Kimlik: Mimarın Üzerindeki Görünmeyen Yük

KORHAN GÜMÜŞ

Mark Fisher bir söyleşide şunu söylüyor(du): “Dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay olduğunu söylemek yalnızca bir alternatifin ortaya çıkmasının ihtimal dışı olduğunu düşündüğümüzü beyan etmek değil, kapitalizm dışı bir dünyanın neye benzeyeceğini tahayyül edemeyeceğimiz anlamına da gelir.”1

Uzmanların gördüklerini teşhis etmelerinin, nasıl gördüklerini teşhis etmekten daha kolay olduğunu teslim etmek gerekir. Örneğin Fisher’den ilhamla söylersek, mimar olarak konularla ilgilenmek, mimar olma haliyle ilgilenmekten daha kolay gibi gözükür: Kamusal alandaki projeleri eleştirmek kolaydır, ama alternatifini yaratmak için nelerin yapılması gerektiğini tartışmak zordur. Dünyanın sonunu bile hayal etmek, kapitalizmin sonunu, alternatifini hayal etmekten kolaydır. Tanıma ve şeyleştirme dünyayı ne kadar görünür ve bilinir kılsa da, bir o kadar da kapitalizmin rolünü perdeler.

Bu eleştirel düşünce “siyasetin dışına çıkmanın, depolitizasyonun” bir semptomu olarak görülebilir. Çünkü bilen özne olarak konuşmak daha kolaydır. Ancak bu konuşma aynı zamanda sistemi onaylama ile sorgulama kategorisi arasında gidip gelirken diğer taraftan da onun yaptığı gibi “eleştirel bir alet” ve daha derinlikli, daha eylemsel bir politik sorgulama kategorisi haline de getirilebilir.2 Şikayet etmenin yeterli olmadığını bilmek ne istediğimizi anlamamıza da yardımcı olabilir. Bu yüzden Fisher’a göre bu ikilemi, siyaseti dışlama aracı, ya da depolitizasyon kategorisi olarak görmek yerine ciddiye almak ve anlamaya çalışmak önemli: Bu ikilem, kapitalist gerçekçiliğe, neoliberal hegemonyaya karşı bir mücadele silahı, toplumsallaşma kapasitesi yaratma yöntemi olarak yeniden ele alınabilir.

BU YÖNTEM MİMARIN BİLME ÇABASIYLA NASIL İLİŞKİLENDİRİLEBİLİR ?
Bernard Stiegler’e göre açık sistemler sanayi kapitalizminin 250 yıldır yaygınlaştırdığı proleterleşme, otomatlaştırma süreçlerini köklü bir şekilde değiştirecek siyasal eylemselliklere gebe. Negentropik ya da kapalı sistemler, entropiyi çözebilecek “otomatiksizleştirme” kapasiteleri yaratır.3

Stiegler “Antroposenden Çıkmak” adlı yazısında “Antroposen”in aynı zamanda bir “Entroposen” olduğunu söylüyor.4 Entroposenin yoğun bir entropi üretimi dönemi olduğunu, bilginin tasfiye ve otomatize edildiği için bilgi olmaktan çıkıp kapalı bir sistem halini aldığını sözlerine ekliyor. Buna karşılık bilginin açık bir sistem olduğuna, her zaman negentropi üretebilecek otomatiksizleştirme kapasitelerine sahip olduğuna işaret ediyor. Bilgi yenilik, değişkenlik ve onun dediği gibi “karşı otomasyon” süreçleri yaratır. Dolayısı ile bilginin otomatlaştırma süreçlerini dönüştürme kabiliyeti olduğunu söylüyor.

Bir taraftan otomatizasyon işleri kolaylaştırır. İşler daha hızlı büyür ve daha çok, çabuk üretilir. Ancak bilgiler otomatize edildiklerinde, yani bir amaca hizmet eder hale getirildiklerinde, bilgi olmaktan çıkar.

Şeyleştirme, tam da şey olamayacakları şeyleştiren bir iktidar şiddetidir. Dünyayı iyi veya kötü tasarlanacak bir şey olarak görmek, ister iktidar, ister muhalefet olsun her politik düzeyde bütün alternatif pratikleri sekteye uğratır. Sanatla, mimarlıkla dünya meseleleri arasındaki ilişkilerin, kimi zaman bienallerdeki motivasyonun dahi kaynağındaki seçkinciliğin ya da temassızlığın, “toplumsallaşamamasının” diyelim, karşılaştığı açmaz burada aranabilir: bilginin kapalı uçlu hale getirilmesi ve kendi kamu yararı anlayışını temsil eden bir topluluğun mesafe koyma, imtiyaz elde etme arayışı. Gerçeklik, iktidar mekanizmalarının içindeki söylemsel pratikler dizisidir.

Mark Fisher; fotoğraf: Georg Gatsas / Verso Books

Şeyleştirici şiddetin alternatif pratikleri sekteye uğratma yeteneğini görmezden gelemeyiz Kimlik bir ayrıcalık olduğu kadar uzmanın (mimarın, vs) üzerindeki görünmeyen yüktür. Özne, modernliğin koşullarında, ancak bu yükü taşıdığını bilerek, bu ikilemden çıkabilir. Kimliğin görünmez kılındığı durumlarda sanatçılar, sanatçı oldukları için sanatla ilgilenirler, sanat eğitimi aldıkları, sanat konusunda sermaye biriktirdikleri için. Felsefeciler de felsefe eğitimi aldıkları için felsefeyle ilgilenirler. Her şey bu kabulle başlar. Kimlik görmeyi sağlarken aynı zamanda da görmeyi engeller. Birey kimliği edinirken, kimlik onu ele geçirir. Sanıldığı gibi kimliğin içinde kalarak modern olunmaz. Kimliğin içindeyken dışıyla ilgilenmek neredeyse imkansızdır.

Neoliberal hegemoni, karmaşık bir ilişki biçiminde görülmeyenin (kapitalizmin) mevcudiyetinin bir semptom olarak geri dönmesiyle, şeyleştirici şiddet ve siyasal popülizm dikotomisi içinde gerçekleşir. O zaman şeyleştirici ilginin neden karşıtıyla motive olduğu, kimliğine hapsolan sanatçının, mimarın bu hayalin içinden neden çıkamadığı da anlaşılır hale gelir. Bilgi araçsallaştırıldığı anda bilgi olmaktan çıkar. Her şeyi yok edici, zehirleyici bir özellik kazanır.

Bir örnek vereyim. Kültür mirasının korunması için koruma kurullarına ihtiyaç duyulur. Çünkü kamusal yarar açısından kültür mirasının korunması için denetime ihtiyaç vardır. Ancak bu denetim açık uçlu olmak yerine “iş görsün, torba dolsun” diye yapılmaya başlanınca işlev tersine döner. Şehircilikte, mimarlıkta, siyasette, kamu sahasında her bir uzmanlık işlevi, ölü parçaları ilişkilendirmek ve kamusal alanı canlı tutmak yerine, bir dayatmaya dönüşür. İmar mevzuatına, koruma kurallarına uygun olma kriteri, uzmanlığın kamu sahasındaki danışmanlık işlevi gereklidir ama yeterli değildir. Bu sistemin içinde yer alan uzmanlar bilgiyi kapalı uçlu hale getirmeye çalıştıkça, kendi çıkarlarını temsil eden bir sivil toplum kesimine dönüşürler.

Bir belediye şirketine (BİMTAŞ) bağlı olarak hazırlanan ve büyük bir üniversite kurmaya yetecek kadar bütçe harcanan İstanbul’un master planları (çevre düzeni planı) söylendiği gibi geçmişte yalnızca siyasal tercihlerin değişmesi yüzünden değil, kendi iç çelişkisi yüzünden, birtakım insanlara istihdam sağlamaktan öte hiçbir işe yaramadı. Şeyleştirici planlama süreçlerinin yalnızca üreticilerini, yani şehirlerin nasıl olması gerektiğini bildikleri zannedenleri yanıltmadığını, asıl bu süreçlerin etkisine karşı çıkıyormuş gibi gözüken, onları dikkate almayan, ilk fırsatta iptal eden popülist politikacıları yanılttığını söylemek mümkün. Çünkü onlar da planları iptal ederken şeyleştirici işleyişin, şiddetin etkileri ile kendilerini konumlandırdılar, farkında olmadan. Böylece şeyleştirici planlama yöntemleri kalıcılaştı, etkiler yaratmaya devam etti. Böylece eşitsizlik kalıcı hale geldi.

“ÜST-DİL” YA YOKTUR YA DA BİR "DİL" OLARAK VARDIR
Günümüzde neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmek için romantik hayallerdeki gibi yaban hayat ile kültürel-endüstriyel hayatı ayrıştırma imkanı da kalmadığı için koruma söylemi karşıtını motive ediyor. Korumacılık örneğinde olduğu gibi ayrıcalıklı bir iktidar alanında uzmanların bir “üst-dil” olarak oluşturdukları değer, eğitimsizler, bilmeyenler için bir “dil”dir.

Korumacılar genellikle bu kapalı bilgi sistemi içinde nesneye bir değer atfetmeye yönelirler. Yani kendi kamu yararı anlayışlarını, ayrıcalıklarını temsil etmek için gerçekleştirdikleri, kendilerini merkeze alan bir praksis. Korumacı praksis, değer sistemi içinde kapalı uçlu bilgi, bir “üst-dil “olduğu iddiasını taşır. Şeyler hakkında bilgi verir. Ama kapalı uçlu olduğu sürece “dil” olarak algılanır, yani bir topluluğun temsili. Koruma bir değerlendirme praksisi; nesnesini konu alan bir “üst-dil”dir. Ancak ortak alana, ilişki kurulan nesnelere bakıldığında bunların kendiliğinden değerlendirilmedikleri hemen anlaşılır. Oysa değer zaten nesnesinde değildir. Bu yüzden bu toplulukların iktidarla ilişkileri günümüzde basitçe bir imtiyaz alanı savunusuna dönüşür.

Söz gelimi bir koruma uzmanı için paha biçilmez Art-Nouveau tarzındaki bir balüstrad, bir başkası için bir an önce ortadan kaldırılıp hurdaya verilmesi ve yerine süslü demirlerin konması gereken değersiz bir nesnedir. Sanat, arkeoloji, mimarlık gibi zihinsel eylemlilikler olarak ancak etkileşim yarattıkları koşullarda var olabilirler.

KİMLİK DIŞINDA KALANLARI FARKLI BİR EŞİĞE TAŞIMAYI BİLMEK
Sorun bilgidedir. Şeyleştirmeye, yani bir gerçeklik bağlantısı kurmaya dirençli olan bir bilginin ise çağrışımsal bağlantılarla bir alternatif yaratabileceği görülür. Örneğin çevre duyarlılığı konulu çalışmalarda sanatçıların malzemeyi, atıkları, çöpü, hurdaları işlemesi beklenir. Çöpler, atıklar bir öğütme makinesi yerine sanki bir sanat makinesinden geçecek ve geri kazanılacaktır. Tam da yukarıdan bakıldığında hayal edildiği gibi: Atıklar sihirli bir dokunuşla, sanatla yok olacaktır. Estetize edilmiş objeler olarak hayatımıza katılacaklardır. Adı konmamış, görünmeyen, mistik kapitalist bir yöntemle. Şeyleştirilmiş olan ilişkiler içindeki insanlar, gene bildikleri gibi atıklarını ortaya saçacaklar, tıpkı sanatçılar gibi politikacıların da onların sorunlarını çözeceğine inanarak. Sanatçıların da tıpkı politikacılar gibi kitleler adına sorumluluklarını üstlenerek, bu sürece katılmaları beklenecektir.

Küresel ısınmanın korkutucu etkilerini, canlı türlerinin yok oluşunu, plastiklerin dünyamızı kaplamasını, dünyayı bekleyen felaketi görüyoruz. Bilim insanları araştırmalarını yayınlıyorlar, topluluklara dünyanın sonunun geleceğini söylüyorlar ve uyarıyorlar. Buna karşılık bu uyarıların herkesi etkilediği, alışkanlıklarını ve tüketim kalıplarını değiştirmeye yönelttiği de söylenemez. Görme ve bilme araçlarının bir şeyleri görürken perdelediği de söylenebilir. Bu nedenle Fisher’in sorguladığı ikilemde, görüp görmediğimizden çok nasıl gördüğümüz önemli.

Onun sorunu şey değil, şeyleştirme olduğu için kapitalizmi, eşitsiz ve işaretsizleştirici ilişkileri odağına almaktadır. Bu yöntem süreç odaklı bir çalışmayla bütün toplulukları, en başta da şeyleştirilerek kimlik dışında kalanları farklı bir eşiğe taşımayı bilmek, karşılıklı bir öğrenme süreci yaratmaktır. Örneğin dünyanın sonunu getirecek bir tehdit karşısında insanlar neden küresel bağlar kurmak yerine 20. yüzyıl başındaki eski ulus-devletlerine geri dönmeye çalışıyorlar? Ulus-devletler, kapitalizmin yarattığı çelişkilerin örtülmesine dayanan kapalı sistemler olarak tam da bu küresel sorunun merkezinde yer almıyorlar mı? Bu durumda, onun içindeki korunaklı alanlara sığınmak anestezik bir sonuç yaratmıyor mu? İnkar edilmiş olan çelişkilerin bir semptomu olarak bu kaçış, kapitalizmin yok ettiklerini yani geleneklerini, kimliklerini yaşatıyormuş gibi yaparak sorunun tam da merkezinde yer almıyor mu? Modernlik dışlayıcı olmak veya olmamak arasında. Ulus-devletlerin temelini oluşturan patrimonyal ilişkiler bilgiyi kapalı hale getirip tasfiye ediyor. Bu da dünyayı zehirliyor. Bizim yapacağımız şey ise her zaman ayrımcılığa, dışlayıcılığa karşı çıkmak. Bu yüzden taraf olamayız. Ama ilkesiz ve yöntemsiz de olamayız...

Sorumuz şu: Fisher’den esinle şeyleştirici yöntemleri sorgulayarak, uzmanın kimliğini iki yönlü kullanabileceğini düşünerek bu döngüyü tersine çevirmeyi başarabilir miyiz?

NOTLAR
1 Jodi Dean-Mark Fisher, “Gerçekçilik Üzerimizde Bir Yük” başlıklı söyleşi, sayfa 159. Cogito Dergisi Sayı 91, Yapı Kredi Yayınları
2 A.g.e., sayfa 157.
3 Bernard Stiegler, “Antroposenden Çıkmak” başlıklı makale, sayfa 200. Cogito Dergisi Sayı 93, Yapı Kredi Yayınları
4 A.g.e., sayfa 200.

Etiketler:

İlgili İçerikler: