Roussel: Bir sözcüğü iki farklı anlamıyla alır, metin bir anlamdan hareketine başlar ve tümden başka bir anlama varıncaya oldukça incelikli bir başkalaşım süreci izler. Böylece bir sözcüğün birbiriyle tümüyle ilişkisiz başka sözlük anlamları arasında, yazarın nasıl bir metin dokuduğuna şahit olunur. Gerçeküstücülerin buna benzer yöntemleri daha sonra Oulipo’cuları da etkilemiş, sayısız oyuncul anlam üretme teknikleri geliştirmelerine ilham vermiştir.

Sözgelimi Georges Perec’e: Önceli Roussel’dan çok daha ötelere taşıdığı metin üretim tekniklerinin doruğunu, “Yaşam Kullanma Kılavuzu”nda öylesine dehşet verici bir karmaşıklıkta uygulamıştır ki, sadece bu romanın nasıl yazıldığını anlamak için bile, bir yüksek lisans tezi düzeyinde ön çalışma yapmak gerekir. (Bu konuda “Saklambaç Oynayan Çocuk” adlı yazımda, bu işe girişen bir kaynağa işaret etmiştim. Meraklısı, Perec üzerine devasa bir biyografiye imza atan David Bellos’un “Mathematics, Poetry, Fiction: The Adventure of the Oulipo” adlı makalesini okuyabilir. [2010, BSHM Bulletin, Cilt 25, 104-118, Taylor & Francis])

Edebiyattaki mekansal mekanizmalar, kimi kere öylesine kapsamlı ve oyuncul hale gelir ki, matematikçilerin de kafa patlatmasına yol açar. Sözgelimi Jorge Louis Borges’in “Babil Kütüphanesi” öyküsü tam böyle bir demir leblebi metindir. William Goldbloom Bloch, bu konuda bir kitap yazmıştır: “The Unimaginable Mathematics of Borges’ Library of Babel.” (Borges’in Babil Kütüphanesi’nin Akıl almaz Matematiği. 2008. NY: Oxford University Press) Yazar bu eserde, Borges’in kısa ve çoğu kere ayrıntılandırılmamış betimlemelerinden yola çıkarak iz sürer; kütüphanenin kurucu hücresinin biçiminden makro formuna varmaya çalışır. Kütüphanenin bir kitabıyla ilgili öyküde verilen bir ayrıntının peşine takılarak, bu kitaplıkta kaç cilt bulunması gerektiğini ve tüm kitapların ne kadar yer kapladığını hesaplamaya girişir. Sonuçlar dehşet vericidir: Borges’in Babil Kütüphanesi’ni mevcut evrene sığdırmak bile olanaksızdır. (Bu konuda yazdığım yazı için bkz: Kırtıpil. 2015/1. Birkaç aylık ücretsiz edebiyat dergisi. 6.sayı, 9-27. İstanbul: Altus Basım)

Çoğul, doğurgan, bitimsiz, ufku kat eden metin üretimleri kuşkusuz Perec ya da Borges ile sınırlı değil. Sözgelimi Giorgio Manganelli’nin yüz mikro romandan oluşan “Centuria, Yüz Küçük Irmak Roman” adlı eseri, bunların en ünlülerinden biridir. Manganelli, 333 kelimeden oluşan 100 bölümde, yazılabilecek 100 romanın şemasını verir; bir tür yazınsal alıştırmadır ama Manganelli, Oulipo’culardan biri değildir.

Belki bitimsiz kitap olgusunun en ünlü eseri, 10 üzeri 14 şiirden oluşan devasa içeriğiyle tüm zamanların en çok tozu dumana katan evrensel yapıt, Raymond Queneau’nun “Yüz Trilyon Şiir”idir. Queneau, Le Lionnais ile birlikte, Oulipo’nun kurucusudur. Onar dizelik on dört sone yazmış, sonra her dizeyi şerit şerit, kitabın cildinden ayrılmayacak şekilde kesmiştir. Sonuç, her şeridi başka şeritlerle ilişkilenebilen, böylelikle permütatif bir sonsuzluğa yaklaşan bir şiir kitabıdır. Lime lime bir kitaptır bu ama bu kuir bir haldir aynı zamanda: Bu eser, gerek yazar, gerek okur, gerekse metin bağlamındaki bildik sınırları tümüyle yerinden edişiyle çığır açıcıdır. Öyle geniş bir kitaptır ki, bu metnin yazarı kimdir? Queneau mu? Bir bakıma evet, bir bakıma hayır; çünkü eserine “hakim” değildir. Ya okur? Bu eseri baştan uca kat edebilecek bir okur var mıdır? Bir bilgisayar, belki. Ama bir insanın elbette bütün bu şiirleri okumaya ömrü vefa etmeyecektir; tıpkı Borges’in Babil Kütüphanesi’ni kat etmeye, içinde yaşayan hiçbir kütüphanecinin ömrünün yetmeyeceği gibi. Ya metin? Kitabın sınırlarını yazar ya da okur belirleyemiyor ve dahası onun ne olduğunu bilmiyorsa, metin nedir, kimin ürünüdür, birinin ürünü olması gerekir mi, üretim ve tüketim koşullarının sınırlarını ne belirler? Bu gibi soruların kolay yanıtları bulunamaz, ortada “Yüz Trilyon Şiir” gibi bir ucube mevcut olduğu sürece... İşte kitabın mimarisinin kuir eşiği!

Bu girişin ardından, Calvino’ya ve “Görünmez Kentler” kitabına geliyorum: İşin açığı, okuduktan neredeyse çeyrek asır sonra, bu kitabı bir bitirme projesi kapsamında yeniden ziyaret etmeye kalkıştığımda, Altuğ Işığan’ın kitapla ilgili çalışma notlarını içeren defterini görmüş olsaydım, utanarak vazgeçerdim herhalde. Işığan, psikanaliz, Lacan, Marco Polo, Coleridge bağlamında, oyun teorisini de merkezde tutarak Görünmez Kentler’in kökenlerine dair titiz ve kapsamlı bir çalışma yürütmüş; kendi alanında bu kapsam ve derinlikte başka bir çalışma henüz yok bildiğim kadarıyla. (Işığan’ın konuya giriş niteliğindeki bloğu “thirdmanifestation.wordpress” ziyaret edilebilir.) 2016 Bahar döneminde Elma Alic ve Volkan Avşar’la beraber bitirme projesinde çalışmaya karar verdiğimde, Pomi’nin (Potansiyel Mimarlık İşliği) 2002’den beri süregelen deneyci serüveninde hep hayal ettiğim işe yaklaşabileceğimi hissetmiştim: Saf bir Oulipo'cu girişimde bulunmak...

Görünmez Kentler, mimarlık eğitiminde en çok başvurulan kitapların başında geliyor; ne zaman yaratıcı düş gücünün fitilini ateşleyecek bir kaynak aransa, Görünmez Kentler imdada yetişir. Mimarlık okulları bağlamında oldukça kanıksanmış bir birinci sınıflar temel tasarım ya da tasarıma giriş dersi materyalidir Calvino’nun başeseri; durup durup öğrencilere bu kitap aldırtılır, okutulur; sonra çeşitli kentlerin maketleri yaptırtılır. Ardından maketler üzerine jüriler yapılır; neyi yaptın, nasıl yaptın, birbiri ardına yorgun sorular ve cevaplar... Bu egzersizlerin değişmez kuralı, kitabın her seferinde bir kez daha ıskalanmasıdır. Mimarlar olarak, her zamanki gibi, bütün iyi niyetimizle bitmek bilmeyen yeni cinayetler işlemeye devam ederiz ve öğrencileri de bu cürme ortak ederiz.

Kuşkusuz edebiyatla mimarlık arasında bağ kurmanın yararsız olduğunu savlamıyorum, tam tersine. Sorun, yöntemli, bu yüzden de acılı bir sürecin göze alınıp alınmadığıdır daha çok. Görünmez Kentler sadece bizde değil dünya okullarında da popüler olmaya devam ediyor; bir kere elli beş kentin anlatıldığı pasajlar oldukça kısa, bu da mimarların işine gelen bir şey. Pasajlar kısa olunca, mimarlar kısa metinleri, nicelikleri oranında kolay kavranır ve işlenebilir saymak gibi bir saflığın içine kolayca düşebiliyor. Onlar ki, “less is more”u dillerinden düşürmezler; kendi alanlarında az sayıda araçla tasarım yapmanın bilgelik gerektirdiği üzerine tiratlar atmaya hazır beklerler. Ama trajedi ortada: Felsefi derinliği ve diyagramatik yetkinliği bakımından Işığan’ınki türünden kışkırtıcı ve yaratıcılık dozu yüksek bir çözümleme ne yazık ki mimarlardan gelmemiştir; bunun için sosyal bilimler, edebiyat, sinema, psikanaliz, felsefe gibi birçok ilginin kavşağında bulunmak ne yazık ki olmasa olmaz görünüyor. Görünmez Kentler’in mimarlık eğitiminde heder edilmesinin örneklerine bakarken, rastladığımız şey çoğunlukla kentlerin teker teker ele alındığı görselleştirmelerdir. Bu da akla, patafizik biliminin tanımını getirmekte: Yukarıda, Alfred Jarry’nin daha 20. yüzyılın başlarında, kaynayan imgeleminin lavlarından fışkırmış patafiziğe ilişkin müthiş yenilikçi düşüncelerine, bugünün dijital olanaklarına rağmen, yeterince yakın mıyız? Tikelin bilimini nasıl yapabiliriz? Geleneksel evrende konumlanmadığını daha adından bildiğimiz bu kentleri, nasıl olup da görünmezliklerine halel getirmeden mimarlık bakımından kavrayabilir, açıklayabilir, çözümleyebilir, dönüştürebilir, yeniden var edebiliriz? Görünmez Kentler’in her biri, potansiyel olarak tanımlanmış nesnelerse, onların bu virtüel yanını, sıradan dünyanın hayhuyuna kurban etmeden nasıl dile getirebiliriz? Onların taslak görünümlerine erişmek için mimarlığın en temel araçlarına sımsıkı tutunmaktan vazgeçmeye, boşluğa düşmeye hazır mıyız?

Calvino’nun Görünmez Kentler’inin düşünsel, kavramsal, mekansal yanıyla yüzleşmek için, ilk yapılacak iş, likantropinin alanına girer gibi, ışığa çıkartmaya yönelik tüm araçlarımızı geride bırakmaya hazır olmaktır: Gece yaratıklarının dünyasına projektörlerle girer yahut vampirleri güneş ışığı altında incelemek isterseniz, tek elde edeceğiniz toz ve küldür.

Volkan ve Elma ile beraber, atölye sürecinin başından itibaren, Diomira’dan Berenice’ye elli beş kenti ve onları dokuz bölüm boyunca birbirine bağlayıp birbirinden ayıran on sekiz intermezzo’yu dikkatle kat ederken, her bölümdeki her imgeyi, her göstergeyi, her ismi ve betimlemeyi ayrıştıracak biçimde, metni atomize etmeye giriştik. Kentlerin yazar tarafından yanıltıcı biçimde on alt gruba bölünmüş olmasına aldırmadık. Genellemeler ve çerçeveler en başından itibaren kaçınacağımız tuzaklardı bu çok-bilinmeyenli bulmaca karşısında. Calvino güçlü fiziksel verileri cömertçe metnine dağıtan bir yazar; bu nedenle de ilk baştaki ikonolojik çalışmanın ilerlemesinde herhangi bir zorlukla karşılaşmadık: Nicelik dışında. Her bölümden kelimeler, yerler, nesneler, kişiler bulmaca parçaları gibi sökün ederken, tekrar eden unsurlar da kendini gösterdi. Her bölümden belli sayıda sembol geldi; 2000’i geçkin veri. Her sözcüğün, kavramın, ya da imgesel betim parçasının bir sembolle karşılanması bu aşamanın temel hedefiydi: Metinden ve sözcüklerin büyüsünden hızla uzaklaşmak ve grafik bir evrende yeniden kitabın parçalarını üretmek. Her sözcüğün, bir tür komuta, belli türden bir talimat biçimine dönüşmesini hedefledik bu süreçte; kadim sembollerin alanından güncel yazılım ikonolojisine geniş bir görsel evren uzanıyordu önümüzde. Seçimler kuşkusuz keyfi ve sınırlıydı; sembollerin çokluğunu kuşatmak temel meseleydi; dilsel bir tutarlık oluşturmak gibi bir hedef olmadı.

Nihayetinde, “Diomira”yı (ve tüm diğerlerini) yeniden üretirken elimizde belli sayıda karttan oluşan bir deste vardı. Kitabın (55 + 18 = 73) bölümü için 73 deste ikon. Tüm bunlar numaralanıp kodlandı; kitaptaki konumlarıyla ilişkilerini kaybetmemek için belli bir sistematiğe göre kataloglandı. Sonuç: Küçük bir kutu dolusu kart. Hızlı bir ayıklamayla, kart sayısını üçte bir azaltıp, oyun için daha işlevsel bir toplama indirgedik.

Bundan sonrası, tümüyle Raymond Roussel’vari açıklamalardan oluşuyor elbette. Özetlemek gerekirse, Görünmez Kentler’i, patafizik tikelliği içinde, anlık bir görünüm olarak düşlemek isteyen birinin, bu işi bitimsizce, her seferinde başka sonuçlar alabilecek biçimde yapabilmesi için, Raymond Queneau’nun “Yüz Trilyon Şiir” kitabındakine benzer biçimde ama bunun mimari karşılığı olan bir düzenek geliştirmeyi hedefledik. Temel hedefimiz, kentleri teker teker değil, bütünlüğü içinde, bir seferde ortaya çıkartabilecek makro bir coğrafya ortaya sermekti. Birbirine komşu kentler, belli bir eterin içinde yüzen bölgeler; nihayet birbirinden uzak kentler. Ancak bu evrenin tasarlanmasında da bir açmaz vardır: Çünkü mimari betim araçlarımız, yassıltmaya dayanır. Bir pafta üzerindeki mesafeleri evrensel mesafeler gibi algılar ve kabulleniriz. Öyle ki, paftanın bir ucundaki çizim, öteki ucundakinden uzaktadır: Oysa patafizik tikellik bağlamında bunun sadece bir genelleşmiş istisna olması beklenmeliydi. Bir tablodaki anlam evreninin tersine, bir mimari paftada ölçek mutlak bir hükmedici olmaya yeltenir; uzamı denetler. Oulipo'cular, bu sorunu silindirlerle aşmıştır. Bir metinde de başlangıç ve son vardır; yatay ve düşey vektörellik içinde metinler belli bir çizgi boyu takip edilecek biçimde kodlanır. Oysa silindirler bu ilkeyi basit biçimde belirsizleştirir. Bir paftayı, kenarları bitişecek şekilde yatayda büktüğünüzde, en uzak noktayla en yakın nokta bitişir. Öyle ki, uzamın bütününde başlangıç ve son tümden saymaca olup çıkar. Tıpkı küre üzerinde bir noktanın ötekine mesafesinde, eğriliğin devreye girmesinde olduğu gibi. Tüm noktalar küre üzerinde izografiktir, eşdeğerlidir; yassı dünyadakine benzer anlam üretimlerinden uzaktırlar.

Aynı nedenle, bir Görünmez Kentler topoğrafyasının ya da evreninin, silindirik/küresel bir mantığa tabi olabileceğini varsaydık ve bu evrenin (daha iyisini bulana kadar) möbiüs şeridi gibi tasarlanmasına karar verdik. Möbius şeridi, çizgisellikle beraber eğriselliği, döngüselliği ve iç-dış ayrımsızlığını aynı anda sağlayabilen büyüsel bir topoğrafya sunuyordu. Işığan, bu ilkeyi garip bir biçimde haklı çıkartan bir örneklemeyle, Lacan’cı bir bilinç/bilinçdışı şeması önermiştir. Möbius şeridi, kentlerin şerit üzerinde arkalı önlü konumlanmalarında derinlik ve yüksekliğin tersyüz edilebilir olmasını sağlayan ikiyüzlülüğüyle de son kertede oyuncul görünüyor. Bir kentin çukuru, arka yüzündekinin tepesi olabilecektir, vs.

Görünmez Kentler ikonolojisinin kart destelerine sahipseniz, Fluxus’cul bir uçarılıkla, kendi oyununuzu kurabilirsiniz. Önce kutudan bir deste kart alın; bu deste, kurmak istediğiniz kentle eşleşecektir. Kartları karın. Sonra ters olarak, beşli satırlar halinde masaya dizin. Kartları açın. Sonra kartları devre dışı bırakacak şekilde, 5 farklı renkteki plastik küpleri yerleştirme işlemi başlayabilir. Her küp, bir karta karşılıktır; Mavi, kırmızı, sarı, yeşil ve beyaz renklerde. Maviler, kartlardaki coğrafya, doğa, dünya, zaman, yer ikonlarını karşılar. Kırmızı, insan ve hayvan ikonlarını karşılar. Sarı, kent içindir. Yeşil, mimariye karşılık gelir. Beyaz ise kavram ve betimlemeler içindir. Kartların üzerine uygun renkteki küpleri dizin. Küplerin üzerine, kartların numarasını yazmayı unutmayın. Kartları alın, küpleri de düzeni bozmadan bitiştirin. Küpleri, karelenmiş bir kağıda aktarmak en rahat çözüm olur. Bu aşamada, “Calvino Satrancı” kurallarını uygulamanız gerekmektedir.

Buna göre, her rengin belli bir hareket mantığı vardır: Sözgelimi, mavi küp, üç joker mavi çağırır ve maviler birbirine komşu olmak durumundadır. Mavi doğaya denk geldiğinden, topoğrafyanın sürekliliği uyarınca bu makul bir oyun yasasıdır. Kırmızıyı kale gibi düşünebiliriz ve yatayda ve düşeyde birer birimi bir kare kadar öteler. Sarı, kent gibi, etrafındaki kareleri doldurur ve çekim yaratır. Yeşil, bir kenarından bir seferliğine üçüncü boyutta herhangi bir tarafa yuvarlanabilir, yer değiştirir. Beyazlar satrançtaki atın hareketini yapar. Son kural, yeşil hiçbir küpün yerde kalmaması, üste çıkarılmasıdır. Böylece, kart sayısı kadar büyük bir kentin ana morfolojisi belirir.

Her küpün, 24 x 24 x 24 m’lik bir kentsel büyüklüğe tekabül ettiği varsayımıyla, kentin ana formu istendiği gibi işlenir; bu sadece verili bir boşluktur; her küpe karşılık gelen kağıt yeniden bulunur ve üzerinde yazan sözcüklere ve(ya) çizili komut/sembole göre, tasarıma geçilebilir. Bu işlemin, arkaik düzeyde yapılması, temel ve basit düzlemde kalınması en iyi sonuçları verecektir; bitmiş, işlenmiş mimari unsurların devreye girmeye başlaması, oyunun gücünü yanlış yöne kaydırarak Görünür Kentler’e yakınsamamıza neden olabilir. Oluşan kentlerin birbirine bitişmesini sağlayacak ilke, planda birer karelik bir “eter” zonunun çepeçevre eşik olarak bırakılmasıdır. Her kentin adının bulunduğu bir kentler destesi de vardır. Bunlar bulunur ve üçerli sıralar halinde masaya dizilir. Her kart bir kez herhangi bir yönde yer değiştirir. Böylece kent grubunun biçimi oluşur. Kentlerin etrafındaki “eter” bölgelerine, ilgili bölümün intermezzo kartları istendiği biçimde ve sayıda paylaştırılır. Beşli ve onlu bölümlerin haritadaki konumlarını belirlemede yine bir başka kart destesi kullanılır; toplam 9 kart vardır. Bunlar iki adım atarak yer değiştirir.

Tüm kurgu anlık olmasına rağmen, kartların konumu bir kez saptandıktan sonra, istendiği kadar inceltilip mimari ölçekte işlenebilir: Constant’ın Yeni Babil’i, Libeskind’in Mikromega’ları, Superstudio’nun tasarımları, Koolhaas’ın New York betimleri, Perry Culper’ın görsel dili ve daha birçok başkaları, bu dağarcığın kurulmasında birer giriş biletidir sadece; İster devasa bir aksonometrik pafta biçiminde hayal edelim bu virtüel topoğrafyayı, ister dijital mecrada oyun gibi kuralım; isterse bir odanın iplerle ve türlü materyallerle örüle örüle bir maket tasvirine, enstalasyonuna doğru yol alalım, tüm bu “kurallar”, bu yöntemlerden herhangi birine, “tavizsiz şekilde” uygulanmalı.

Kart oyununa dayalı “Görünmez Kentler” mimarisi, oyuncunun elinden iradi biçim verme yetisini aldığı ve rastlantının payını daima öne çıkardığı için de Calvino’nun düşlemsel beklentileriyle çelişmez. Görünmez Kentler, kırk yıldır biçimini arayan bir gizem kuyusu ama gerçek anlamda kavranabileceği çağın henüz eşiğindeyiz.

Volkan Avşar ve Elma Alic’in önerdikleri oyuncul düzenek, bir tür başlangıçtır; bir tür çerçeve-fikir. Buradan hareketle, her kentin, destenin her karılışında alacağı başka biçimlere dair mikro bir genleşmeye gidilebileceği gibi, tüm kentlerin bir seferde alacağı biçime dair makro topoğrafyalara doğru da işler üretilebilir. Zaten işler, her zaman başka işlerin içinden çıkmıyor mu?