Mekanın Potansiyeline Dair Arayışlar

EZGİ TEZCAN

Mekanlar arasındaki mesafeler sermayenin sınırsız dolaşımı, teknolojinin sağladığı iletişim imkanları gibi nedenlerle giderek kaybolurken ulus devletlerin sınırları da büyük bir hızla bulanıklaşıyor. Ne var ki yüzlerce yıllık geçmişe sahip düşünceler ve sınırlar da bu duruma büyük bir tepkiyle karşı koymaya çalışıyor. Çatışmalı durumun ortaya çıkardığı politik söylemin keskinliğine tüm dünyada şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz. Ortadoğu’nun süreklilik kazanarak “normalleşen” savaş ortamı ve özellikle Avrupa’yı etkisi altına alan zorunlu göç dalgaları, Brexit referandumunun ardından şaşırtan milliyetçi damar, ardından Amerikan Başkanı olarak seçilen Trump’ın -bir benzeri de Suriye sınırımıza örülen- ABD-Meksika sınırı için önerdiği çılgın duvar projesi, Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri, dünya genelinde tırmanan gerilimi ortaya koyuyor.

Bu yıl Serbest Mekan temasıyla düzenlenen Venedik Mimarlık Bienali kapsamında da küratörler Yvonne Farrell and Shelley McNamara’nın çağrısını çeşitli biçimlerde yorumlayan kimi ulusal pavyonlarda dünyayı nasıl bir gelecek beklediğine odaklanılıyor, günümüzde giderek tırmanan politik, ekolojik gerilimin mimarlık ortamındaki yansımaları konu ediliyor. Teknoloji ile kurduğumuz ilişkiyi temel alarak birtakım sorulara cevap aranıyor.

Infinite Places, Fransa, Venedik Mimarlık Bienali
Fransa Pavyonu, Infinite Places, fotoğraf: Italo Rondinella
Tayland Pavyonu, Blissfully Yours, fotoğraf: Francesco Galli
Şili Pavyonu, Stadium, fotoğraf: Francesco Gallı
ABD Pavyonu, Dimensions of Citizenship, fotoğraf: Italo Rondinella

ABD Pavyonu, söylemini Trump yönetimi tarafından inşa ettirilmesi planlanan sınır duvarı üzerinden kuruyor. Dimensions of Citizenship (Vatandaşlığın Boyutları), mimarları ve tasarımcıları acilen vatandaş olmanın bugünkü anlamını sorgulamaya davet ediyor. Niall Atkinson, Ann Lui ve Mimi Zeiger küratörlüğünde tasarlanan pavyon vatandaşlık meselesini farklı ölçeklerdeki yedi farklı kavram altında masaya yatırıyor: vatandaş, kent, bölge, ulus, küre, ağ ve evren. Bu kavramları birbirine bağlayan ise yine Trump tarafından reddedilen ekolojik sorunlar ve kaynaklara erişimin eşitsiz koşulları. Siyasi haritalarda gördüğümüz çizgiler dünyayı algılayışımıza dair sınırları belirlese de doğal kaynakların dağılımı ve bu kaynaklardan yararlanma hakkı, çizili sınırlar çerçevesinde giderek daha da sorunlu hale geliyor. Meksika sınırında ABD ve Meksika halklarının bağımlı olarak kullandıkları sekiz su havzasına odaklanan MEXUS projesi örneğin, ulusal sınır olma adına inşa edilen eşiklerin nasıl bir erişim sorunu yarattığını sorguluyor ve akla şu soruları getiriyor: Bizler yaşadığımız doğanın bir parçası mıyız yoksa politik kararlarla sınırlandırılmış aktörler miyiz? Doğa ile kurduğumuz ilişkinin temelinde hangi değerler yatıyor? Vatandaşlar olarak medeni bir sözleşmede mutabık olduğumuz devlet “orman kanunları”nı uygulamaya başladığında eşitlikçi bir paylaşımdan söz edebilir miyiz? Bunlar bir çırpıda cevaplanabilecek sorular olmaktan çok uzaklar ama küratörlerin de belirttiği gibi mimarlar olarak eylemliliğimizi çevresel politik hususlardaki çelişkileri görünür kılmaya ve aidiyet meselesini bu çelişkiler üzerinden anlamlandırmaya adayabiliriz. Yine aynı pavyondaki Diller Scofidio + Renfro, Laura Kurgan, Robert Gerard Pietrusko ve Columbia Center for Spatial Research ortaklığı tarafından hazırlanan video yerleştirme de bunun etkileyici bir örneğini sunuyor; gelişen teknolojiyi dünyaya bakışımızı değiştirmek için kullanıyor. NASA, yerkürenin gece görüntüsünü ilk kez 2012 yılında paylaştığında belki de yaşadığımız gezegene bir kez daha hayran olduk fakat çalışma, dikkati gecenin içinde pırıldayan ışıkların ardında, fark etmediğimiz bir gerçekliğe çekiyor: Eşitsiz coğrafyalara. Mukimi bulunmayan ama elektrik enerjisinin çok büyük bir kısmını tüketen tesislerin (maden ocakları, turizm kompleksleri, askeri sahalar…) hemen yanı başındaki elektriksiz yerleşimleri aynı karede buluşturuyor ve gereksinimlerle gerçekliğin üst üste çakışmadığı koşulları gözler önüne seriyor.

Teknoloji, dünyanın gerçekliğini yaratıcı biçimlerde kavramamıza olanak tanırken yaşam biçimlerimizi, yaşadığımız yerleri de büyük bir hızla dönüştürüyor. Küratörlüğünü Li Xiangning’in üstlendiği Çin Pavyonu da merkezine bu olguyu yerleştiriyor. Çağdaş yapılı çevrenin karşılaştığı en büyük mücadele alanlarından birini kırsalın geleceği olarak gören Çin, bu geleceği tasarlamak için gerçekleştirdiği çok sayıda deneysel çalışmayı bir araya getiriyor. Çin’de mimarları bir tür orta yol arayışına sevk eden kırsal modernleştirme sürecini anlatıyor. Dijital tasarım ve üretim yöntemlerinin kırsal yerleşimlerde ne gibi avantajlar sağlayacağına yönelik araştırmaları ortaya koyuyor.

Hollanda ise Marina Otero Verzier küratörlüğündeki pavyonunda yine teknoloji ekseninde Beden, Emek ve Boş Zaman kavramlarında yaşanan dönüşümü sorunsallaştırıyor. Anlatısını bedenin fizikselliğinin nasıl bir geleceğe sahip olacağı sorgusu üzerine kuran pavyonda fabrika, ofis gibi emek mekanlarının soyunma odalarından esinlenilerek düzenlenmiş bir alana giriş yapılıyor. Turuncu dolaplar gizli odalar ile açık çağrı yoluyla bir araya getirilmiş ve farklı sunum teknikleriyle hazırlanmış projelere açılıyor. Bedenin emek serüvenini 17. ve 19. yüzyıllar arasından; dünyanın demografik yapısında köklü değişimlere yol açan ve emek sömürüsünün şiddetli biçimde ilk olarak köle ticaretine özel tasarlanmış gemilerde mekansallaştığı dönemden başlatıyor. “Teknolojinin mimarlıktan daha hızlı ilerlediğini” belirterek geleceğin kentlerinde, çalışma ve eğlence mekanlarında mimarlar olarak ne gibi roller üstleneceğimizi bir kez daha düşünmeye teşvik ediyor. Dijitalleşen dünyada çalışma ve uyuma eylemleri aynı yerde tezahür ederken (tıpkı Beatriz Colomina’nın John Lenon ve Yoko Ono’nun balayı yatağını yeniden canlandırdığı Bed-In yerleştirmesindeki gibi) mimarlık pratiği bu duruma nasıl uyum sağlayacak?

Öte yandan ulusal katılımcılar arasında mimar-mekan-kullanıcı ilişkisini inceleyen bir dizi pavyon da dikkat çekiyor. Mimarın toplumsal rolünün ne olduğu son zamanlarda, özellikle de küratörlüğünü Aravena’nın üstlendiği bir önceki Venedik Mimarlık Bienali'nin ardından, yoğun bir biçimde tartışmaya açıldı ve görünen o ki uzun bir süre daha tartışılmaya devam edecek.

Mekanda “mimardan sonra” olup bitenlerin peşine düşen Tayland Pavyonu’nda, mekanın esas sahipleri onunla etkileşim kurduğunda neler olduğunu izleyebiliyoruz. Blissfully Yours (Keyifle…) başlığı altında mekan üzerindeki egemenliğin mimardan kullanıcılara geçtiği süreçleri Tayland’daki projeler üzerinden okuyoruz. Oyun parkı, gözlem kulesi, kullanılmayan tren yolları ve çeşitli diğer işlevlerdeki tasarlanmış alanların mahalleliler tarafından nasıl farklı biçimlerde kullanıldığı örnekler üzerinden pavyon, öngörülmüşlüklerden ziyade müşterek hayal gücünün mekanı dönüştürme gücünün altını çiziyor. Özgürlük ve mekan kelimeleri bu yılki bienalin temel çerçevesini çizerken burada bir araya gelen deneyimler, esas özgürlüğün mekanı kullananların katkılarıyla gerçekleştiğini de ortaya koyuyor. 

Encore Heureux ekibinin küratörlüğünü üstlendiği Fransa Pavyonu da benzer bir hikaye ortaya koyuyor. Fransa’nın çeşitli yerlerinde bulunan, yapımı 1650 yılına kadar uzanan "sonsuz mekanlar" (Infinite Places, aynı zamanda pavyonun başlığı) dönüşümün ve yeniden kullanımın farklı yöntemlerini bir araya getiriyor. Belli amaçlar doğrultusunda tasarlanmış mekanların alternatif kullanımlar için sahip olduğu potansiyeli ve tasarımı biçimlendiren programın değil, mekanın kendisinin doğurduğu imkanlarını ön planda tutulduğu projeler aracılığıyla bugün büyük sermayelerle gerçekleştirilen dönüşüm projelerini sorgulamaya itiyor. Dönüşümün "hep birlikte ve herkes için" işletildiği süreçleri nasıl hayata geçirebiliriz? Atıl kalmış tarihi mekanları gözden çıkarmadan, yakmadan yıkmadan, çıkarlar uğruna feda etmeden yaşatabilir miyiz? Bu mekanlardan toplanarak bir araya getirilen madalyonlarla pavyon, bunun imkansız olmadığını ortaya koyuyor ve bu deneyimleri dünyanın her yerine yaymak için bir de atölyelere yer açıyor. Mimarın rolünü de bu mekanların potansiyelini açığa çıkarmak olarak tanımlıyor. Anlatısını tek bir mekan üzerinden son derece net, yalın bir biçimde ortaya koyan Şili Pavyonu ise Ulusal Stadyumu'nun sahip olduğu kentsel ve toplumsal değeri, bir eylem alanı olarak sergiliyor. Ev sahipliği yaptığı özel bir etkinlikle favelalarının dönüşüm sürecinin ve plansız kentleşmenin yerini planlama çalışmalarıyla şekillenen bir kentsel düzenin alışının sembolik mekanı olan stadyum bienal kapsamında sıkıştırılmış toprakla modellenmiş. Altmış parçadan oluşan stadyumun her bir parçası üzerinde ise farklı kentsel katmanların izleri okunuyor. Özel işlevli tek bir mekanın, toplumsal hayatın parçası haline gelirken işlevinin ötesine nasıl çıktığını gösteriyor.

Türkiye Pavyonu da mimarın iktidar alanını sorgulayan bir yaklaşımla dönüşüme açık, bienal süresince ev sahipliği yaptığı katılımcılarının yaratıcı düşünceleriyle şekillenecek ve zenginleşecek bir mekan olarak tanımlanıyor. Bitmiş bir üründen ziyade süreci ön plana alıyor. Bu anlamda açık çağrı sonucu seçilen öğrencilerin mimarlık eğitimi boyunca duymaya alışık oldukları "süreç" vurgusunu alanın bütününe taşıyor. Bugünlerde pavyon ilk öğrenci gruplarını ağırladı ve ağırlamaya devam ediyor. Bu süreçte ilk başta katılımcıların suretlerinin yansıtıldığı istasyonların ve fikirlerin zihinlerde serbest dolaşımına aracı olacak hamakların bulunduğu pavyon da katılımcıları ile beraber bienal kapsamındaki nihai şeklini bekliyor. Kerem Piker'in küratör ve Cansu Cürgen, Yelta Köm, Nizam Onur Sönmez, Yağız Söylev ve Erdem Tüzün'ün küratör yardımcısı olarak hazırladıkları "Vardiya"nın iddiası yalnızca bienal ile sınırlı kalmayan, burada elde edilen kazanımlarla bienal sonrasında da devam edebilen uzun soluklu bir proje olmak.  

Yvonne Farrell and Shelley McNamara'nın son derece geniş anlamlar içerebilen açık uçlu Serbest Mekan temasının mimarlık dünyasına bir bütün olarak katkılarının ne olacağını zaman içinde göreceğiz fakat mimarlığa dair sorulması gereken soruların; mimarlığın bugünün sorunlarıyla ne şekilde hemhal olacağının ipuçları ulusal pavyonlarda temanın ele alınış biçimlerinde okunabiliyor. Bir arada yaşamanın, dünyayı çılgınca tüketmeden var olmanın mümkün olduğunu ve mimarlığın bu arayışı sürdürmesi gerektiğini hatırlatıyor. Sınırların -duvarların, kalıplaşmış değerlerin- aşılabileceğini ve eylemliliğimizin bu doğrultuda katkılar sunabileceğini fark etmemizi sağlıyor. 

Etiketler:

İlgili İçerikler: