Hiç Yaşanmamış Olan Bir Şey Ölmüş De Olamaz

KORHAN GÜMÜŞ

“Yanlış Ölüye Cenaze” Hal Foster'in Tasarım ve Suç adlı kitabının içindeki bir bölümün başlığı. Bir İngiliz punk grubu olan Mekons’un “This Funeral is for the Wrong Corpse” adlı şarkısından alınmış. 1989’dan sonra sosyalizmin öldüğünü ilan edenlere verdiği cevapta Mekons, cenazenin yanlış ölüye ait olabileceğini söylüyor: “Hiç yaşanmamış olan bir şey ölmüş de olamaz.” 1

Nasıl oluyorsa oluyor. Ölmüş olanlar canlı, canlı olanlar ölmüş sayılabiliyor. Bir de ne ölü, ne canlı olduğu bilinmeyenler var. Kimileri ölmüş olduklarını bilmedikleri için yaşıyor gibi görünüyorlar. Kimileri yaşıyor olduklarını bilmedikleri için ölü sayılıyorlar. Kimi zaman da kimin ölü ya da canlı olduğu bilinmiyor. Hatta cenazeler bilerek karıştırılmış da olabiliyor. Sistemin yaşıyor gibi görünmesi, sürmesi için yanlış ölüye cenaze töreni düzenlenmiş de olabilir.

Ta ki birileri çıkıp onlara gerçeği söyleyene kadar! Bu, törenin büyüsünü bozuyor. Sorun birilerinin çıkıp, “bu bizim cenazemiz değil” demesi.

CENAZE BAŞKA BİR ÖLÜYE AİT OLABİLİR
Söylendiğine göre ekonomik kriz nedeniyle henüz ihalesi yapılmamış “projeler” durdurulmuş. En yetkili ağızlardan duyulduğuna göre birtakım “gereksiz projeler“ de gözden geçiriliyormuş. Basında krizin projeleri etkilediğinden söz ediliyor. Gerçek, bu söylenenin tam tersi olmasın? Projeler krize neden olmuş olamaz mı?

Proje nedir? Fikirdir, kurgudur. Uygulama değildir. İmgelerin praksisle birlikte dolaşımda olduğu eski çağlara mı geri mi dönüldü ki uygulamaya “proje” deniyor? Eğitimsizler için bu doğru olabilir, çünkü onlar imgelere maruz kalırlar. Ama eğitimlilerin, yani kurguyla uğraşan profesyonellerin işlevi onu temsile bağlayan ilişkileri sökmektir. Bunun için fikir geliştirme alanını kapatmak değil, tam tersine açmak gerekir.

Eğer öyleyse, yanlış ölüye cenaze töreni! Sorun şu ki hep yanlış ölüye cenaze töreni yapılmış, bugüne kadar yapılan yanlışlığı fark etmesi gerekenler etmemiş. Ta ki felaketler her şeyi yok edip, büyüyü bozana kadar!

Kamu projeleri önemli bir rant paylaşım alanı. Bu yüzden kamu içindeki imtiyazları kullanan tabakalar arasında muazzam bir rekabet ve işbirliği ortaya çıkıyor. Kimi zaman kamuoyuna yansıyan çatışmalara tanık oluyoruz; çatışmalarının nedeni, işlevi ise ne yaptıklarını gizlemek. 

Kabataş Meydan Düzenlemesi ve Transfer Merkezi "Martı" projesi tanıtım görseli; İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kabataş Meydan Düzenlemesi ve Transfer Merkezi inşaat alanı, 2017; fotoğraf: DHA

Egemenler sorunu kendilerinin yarattığını gizlemek, dikkatleri başka yöne çekmek için bu tür dil oyunlarına başvururlar. Projeler kamusal kararların içeriğini oluşturur. Uygulamanın projeyle örtüşmesi, kurgunun gücün patronajı altında gerçekleştiğinin bir belirtisidir. Bu koşullarda kamusal alanda neyin gerekli olduğunu bilgi değil, güç ilişkileri belirler. Güç ilişkilerinin boyunduruğu altındaki projeler krizlere yol açar. Eğer projeler kusurluysa israfa yol açar, fayda sağlamaz, zarar verir.

Sorun herhangi bir fikir, simgesel üretim ya da kurgu kümesinin kamu gücüne yapışmasıdır. Karışıklık bundan kaynaklanır. Çünkü mimarlığın yaşaması için bağımsız olmasından, kamu ile profesyoneller arasındaki ilişkilerin açık uçlu olmasından, yani kamusal nitelik kazanmış bir katılım ortamından başka, hangi bilgi kümesinin daha gerçek ya da daha doğru olduğunu bize gösterebilecek başka bir ölçüt yoktur. Bir bilgi kümesi içinden çok parlak gözüken bir fikir, başka bir yerden aptalca görülebilir. Otoriter yönetimlerde gerekli olan güç sahiplerinin dikte ettiğidir, gereksiz olan güç sahibinin dikte etmediğidir. Bu yüzden fikir geliştirme ortamlarının katılıma açılması, demokratikleşmesi krizlerin, kötü yönetimlerin panzehiridir.

TIPKI ŞARKININ SÖZLERİ GİBİ: HİÇ YAŞANMAMIŞ BİR ŞEY ÖLMÜŞ OLABİLİR Mİ?
İstanbul’un en büyük transfer merkezi haline dönüşmesi planlanan Yenikapı için hazırlanan projeyi tesadüfen gördüğümde tüylerim diken diken olmuştu. Şehrin en büyük transfer merkezi, arkeolojik alanı için "Nasıl böyle bir proje yapılır, neden başka fikirlere, yaklaşım biçimlerine açılmasın?" diye kendi kendime sormuştum.

Meğer proje bir kamu kuruluşu (onun adını kullanan mimarlar) tarafından hazırlanmıştı. Sulukule, Sütlüce, Taksim Meydanı, Kara Surları gibi birçok örnekte hep uygulama aşaması karşımıza çıktı. Kurgulama aşaması ise hep karanlıkta bırakıldı.

Bu projelerin müellifleri hem kamu kuruluşu adına hareket ediyor hem de kamu adına ürettiklerini kamuya satıyorlardı! İçlerinde koruma kurulu üyeleri dahi bulunuyordu. Nitekim mecra değiştiğinde kamu yönetimini farklı bir bölge planı ve proje hazırlama yöntemine ikna etmek zor olmadı. Örneğin Sulukule’de halkı yerinden etmeyecek, yaşam koşullarını dikkate alan süreç odaklı bir tasarım gerçekleştirilebilirdi. Bunun mümkün olduğu görülmüştü. Deneyimli bir kuruluş proje desteği verdi. Avrupa Birliği proje hibeleri söz konusu oldu. Sütlüce’deki tarihi mezbaha binası altına tünel yapmak için yıkılmak yerine, yaratıcı yöntemle korunup, örneğin yanına da çok amaçlı bir mekan tasarlanıp, sergi ve kültür merkezi onda biri maliyetine, hemen kullanıma açılabilirdi. 

Ama birileri cenazeleri karıştırdı. Böylece tekrar eski sisteme geri dönüldü. Tıpkı 1999 Depremi’nden sonra oluşan güçlü sivil toplum hareketinde olduğu gibi Habitat II Konferansı’ndan elde edilen deneyimle insanları yerinden etmeyen, süreç odaklı mahalle iyileştirme çalışmaları yapmak mümkündü. Bunun imkanları da ortaya çıktı. İmtiyaz alanlarının sorgulanacağını fark eden devlet içinde örgütlenmiş odaklar, zorluklarla kazanılmış hakları, deneyimleri tekrar eski çatışma koşullarına taşıdı. Bağımsız çabalarla AKM restorasyon projesinde de benzer imkanlar ortaya çıkmıştı. Ancak kimsenin fark etmediği bir tuzakla, hukuki bir manipülasyonla, yıllar öncesinden kurul onayı almış bir proje bahane edilerek AKM’nin restorasyonu engellendi. Toplantılardan birinde şu soruyu sordum: “Neden bu alternatifsizlik? Bu yalnızca mimarlar arasındaki bir sorun değil, bedelini başkaları ödüyor.” O ana kadar suskunluğunu bozmayan ama bu sözler karşısında zor durumda kaldığını anladığım üst düzeydeki bir yönetici toplantıdan uğurlarken yüzlerine gülümsediği, ayrıca kamu kaynaklarından kendilerine bütçeler ve imkanlar sağladığı bu tür proje işleri yapan kişiler yanından uzaklaştıktan sonra aynen şunları söyledi: "Çok haklısınız. Biz de beğenmiyoruz bu yapılan projeleri. Eğer onlara iş vermezsek bize daha çok saldırıyorlar. Bu yüzden proje işlerini onlara veriyoruz. İşte bu nedenle ortaya çıkıyor bu projeler."

İÇERİKLE GÖZLERİ KAMAŞTIRMAK
İmtiyaz sahiplerinin işi, sorunu hep içerik üzerinden görünür kılmak. Gözleri kamaştırıp sorunu görünmez kılmak, mecra üzerinde çalışanların üstüne çullanmak. Bu koşullarda kamu gücünü kullanan temsili yapıların içerik üretmesini, proje faaliyetlerini kendi tekellerine almalarını kimse sorgulayamıyor. Böylece ayrıcalık sahipleri bu nesneleştirici planlama sistemini kullanarak, şehrin kaynaklarını daha kolay yağmalıyorlar. Tekelci koşullarda, şehrin enerjisini emerek, kamu kuruluşlarından devralınan güçle hazırlanan planlar rafa kaldırılıyor. Cenazenin arkasından kimsenin konuşmamasının nedeni de burada. Birbiriyle çatışıyormuş gibi görünen bu yapılar içindeki işleyişler hiyerarşik ve kapalı uçlu. Sorun ise bu ilişkide kamusal niteliğin ortadan kalkması. Bu, bütün ayrıcalık sahiplerinin işine geliyor. Demokratik değerlerin çökmesine yol açan da bu. 

Kamu gücüne içerik verme yetkisine haiz bu topluluk içinde iki imtiyaz sahibi sınıf var: Bir tarafta nesneleştirici kamu aklını temsil eden uzmanlar sınıfı; işleri kamu adına üretilen bilgiyi özelleştirip, bir bedel karşılığı tekrar kamuya vermek. Asıl görevleri neoliberal koşulların daha kolay gerçekleşmesi için profesyonel alanın enerjisini emmek, felç etmek. Bu sınıfın bir özelliği de politika-dışı hatta karşıtı olması. Diğer tarafta aynı imtiyaz alanına politik yanaşma ilişkileriyle girmeye çalışan başka bir topluluk var. Bunlar da politik aidiyet, temsiliyet ilişkilerini kullanarak aynı sembolik alana sızmaya çalışıyorlar. Yanaşma ilişkileriyle politik kutsal bagajlarını güçlendirdikleri için politikacılar da bu grupların önünü açmaya çalışıyorlar. Canlıları ve cansızları işaretsizleştiren bu kurgulama sistemi çoktan çöktü. Şehir planlarının 1930’lardaki gibi pozitivist bir yöntemle hazırlanmasının artık imkanı yok.

Ancak sürekli yanlış ölünün cenazesi kaldırıldığı için yaşamsal bir belirtisi bulunmayan bu işaretsizleştirici temsil sistemi hala yaşıyormuş gibi görünüyor. Eğitim, planlama kurumları, bürokrasi, profesyonellik mekanizmaları sanki işliyormuş gibi görünüyor. Oysa modernleşme sürecinde, bu kurumların işlevi tamamen tersine dönüyor. Bu işaretsizleştirici kurumların kendisi semptomatik bir dönüşüm geçiriyor ve izleri silinenlerin hayaletleri mekansal kurgulara, mimarlık, şehircilik gibi faaliyetlere musallat oluyor.

Judith Butler'in dediği gibi izi silinmiş olanlar büsbütün işaretsizleşmiş olarak kalmazlar. Aynı teçhizatlar yoluyla sürekli kendisini işaretsizleştiren bir işaretleme içinde sürekli yeniden kurulurlar.2 Teknokratik iktidar modellerinin karşısında siyasal popülizmin gelişmesi bunu gösterir. Bu durumda işaretsizleştirilenlerin izi bir değil, iki defa silinir. Böylece iktidar, yarattığı bütün kurumlarıyla karşıtını içine alıyormuş, temsil sahnesine taşıyormuş gibi yaparak, bir özsilme eylemine yol açar. Eğer bu yer değiştirme olmasa, cenazeler sürekli karışmasa, tahakküm rejimlerinin sürmesi mümkün olmaz. Cenazelerin karışmasını yol açan şey sınıf perspektifinin yerini temsil sahnesindeki çatışmanın almasıdır.

İktidar alanındaki çatışma durumlarında ortaya çıkan şiddetin dışında kalıcı ve nesnel bir şiddet var, daha sistematik ve görünmez bir şekilde işleyen. Bunun çok daha karmaşık bir işleyişle, sınıfsal perspektifin bastırılması, işaretsizleştiren bir işaretleme ile normalleştirildiğini görmek gerekiyor.

İşte bu yüzden itirazlarıyla bu sistemin cenazesini kaldırmak için yola çıktıklarını söyleyenler de farkında olmadan hep yanlış ölüye cenaze töreni düzenliyorlar.

DERS ÇIKARILMASI GEREKEN BİR ÖRNEK: MARTI PROJESİ
Bu proje kamusal alandaki sorunlar, kamu gücünü kullanan tabakalar arasında nasıl bir uzlaşma ve gerilim olduğu hakkında fikir veriyor. Proje fikrinin, mimarlıkla ilgili bir kamusal boyut olmadan ortaya atıldığı görülüyor. Program aşamasında ve sonrasında profesyonellere açık bir fikir geliştirme ortamı yok. Alternatiflerin neler olduğu bilinmiyor. Genellikle şehrin peyzajını etkileyecek bu çaptaki simgesel projelerin uluslararası yarışmayla gerçekleştirilmesi gerekir. Siyasetçinin amacı ise bu asimetrik sistemin içine, sembolik üretim alanına sızmak, kendi mimarlarına iş alanı açmak; böylece iktidar alanındaki varlığını göstermek.

Şehrin merkezindeki transfer merkeziyle ilgili bir çalışmaya ihtiyaç olduğu açık; ancak yönetiminin nasıl gerçekleştireceği belli değil. Bu konu özellikle karanlıkta kalıyor. Mimari fikrin ortaya atılmasından beri yaklaşık 13 sene geçmiş olmasına rağmen, anladığım kadarıyla hala maliyetle, süresiyle, çevresel etkileriyle ilgili araştırmalar tamamlanmış, izinler alınmış değil. Örneğin, tünelin kurul kararı yok. Bu durumda yalnızca mimarı suçlamak bana biraz meseleyi örtbas etmek gibi geliyor. Proje fikri ortaya atıldığında henüz profesyonellikle ilgili bir işleyiş, bir yapı ortada yok. Her şey ahbap çavuş ilişkileri içinde cereyan ediyor. Ne program aşamasında, ne de projelendirme aşamasında katılım yok. Kimse de bunu talep etmiyor. Kamu adına bilgi üreten kurumlar, imtiyaz sahibi kişiler ise sahneye son aşamada çıkıyorlar. Siyasetçi böylece kendi fikrini güya onlara kabul ettirmiş oluyor. Ancak Metro Köprüsü’nde olduğu gibi sorunların çözülmesi için projenin gözden geçirilmesi çok sancılı oluyor ve zaman alıyor. 

Kabataş’taki Martı projesinin iptal edildiği söylenmişti; zaten yaklaşık bir yıldır proje alanında herhangi bir faaliyet bulunmuyordu. Haberler proje tanıtım ofisindeki bir çalışanın söylediklerine dayanıyordu; onun verdiği bilgiye göre tünel projesinden vazgeçilmişti, üstyapı mimari projeleri de gözden geçiriliyordu. Ancak şehrin önemli bir yerinde bulunan transfer merkezi kapalı ve işlevsiz tutulamayacağına göre, “projeden vazgeçildi” söylentisi doğru olamazdı. Nitekim Büyükşehir Belediyesi projeden vazgeçilmediğini açıkladı. Ancak bu iki paragraflık açıklamanın her bir satırı projede köklü değişikliklerin olduğunu ima ediyordu.

Kabataş’ta Setüstü denen yamaca paralel yapılması planlanan tünelden vazgeçilmişti. Projenin ortaya çıkışından tam 13 yıl sonra fark edilmişti ki dolgu alanında gerçekleştirilecek bu tünel, yayalara güya açılan bölgeden daha fazlasını dalış rampalarıyla derin çukurlara dönüştürecekti ve bunun maliyeti de çok yüksek olacaktı. Ayrıca yamaç kenarına tünel yapmanın hiçbir anlamı yoktu. Buna benzer bir tünel Sütlüce’de yapılmaya çalışılmış ve bu süreç, hem tarihi binanın yıkılmasıyla sonuçlanmış hem de tünel, üzerine güya gerçekleştirileceği söylenen kültür merkezinden daha yüksek çıkmıştı. Yetkililer bile yıllardır kendi kendilerine “Yahu bu tüneli biz sahiden niye yaptık?” diye sorup duruyorlardı. Ayrıca bir başka soru daha akla geliyordu: Sütlüce’deki gibi inşaatı yıllarca sürmesi muhtemel tünelin SİT Alanı ilan edilmiş bir bölgede olmasını koruma kurulu onaylamış mıydı? Çünkü bu tünel kıyı boyunca dizilmiş olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme dönemine işaret eden camilerin bulunduğu tarihsel topoğrafyayı tümüyle değiştirecekti. “Proje devam ediyor” başlığını taşıyan açıklamanın daha birinci paragrafı, inşaatı başlamış olan bir projenin henüz alternatiflerin üzerinde tartışılmadan, fizibilite yapılmadan, maliyet hesaplanmadan, gerekli izinler alınmadan, (yani proje aşaması tamamlanmadan) uygulamaya konduğunu ve bunun bu aşamada farkına varıldığını açıkça ifşa ediyordu.

Büyükşehir Belediyesi’nin açıklamasının ikinci paragrafı ise “projenin hızla tamamlanarak, bu transfer merkezinin halkın hizmetine sunulacağını” müjdeliyordu. Aynı kuruluş, projenin bitiş tarihini 2018 olarak açıklamıştı. Bugüne kadar ertelemeyle ilgili bilgi ya da bitiş tarihiyle ilgili bir değişiklik yapılıp yapılmadığı kamuoyuna açıklanmadığına göre bu paragrafta da kafaları karıştıracak bir çelişki olduğu görülüyordu.

Şu anda beklemekte olan inşaatın 2018 sonuna kadar bitmesi söz konusu olamayacağına göre, acaba bu bir erteleme duyurusu muydu? Öyle değil mi, o zaman, mağdur olan İstanbullular olarak bizim de şunu söyleme hakkımız var: “Madem 2018’de bitireceğinizi söylediniz ve bu kadar zaman İstanbullular mağdur oldu. O zaman bırakın hızla hizmete sunacağız falan gibi lafları, söz verdiğiniz tarihte bitirin.”

Bu açıklamadan, projenin gözden geçirilme safhasının da birtakım sorunlar içerdiği, hatta onun dahi başlamadığı anlaşılıyor. Nitekim Martı projesinin mimarı Hakan Kıran bu açıklamadan sonra basına verdiği demeçte “Benim projenin değiştirildiğinden haberim yok, bana kimse bir bilgi vermedi.” diyor. Elbette ki bu mimari fikir de Haliç’teki Metro Köprüsü gibi profesyonel ve deneyimli mimarlardan oluşan bir ekip tarafından gözden geçirilebilir. Örneğin Martı fikri biraz daha soyutlanıp içbükey ve dışbükey formlarla yorumlanarak, metal konstrüksiyonlarla ve yeni kaplama malzemeleriyle başarılı bir mimari projeye dönüştürülebilir. Böyle bir mimari proje, hiç şüphesiz, projede görülen kanatların altında tavan yüksekliği kullanışlı olmayan boğucu mekanları ve ortadaki gereksiz yükseklikleri daha dengeli hale getirebilir. Ancak bunun yapılması için bile bir proje yönetimine ihtiyaç var. Bu deneyimin kazanılması için ise uygulama aşamasının değil, proje safhasını tartışılması gerekli. Yoksa hep iş işten geçiyor.

Tıpkı şarkının sözlerindeki gibi: Hiç yaşanmamış bir şey ölmüş olabilir mi?

NOTLAR:
1 Hal Foster, Tasarım ve Suç, (çev. Elçin Gen), İstanbul: İletişim Yayınları, sayfa 168
2 Judith Butler, İktidarın Pisişik Yaşamı, Ayrıntı Yayınları 2015, sayfa 45.

Etiketler:

İlgili İçerikler: